Ülkeyi bir yıldan uzun bir süredir, doğrudan doğruya zor aygıtını kullanarak yöneten AKP, bir yıldan çok daha uzun bir süredir olağanlaştırdığı bir olağanüstü halin sınırına ulaştı. Bu sınır Erdoğan rejiminin meşruluğuna ilişkin sınırdır. Aynı anda cereyan eden diktatörlük tartışmasını da, AKP’nin 2002 programına dönme ve birden parlayıveren Atatürkçülük - cumhuriyetçilik söylemlerini de buradan okumak gerekir. Diktatörlük kurumu, meşruluk sınırındaki rejimin doğal sonucudur. Bu sınırın aşılmaması için devreye sokulan yeni siyasal söylem ise bir yumuşama ya da kapsayıcı bir siyasal programa dönme vaadinin tam aksine diktatörlük kurumunu konsolide etmek için ülkenin siyasal kamuoyuna sunulmaktadır.
KRİZ VE DİKTATÖRLÜK
Kriz ve diktatörlük birbirini gerektiren iki kavramdır. Bir kamu hukuku kurumu olarak diktatörlük, olağan kurumlarla aşılamayacak bir krizi çözmek için yaratılmış olağanüstü bir kurumdur. Diktatör, krizin aşılması için kendine aktarılan kamusal yetkileri geçici bir süreliğine kullanır, elbette tarihsel olarak bu krizler yetkilerin aktarıldığı diktatörler iktidardan ayrılmadıkça ortadan kalkmazlar ve neredeyse hiçbir diktatör geçicilik vaadine sadık kalmamıştır. AKP, bir kriz sonrasında iktidara geldi. 12 Eylül diktatörlüğünün kurduğu seçim sistemi sayesinde parlamentodaki orantısız temsil ile tek başına iktidar oldu. 2002 yılında önüne koyduğu acil eylem planı, iktidarını önceleyen iktisadi krizi aşmak üzerine kuruluydu.
2000’lerin ilk on yılı aşılacak krizlerle geçti. AKP, krizleri hep çok sevdi. Her siyasal kriz ve onun aşılma yöntemi, gücün tek bir kişinin elinde toplanmasının yollarını döşedi. Her bir krizde, Türkiye’deki birbirine taban tabana karşıt çıkar örgütleri birbirine karşı mobilize edildi. Birinci darbeciler olarak ilan edilen “Ergenekonculara” karşı “Fethullaçılar”; ikinci darbeciler olarak ilan edilen “Fehullahçılara” karşı “Ergenekoncular” ile işbirlikleri kuruldu. Devletin bekası, birinci darbecilere karşı da ikinci darbecilere karşı da Erdoğan’ın bekasıyla özdeşleşti.
Diktatör adlandırılmasının siyasal muhalefet tarafından yoğun biçimde kullanıldığı ilk büyük kriz, 2013’te, Türkiye’nin her yerinde yüz binlerce kişinin sokaklara döküldüğü, kulaktan kulağa dolaşan eleştirinin politikleştiği Gezi’dir. Gezi’de yükselen muhalefetin açık politik iddiası ise demokratik muhalefet kanallarını, “Türkiye’nin krizini” çözme iddiası ile askıya alan Erdoğan’ın bizzat krizin kendisi olduğudur. Halkın yüksek sesle politikleştirdiği bu kriz, Erdoğan’ın adım adım ördüğü rejimin meşruluğunun dayandığı ilk sınır olmuştur. Yasallığın ve meşruluğun sınırlarında gerçekleşen bu demokratik ve sivil eylemler, Erdoğan rejiminin meşruluk alanında girdiği ilk çatışmanın alanıdır ve düşman hukuku ilk defa açık ve güçlü bir biçimde devreye bu sahada sokulmuştur.
2010 yılından itibaren söylemsel düzeyde darbe ürünü ve gayrimeşru ilan edilen 1982 Anayasası 2013’ün ardından fiilen askıya alınmış, bir yıl sonra gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri ile anayasasız düzende diktatörlük-meşruluk ilişkisi yeni bir zemine çekilmiş, 7 Haziran’ın ardından ilan edilen savaş ve beka sorunu açıkça kurumsal diktatörlük iddiasını ileri sürmüştür. Bu iddia, demokratik seçim kriterleri bakımından her düzeyde gayri meşru olan 16 Nisan plebisitini Erdoğan açısından meşru kılabilecek kriteri sunar. Kriter, diktatörlüğün ölçütüdür ve en güzel ifadesini Erdoğan bulmuştur: “Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.” Bugün demokratik meşruiyet bakımından ileri sürülecek her iddia kendisini yasallığın ötesinde tanımlamak zorundadır. Yasanın; yasanın ötesinde bir meşruluğa sahip olduğunu ileri süren bir siyasal iktidar karşısında hükmü, ancak yasayı geri çağıracak ve yeniden kuracak bir meşruluk iddiası ile mümkün olur. AKP’nin Atatürkçülük-cumhuriyetçilik açılımı, doğrudan doğruya Erdoğan’ın yasayı askıya alan meşruluk iddiasının krizini derinleştirebilecek politikleşmenin önünü kapatma amacına yönelmiştir. Bu AKP’nin çaresizliğidir.
Kapsayıcı bir siyasal ideolojik hegemonyanın asla taşıyıcısı olamayacak bir rejimin acizliği; devlet makinesinde işleyen hiçbir kurum bırakmayacak kadar sömürgen bir çetenin varoluşsal acizliği; gücünü göstermekten başka şansı olmadığı için kendi belediye başkanlarını tehditle istifaya zorlayacak kadar gayri meşru bir meşruluk iddiasının acizliği…
YENENİ OLMAYAN YENİLGİ OLUR MU?
AKP’nin iktidarını sürdüreceğini -bütün zor araçlarını kullanmak zorunda kalsa da- vaat etmesinden başka hiçbir meşruluk iddiası kalmamıştır. Fakat bu, karşısına meşruluk alanında politika yapan bir siyasal özne çıkana kadar hâlâ –diktatörce- de olsa bir meşruluk iddiasıdır. AKP yenilmiştir, krizin bizzat kendisi olarak yenilmiştir, fakat karşısında onu yenecek bir meşruluk iddiasının taşıyıcısı olan siyasal özne yoktur.
Daha önce bu sayfada yazdıklarımı tekrar tekrar yineleme ihtiyacındayım:
-OHAL’in kaldırılması;
-Adil seçim güvencesi;
-YSK üyelerinin meşru biçimde yeniden oluşturularak yargı denetiminin yeniden sağlanması;
-Basının ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması;
-Siyasal iktidarın seçimlere yönelik müdahale olanaklarının ortadan kaldırılmasına
ilişkin olarak hazırlanacak siyasal öneriler hükümet ile müzakere edilmeli, bu hükümet tarafından kabul edilmeden hiçbir muhalefet partisi, hiçbir biçimde seçimlere katılmamalıdır. Demokratik meşruiyetin en temel unsurları için mücadele, yasallığın askıya alındığı bir diktatörlük kurumu içinde ve ona karşı meşru bir mücadeledir. Yine hatırlatayım, bu mücadeleyi cumhuriyet tarihinde ilk defa çok partili hayatın eşiğini meşruluk iddiası ile aşan Demokrat Parti vermiştir.
AKP yenilmiş, gücünden başka ileri süreceği bir meşruluk iddiası kalmamıştır ve fakat karşısına meşru bir iddia ve politikleşmiş bir eleştiri ile çıkacak siyasal özne olmadan yenilmeyecektir.