15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümü vesilesiyle gerçekleştirilen anmalar, şaşaalı kutlamalar sürerken sabaha doğru bir TV kanalının canlı yayın konuğu, “psikolojik üstünlüğün” Adalet Yürüyüşü’yle FETÖ’cülere, ama 15 Temmuz kutlamalarıyla tekrar kendilerine geçtiğini ifade ediyordu.
Bu manipülatif değerlendirme çok garipti. İktidarın 15 Temmuz’un yıldönümünde zafer ilan etmek yerine tehdit algısını diri tutmayı sürdürmesi dikkat çekici. Bir yandan Fethullahçıların önemli bölümünün tasfiye edildiği söylenirken diğer taraftan örneğin söz konusu TV konuğu psikolojik üstünlüğün ancak 15 Temmuz kutlamalarıyla kendilerine geçtiğini neden ve nasıl söyleyebiliyordu? Örgütü de örgüt lideri de hiçbir toplumsal kesim tarafından sahiplenmemiş, suçları tüm toplumda tescillenmiş, zenginleri kaçmış, alt tabakası pısıp kalmış bir yapının geçen haftaya kadar psikolojik üstünlüğü elinde tuttuğuna dair ima neyle izah edilebilir?
Bu bariz manipülasyona neden başvuruluyor? Bir darbe sanığının tişörtündeki yazıdan nasıl oluyor da tek tip kıyafet “ihtiyacı” devşirilebiliyor?
Dikkat edilirse aradan geçen bir yıldan sonra bile hâlâ çeşitli kurumlardan kişiler ancak şimdilerde FETÖ bağlantısı gerekçesiyle ihraç ediliyor. Peki “FETÖ’cü” tasfiyesi neden bu kadar zamana yayılıyor? Bunun tek sebebi OHAL süresini uzatma gerekçesi üretmek mi? Hayır. İktidarın OHAL’i uzatmak için hâlâ ikna edici gerekçelere ihtiyacı mı var? Hayır.
Toplumsal bir tabanı olmayan, çoğunluğu devlet ve çeşitli kurumlara sızmış pragmatist unsurlardan oluşan mensuplarını devletin içinden elediğiniz halde bu örgütün hâlâ iktidarın ileri sürdüğü düzeyde bir tehdit oluşturmaya devam etmesi söz konusu olabilir mi?
BAŞ EDİLEBİLİR DÜŞMAN VE KAHRAMANLIK
Baş edilebilir düşmanla girişilen savaştan çıkarılan kahramanlığın ömrü uzun sürmez. İktidar tam da bu yüzden FETÖ’ye karşı zafer ilanını öteliyor. Aksi halde bu kadar güçlenmiş bir iktidarın, sürekli bir düşman tehlikesini diri tutmak yerine zafer ilanına başvurması beklenirdi.
Yıllar önce tartıştığımız radikal İslamcı bir din adamı, Allah’ın varlığını inkâr edenlerin kafasının uçurulması gerektiğini söylediğinde değil, ateistlerle tartışmaktan çok hoşlandığını ifade ettiğinde epey şaşırmıştım. “Peki, kafasının uçurulması gerektiğini düşündüğünle neden tartışmaktan hoşlanıyorsun” diye sorduğumda, “çünkü onun varlığı bana haklı çıkma şansı veriyor” demişti.
AKP, kendisi açısından son derece doğru bir strateji izleyerek, bir yandan kendi kitlesini “küçük başarılarla”, “intikamlarla” tatmin ederken diğer yandan da yenilebilir bir düşman tehdidini diri tutuyor. Belki de özellikle tasfiyeleri zamana yayıyor, düşmanını yok ettiğini ilan etmiyor. Ancak bu tehdidin bir noktadan sonra bertaraf edildiği ilan edilmezse, küçük zaferlerin tatminkârlığı da tehdit algısının yarattığı motivasyon da azalacağa benziyor. İdam cezası “talebi” tam da bu yüzden diri tutuluyor ama yedekte de yeni “yenilebilir düşman” üretilmeye çalışılıyor.
Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta Selahattin Demirtaş’a terörist demesi, CHP ve Kılıçdaroğlu’nun 15 Temmuz kutlamalarından uzak tutulması, 80 milyon yurttaş yerine 50 milyon vurgusu yapılması bu açıdan tesadüf sayılmamalı.
HAKLI OLMAK HAKLI ÇIKMAYA YETMEZ
Otoriter iktidarın gücü, haksızlık yaptığı halde haksız çıkarılamamayı başarmaktan türer. Haklı çıkmakla haklı olmak arasında fark var.
Ezilenlerin savunucuları veya sözcüleri açısından da bu geçerlidir. “İzleyicilerin” veya “halkın” nazarında haklı çıkamadığınız, haklı görünemediğiniz, onları ikna edici düzeyde güçlü olamadığınız zaman, gerçekte haklı olmanızın “reel politikte” ciddi bir karşılığı olmaz. Zaten haklılığını kabul ettiremeyene olsa olsa mağdur denir ki, AKP, ezilenlere mağduriyeti bile reva görmüyor. O pozisyonu bile diri tuttuğu tehdit algısıyla, çeşitli trajedilerle kendi lehine çeviriyor.
HAKLILIK SAVAŞININ YIKICI DÖNEMİ
Otoriter düzenlerde ezilenlerin haklı olmak için güçlü, güçlü olmak için de otoriteden daha fazla taraftara ihtiyacı var. Şu anda haklılık savaşının en yakıcı döneminde olunduğu için iktidar artık 80 milyondan değil 50 milyon "vatandaştan" söz ediyor. Zira “80 milyon” söyleminin artık her iki tarafta da bir karşılığı, inandırıcılığı yok. İktidar merkezli kutuplaşma, toplumsal ayrışmayı bu kadar netleştirmiş durumda.
50 milyonun karşısına 30 milyon insanı koyduğunuz veya koymuş gibi yapabildiğinizde, sıradan yurttaşın meyledeceği grup elbette daha kalabalık olanıdır. Tehdit kaynağı olarak sunulan Fethullahçıların ne 50 ne de 30 milyon içinde herhangi bir karşılığı var. İktidar bunun gayet farkında. Buna rağmen “karşı tarafı” o tehdit kaynağıyla bağıntılı göstermekten geri durulmaması ciddi bir proje.
80 milyonu boyunduruk altında tutmanın bir yolu olarak “50 milyonu” yanınıza çektiğinizi ilan etmek ciddi bir toplumsal çatışma zemini yarattığı kadar topyekûn biat ettirmenin de kapısını aralama olanağı barındırıyor.
Çünkü Türkiye’deki kutuplaşma tamamlanmış değil. 16 Nisan referandumu da gösterdi ki hâlâ kutuplar arası geçişkenlik mümkün. Bugün muhalif olan sıradan yurttaş, hakkını alamayacağını anladığında iktidarın yanında saf tutabilir. İktidarın yalpaladığını fark eden de öbür tarafa meyledebilir.
HAKLILAR GÜÇLÜ OLMADIKÇA HAKSIZ HAKLI GÖRÜNÜR
Öte yandan iktidarın sürdürdüğü zulüm politikasının yine kendisi açısından ciddi sakıncaları var. Halkı boyunduruk altında tutmak için zulmün de gerekli olduğunu Prens’e defaatle hatırlatan Machiavelli bile şunu özellikle vurguluyor: “Güvenliği sağlama bağlamak üzere bir seferde ama gereksiz yere uzatmadan ve olabilecek en erken anda iyiliğe çevrilerek yapılan zulme (eğer kötülükten iyi olarak söz edilebilirse) iyi kullanılmış diyorum. Başlangıçta az olup da zamanla söneceği yerde çoğalan zulüm ise tersine kötü kullanılmış demektir. Birinci çeşidi kullananlar, Tanrı’nın ve insanların yardımıyla Agatocle’nin yaptığı gibi yerlerini sağlamlaştırabilirler; ötekilere gelince, onların tutunmaları imkânsızdır.”
İktidar, imkânsızı mümkün kılmak için canla başla çalışırken elindeki tüm silahları kullanıyor artık. Bu, onun için hayra alamet değil aslında.
Buna mukabil muhalefet, zaten haklı olduğu kabulüyle yol almaya çalışıyor. Oysa haksızlığa uğramanın da haklı olmanın da haklı çıkmaya yetmeyeceğini ayırt edemiyor.
Dilediğiniz kadar iktidarın yaptığı haksızlıkları “ifşa” edin, Fethullahçılara karşı yıllardır mücadele ettiğinizi söyleyin, iktidardan önce sizin Fethullahçıların mağduru olduğunu belgeleriyle ortaya koyun; eğer iktidarı haksızlık yapmaktan alıkoyacak gücünüz yoksa, halkın çoğunluğunu yanınıza çekemezsiniz. Halkın çoğunluğunu yanınıza çekmedikçe de durdurucu güce kavuşmuş olamazsınız. Dolayısıyla haklılar güçlü olmadıkça, haksız haklı görünmeye devam eder.
SON HİLE
Filozof Arthur Schopenhauer “insan herhangi bir davada nesnel olarak haklı olabilir ama tanıklık edenlerin, izleyenlerin gözünde ve bazen de kendi gözünde haksız çıkması mümkündür” derken tam da bu acı gerçeğe dikkat çekiyor.
Hem Fethullahçılara hem de iktidara karşı direnen muhalefet çok ciddi bir tuzağa düşerek darbe girişiminin bir senaryodan ibaret olduğunu ifade etti. AKP’nin bu iddianın üstünden atlaması beklenirken üstüne üstüne gitmesi tesadüf değil. Muhalefet hakikati bulduğunda haklılığını ilan edebileceğini, haklı çıkabileceğini zannediyor. Oysa hakikati zaten herkes görüyor, biliyor. Dolayısıyla artık hayati olan hakikati görmek değil, görünür olan o hakikatin etrafında iktidara tabi olanlardan daha fazla insanı buluşturmak.
Bunu yapabilmek için de Schopenhauer’ın sıraladığı, haksızın haklı çıkmak için başvurduğu “38 Hile”yle baş etmek gerekiyor. Schopenhauer’ın sözünü ettiği ve buraya koyamayacağım kadar uzun olan “37 Hile”sinin iktidar tarafından nasıl uygulandığını otursa herkes sıralayabilir. O yüzden filozofun “Son Hile”sinden bir pasaj aktarmakla yetinelim: “Eğer muhalifinizin üstün olduğunu ve kendinizin haksız çıkacağını fark ederseniz o zaman işi kişiselleştirip ona aşağılayıcı ve kaba davranırsınız. Kişiselleştirmek demek tartışılan konudan (çünkü oyun kaybedilmiştir) ayrılıp tartışmacıya yönelmek ve bir şekilde onun kişiliğine saldırmak demektir.”
Türkiye’de iktidarın haklı çıkmak için dayandığı son “hile” tam da bu: Toplumsal, siyasal, hukuksal, ekonomik, her türlü meseleyi kişiselleştirmek. Demirtaş’la, Kılıçdaroğlu’yla, onlarla izah edilemeyecek olanları da “üst akıl” denen “kişiyle” ilişkilendirmek ama “tartışmayı” haksız uygulamalara asla getirmemek. En önemlisi de asla haksız çıkmamak için sürekli etrafında daha fazla kemikleşmiş kitle örmek ve baş edilebilir düşman üretmek. Muhalefet önümüzdeki dönemde bunlarla daha fazla sınanacak.