İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönemin temel dinamiklerini açıklamak, Türkiye ile ilgilenen sosyal bilimcilerin temel uğraşlarından biri. Geçtiğimiz haftalarda, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünün Doç Dr. Galip Yalman hocanın emekliliği vesilesiyle düzenlenen etkinlikte, Doç. Dr. Pınar Bedirhanoğlu hocanın yaptığı konuşma bu açıdan dikkat çekici idi. Bedirhanoğlu özetle, Türkiye’deki güncel durumu analiz ederken, devletin kendisine referans verilerek yapılan analizlerin sorunlu yanlarına değindi. Benim açımdan daha ilginç olan, Marksist devlet kuramlarından hareket ederek yapılan analizlerin daha da geliştirilmesi ve AKP’nin sınıfsal olarak açıklanması konusundaki boşlukların doldurulması gerektiğine işaret etmesiydi.
Bu vurgunun ilgimi çekmesinin nedeni, Markist devlet kuramlarından hareketle yapılan analizlerin son dört-beş yıldır yaşadıklarımızı açıklamakta kimi zaman zorlandığını düşünmem. Yapısal analiz ile somut gündelik siyaseti açıklamaya kalktığımızda karşılaştığımız soyutlama düzeyi sorunundan daha kapsamlı bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. O nedenle, teorinin saflığında kalan açıklamalar yerine, somut süreçleri, mekanizmaları, neden sonuç ilişkilerini açıklamaya yönelen çerçevelere, ya da deyim yerindeyse “deneysel” düşünce egzersizlerine girişmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Aşağıda, Galip Yalman hocanın 1980 sonrasındaki otoriter devlet biçimini açıklamak için kullandığı çerçeveden hareketle, bu tip bir “deneysel” egzersize yer verdim. İlgilenip eleştiren olursa tartışmayı sürdürmek isterim.
PİYASA DİSİPLİNİ
2000’li yıllar Türkiye’sini anlayabilmek için kullanılan kavramsal çerçevelerden biri, neoliberal popülizm.1 Bu çerçeveyi kullananlar içeriğini farklı bir şekilde doldurabiliyor, ben kabaca şu şekilde formüle ediyorum. Türkiye’de 2000’lerde sert bir neoliberal ekonomik program uygulandı. Bu programın özü paranın ve emeğin kontrolüydü. Paranın kontrolü, Hazine ile merkez Bankası arasındaki “avans” hesabının kaldırılması, Hazine’nin mali disiplini ve bu sayede Merkez Bankası’nın enflasyon karşıtı para politikası çerçevesinin oluşturulabilmesi ile sağlandı.
Emeğin kontrolü ise, 2000’li yıllarda emek piyasasındaki müthiş dönüşüm ile gerçekleşti. 2003 yılında İş Kanunu’nda yapılan değişiklik ile başlayan esnekleştirme, taşeronlaştırma ve güvencesizleştirme uygulamaları son derece etkili oldu. Buna özelleştirme uygulamalarını da eklersek, emeğin geleneksel olarak örgütlü olduğu alanın tasfiye edildiğini görürüz. Sonuçta karşımıza çıkan, piyasa disiplininin iki unsuru olan parasal disiplin ve emeğin disipline edilmesi alanlarında başarılı olan bir programın hayata geçmesi idi.
TELAFİ MEKANİZMALARI
Sert bir neoliberal ekonomik programın uygulandığı bir dönemde bir partinin (AKP) bu kadar uzun süre iktidarda kalabilmesinin temel nedeni, bu programın ortaya çıkarması muhtemel toplumsal hoşnutsuzlukları törpüleyecek mekanizmaların geliştirilebilmesiydi. Bu mekanizmalardan biri sosyal içerilme. Sosyal yardımları merkez alarak oluşturulan yeni refah rejimi üzerine geniş bir literatür mevcut, o nedenle detaya girmiyorum. Sosyal içerilme olarak adlandırabileceğimiz bu mekanizmaya ek olarak, finansal içerilmeyi de eklememiz gerektiğini düşünüyorum. Finansal içerilmeyi, kavramı biraz esneterek kullanıyorum. Anlatmak istediğim kabaca şu: Türkiye’ye 2000’ler öncesinde olmayan ve 2000’li yıllarda ortaya çıkan gelişme çalışanların borçlanma kanalıyla finansal sisteme entegre edilmeleridir. Finans sisteminin, en yoksulları da içerek şekilde yeniden düzenlenmesi ile geniş toplum kesimleri için anlamlı gelir artışı yaşanmasa da tüketim seviyesinin sürdürülebilmesi olanağı ortaya çıktı. Finansal içerilmeyi bu anlamda kullanıyorum.
Dolayısıyla, 2000’leri konuşurken katıksız bir neoliberal program yerine, iki temel telafi mekanizmasının eşliğinde uygulanan bir neoliberal popülist modelden bahsediyoruz. Buraya kadar, ilgili literatürden çok da farklı bir şey söylemedim. Sadece finansal içerilme mekanizmalarının da önemsenmesi gerektiğini vurguladım. Yazının “düşünce egzersizi” kısmı, buradan sonra başlıyor. Zira bu yapısal değişim zemininde başkanlık sistemine geçiş, darbe girişiminin nedenleri gibi somut siyasi süreçleri açıklamaya yönelen bir çerçeve önereceğim.
SİYASETİN DEĞİŞEN YAPISI
Yukarıda temel özelliklerini sıraladığım bu modelin en önemli sonuçlarından biri siyasetin yapısının değişmesidir. Emeğin örgütlenme kapasitesinin daraltıldığı ve emekçilerin tamamen atomize edildiği bir yapıda, emekçi sınıfların siyasette müdahale kanalları neredeyse tamamen ortadan kalktı. Daha da ötesi, siyaset en genel anlamıyla emek ile sermaye arasında geçen bir mücadeleden ziyade egemen sınıflar arasındaki mücadelelerle sınırlanan bir uğraş haline geldi. Bir başka ifadeyle, neoliberal popülizm modeli ile siyasetin alanı sokaktan devlet içi bürokrasiye taşınmış oldu.
Bu durumda, belki 2001 öncesi için açıklayıcı gücü çok sınırlı olan ana akım elit teorisi gibi teorik çerçevelerin siyasetin değişen yapısını açıklamak için daha kullanışlı araçlar haline gelmiş olabilir. Bunun nedeni, az önce vurgulamaya çalıştığım, emekçi sınıfların atomizasyonu sonucu siyasetin sınıfsal zeminin ortadan kalkmaya başlamasıdır. Gezi ayaklanmasının saman alevi gibi parlayıp sönmesini de bu bağlamda okuyabiliriz. Siyasetin zemin değiştirmesi ve devlet içindeki güç mücadelesine hapsedilmesi, devlet içindeki farklı grupların mücadelesinin ülkenin kaderini belirleyen temel bir dinamik haline gelmesiyle sonuçlandı.
DEVLET İÇİ MÜCADELENİN YOĞUNLAŞMASI
Kısacası, bir kere sokak siyasetten arındırılıp devlet içine sıkıştırılınca, devlet içindeki mücadele de siyaseti tayin eder hale geldi. Yakın dönem yaşadıklarımıza bu açıdan baktığımızda, 2007’deki Cumhurbaşkanı seçimi sürecinden başlayarak devlet içindeki iktidar mücadelesinin yoğunlaşmasını daha iyi anlayabiliriz.
AKP’nin devlet içindeki Kemalist unsurlara karşı verdiği iktidar mücadelesinde Gülencilerle yaptığı ittifak, Ergenekon ve Balyoz gibi tasfiyelerle yoğunlaştı ve en son 2010 referandumu ile ordu sonrasında, yargının da “yeni elitler” tarafından ele geçirilmesiyle sonuçlandı. Devlet içi mücadelede Kemalist unsurların marjinalize edilmesi sonrasında ise, bu sefer tasfiye sürecini gerçekleştiren ittifak içindeki güç mücadelesi yoğunlaştı. Mavi Marmara’daki görüş ayrılığı, MİT krizi, dershanelerin kapatılması, 17-25 Aralık ve nihayetinde de 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişimi, devlet içindeki bu mücadelesinin görünen sonuçlarıydı.
SORUNLAR
İlk bakışta yukarıdaki anlatıdaki en temel sorununun, siyasi mücadeleyi açıklarken sınıfsal bağlantılara yer vermemesi olduğu görebilir. Ancak yukarıda kısaca özetlediğim devlet içi mücadelede, herhangi bir tarafın diğerine göre farklı sermaye kesimlerini temsil ettiğini ileri sürmek oldukça güç. Aksine her bir taraf içinde farklı sermaye unsurlarının temsilcilerinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, iktidar partisi olduğu için daha kolaylıkla tespit edebileceğimiz sınıfsal bağlantılara baktığımızda, AKP’nin ekonomi yönetiminin farklı sermaye fraksiyonları arasında bir koalisyon olduğunu söyleyebiliriz. Şüphe yok ki bu koalisyonun hakim ortağı büyük sermayedir. Ancak yakın dönemde devlet içi mücadeledeki diğer taraflar olan Kemalist unsurların ya da Gülencilerin üretken sermayeyi mi, ticari sermayeyi mi, para sermayeyi mi ya da uluslararasılaşan sermayeyi mi yerel sermayeyi mi temsil ettiğini tespit etmek ne kadar mümkün?
Üzerinde kafa karışıklığı olan bir başka alan da şu: eğer devlet sermayenin ayrıcalıklı merkezi ise, adım adım kurulan tek adam rejimine sermaye neden itiraz etmiyor? Hukuk devletinin ortadan kalkması, yatırımcı için de bir sorun oluşturmuyor mu? Bu gibi soruların aslında kapitalizmin ideal olarak liberal demokrasi altında işleyebileceği, bunun dışındaki siyasi rejimlerle kapitalizm arasında bir uyuşmazlık olduğu yönündeki inanıştan kaynaklandığını düşünüyorum. Konumuz açısından meselenin özü, genel olarak devletin, somut olarak da siyasi iktidarların sermaye birikiminin sürekliliği sağlaması zorunluluğu.
Son olarak, neoliberal popülizm modelinin belki de amaçlanmamış bir sonucu olarak ortaya çıkan siyasetin yapısal değişimi sürecinin, demokratik konsolidasyonla ilgili olmadığını vurgulamak istiyorum. Biraz da açmam gerekirse, emeğin siyaset sahnesinden dışlanmasını sonucunu doğuran neoliberal popülizm modelinin herhangi bir şekilde demokratikleşme ile sonuçlanması söz konusu değildi. Sol-liberal tezin, devlet içindeki güç mücadelesini bir çeşit demokratikleşme ile özdeşleştirme hatası, bu yaklaşımın siyasetin yapısal değişimini ve onun özünde olan emeğin siyasetten dışlanması gerçeğini görmemesinden kaynaklanıyordu.
***
Yazı gereğinden fazla uzadı, burada keseyim. İleride fırsat buldukça tartışmayı sürdürmeye çalışacağım.
Bu vesile ile Galip Yalman hocaya da sağlıklı ve üretken bir emeklilik dilemiş olayım.
1 Bir gazete yazısı olduğu için burada geniş bir kaynakçaya yer vermedim. Ancak neoliberal popülizm ya da otoriter neoliberalizm çerçevelerini kullanarak Türkiye’de 2000’leri açıklamaya yönelen hatırı sayılır sayıda çalışmanın olduğunu belirtmekle yetineyim.