Türkiye bir süredir öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, rejimin
işleyişine dair açığa çıkan ya da ucu görünen yöntem ve ilişkilerin
nereye, kimlere uzanacağı konusunda “geniş ufuklu bir
belirsizlik” var. Bu “geniş ufuklu belirsizlik” yakıştırmasını
biraz açalım. Ufkun genişliği, ihtimallerin
çeşitliliğinden kaynaklanıyor. Bir hikâyenin bazı ipleri görünür
gibi olduğunda, o iplerin, CHP eski başkanıyla bir zamanlar CHP’li
ama şimdi Saray personeli olan bir garip adamı da birbirine
doladığı ortaya çıkabiliyor örneğin… Sezgin Baran Korkmaz dosyası
İnan Kıraç’a, büyük sermayenin sur içine uzanıyor...
Şimdiden dönemin kalıcı simgelerinden biri olan meşum otelin konuk
albümünde, bir ara popüler komutan olarak sivrilip sonra
tasfiye edilen ‘ulusalcı’ amiralin, Saray peyki arabeskçiyle
fotoğrafı boy gösteriyor… Türkiye’nin yönetilmesi işinin bugünkü
rejime varmış olan son etabında şaşırtıcı ‘çeşitlilikte’ aktörün
yolunun kesiştiği ortaya çıkıyor. Merkezinde Erdoğan’ın bulunduğu
reaksiyoner bir çekirdek, 20 yılı aşkın süredir, küreselciler ve
liberallerden cemaate, ulusalcılar ve ülkücülerden mafyaya uzanan
bir salınımla, oldukça geniş bir ‘ittifak’ alanında kendi ilkesiz
dönüşümünü örgütlemeyi başardı; türlü dalgalanmalar ve
tökezlemelere karşın bir güç merkezi olmayı ve bununla siyasal
iktidara sahip olmayı sürdürdü. Ama tüm bu süreçte, rejimin
lekesinin –daha açık tonlarla da olsa– çok geniş bir alana
yayıldığı, artık tahminlerin ötesinde nesnel olgularla
görünüyor.
Daha önce burada da konu edildi, başka pek çok yerde de, Türkiye
mukadder bir değişimin eşiğinde ve bu değişim,
hangi doğrultuda olursa olsun, ‘muhalefet’ denen ya da AKP
ekosistemine ‘muhalif’ olarak dâhil olmuş olan unsurlara da etki
edecek. O halde, bu kritik eşikte toplumun önünde duran asıl
meselelerden biri de Türkiye’nin sadece çalkantılı bugünlerini
değil, müstakbel yarınını da hesaba katan bir siyaset
ihtiyacıdır.
Sinan Birdal, dün Evrensel’deki yazısında, son sürecin iktidarla
birlikte ‘muhalefet’ çevrelerinde de ‘atışmalara’ yol açtığına
dikkat çekerek, “Rejim çıkmaza girdiğinde rejimin tasarladığı
muhalefet düzeneği de değişmek durumunda kalıyor” diyordu.
Birdal’ın bu tespitine, bizzat AKP’yi iktidara taşıyan çok katmanlı
dönüşüm sürecindeki alt üst oluş örnek gösterilebilir. AKP
projesini, oyların üçte birine karşılık Meclis’in üçte
ikisi piyangosuyla birlikte iktidara taşıyan siyasal vakum,
DSP, ANAP ve o günlerin MHP’si gibi ‘iktidar’ unsurlarının
yanı sıra –bu partilerin içinden doğanlar da dâhil olmak üzere–
‘muhalefet’ pozisyonunda görünen diğer statüko unsurlarını da
paramparça etmişti. AKP, yerine geleceği eski hegemonyanın sistemli
ve süreğen bir muhalifi bile değildi üstelik. Erdoğan ve
etrafındakiler, yolsuzluk yapmayacaklarını, mevcut sistemi daha iyi
işleteceklerini, endişelerin aksine, sistemin ‘temellerine’ de
dokunmayacaklarını söyleyerek, bir bakıma esasa ilişkin
teminatlar ve usule ilişkin vaatlerle işbaşı yapmıştı. Ama
‘dokunmayacağız’ diye teminat verdikleri rejim çıkmaza girmişti bir
kere… Toplumdaki derin hoşnutsuzluk ve ‘merkezden kopuş’ eğilimi,
başta büyük sermaye olmak üzere egemen sınıflar için önemli bir
tehditti. Kaçınılmaz değişimi gören neo-islamcılar, henüz onun
yönünü tayin edebilecek cüsseye sahip olmasa da, dalganın sırtına
binip bu taşkını atlatmak üzere, değişim isteyen iç ve ‘dış’ güç
merkezlerine tam teslimiyet gösterip, topluma karşı da ‘uzlaşmacı
bir siyaset’ postuna bürünerek ihaleyi kazandılar. Bir
bakıma muhalefetin de büyük oranda yeniden teşekkül
edeceği bir momentte, küresel rüzgâra karşı hem kendi
evlerinin hem de yapabildiklerince ülkenin tüm kapılarını,
pencerelerini açtılar. Despot bir tek adam rejimine varacakları
yolun başında, kendilerine ilişkin şüphelerin dile getirilmesini
bile ‘tutuculuk’, ‘statükoculuk’, ‘vesayetçilik’ olarak
damgalamayı, bu rüzgârlı havada başardılar. Yokuşu
tırmandıklarında derhal, o zamanki ortaklarıyla geniş çaplı siyasal
operasyonlara, aslında yeniden katılaşmak üzere kaynamakta olan
devletin iç çatışmalarına katılmaya başladılar. ‘Emanetçi’ gibi
geldikleri siyasal sistemin yıkımı ve yeniden inşası işinin birinci
etabıydı bu. 2008 küresel krizinden bir drahoma gibi
aldıkları para bolluğu altında ve işçi sınıfının başsız, deforme
bir yığın haline getirildiği koşullarda, sayısal çoğunluklarını
Meclis’te otomat gibi kullanarak, emek düşmanı bir sermaye
diktatörlüğünün prospektüsünü yasalaştırdılar. AKP/Erdoğan rejimi,
kendi siyasal iktidarından önce, bir kısmı organik müttefiki olan
geniş bir kapitalistler sınıfının ortak çıkarları etrafındaki bu
sermaye diktatörlüğünü inşa etmiştir. AKP’nin büyük başarısı,
Türkiye’de bir türlü dikiş tutmayan neoliberal kapitalist inşayı
işlek bir şantiyeye çevirmesidir. (Konuyu dağıtmamak için şimdilik
kısaca değinip geçmek gerekir ki, bugün yaşanan çok katmanlı kriz,
büyük oranda, bu geniş sınıfsal ittifak atlasının parçalanmasından
kaynaklanmaktadır, hem burjuvazinin çeşitli kesimleriyle
siyaset/devlet sınıfı arasında hem de farklı burjuva
fraksiyonları arasında yaşanan bir çıkar farklılaşması, gerilim ve
çatışma…)
Fakat o dönemin ‘muhalefeti’ de bugün gelinen tablo için devasa
bir ilk adım olan bu sermaye diktatörlüğü inşasına muhalif
değildir. Bugün yeniden tartışma konusu olan Baykal’ın şahsında,
dönemin ‘ana muhalefet’ partisi, yani bu yasaların geçtiği
parlamentodaki tek muhalefet partisinin eleştirileceği
esas nokta, rüşeym halindeki AKP rejimini salt bir İslamcı
ajandanın izinde takip ediyormuş gibi yapıp, ona ihtiyacı olan
‘kültürel ayrışma’ zeminini, yeşereceği bereketli toprakları
armağan etmiş olmasıdır. Emekçiler ve halkın geriye kalmış son
dinamik kesimlerinin, sözgelimi Tekel direnişinde gösterdiği
direncin boğulması, öyle tek başına bir AKP marifeti değil;
resmî muhalefetin ‘sessiz tanıklığıyla’ genişlemiş bir
dönem ruhu olarak çöken siyasal-fizikî şiddetin
marifetidir. O şiddet, rejimin işleyişi için norm haline
gelmiş, onun büyümesine hormon takviyesi olmuştur.
Devlet/iktidar içi çatışma alanlarına, yalnızca kendi müstakbel
iktidarı için bir hızlandırıcı fırsat olarak bakan, toplumsal
değişim ihtiyacının tecellisini, iktidar içi çatışmalar ve/ya
seçim-sandık sathında gören bugünkü resmî muhalefet de
farklı bir pozisyonda değil. Son noktada şekilsiz ve kırılgan,
halkın acil ihtiyaçları karşısında ikna edici ve birleştirici bir
programa sahip olmayan, topluma bir oy kütlesi, kurnazlık ve
belagatle kazanılacak bir seçmenler topluluğu rolü biçen bu
pozisyon, çok heveslendiği AKP/Erdoğan sonrası için de –en hafif
tabirle– ‘uygun’ ya da ‘yeterli’ değildir. İktidarın gittikçe
büyüyen negatif imgesinin oluşturduğu elverişli şartlar,
ülkenin içinde bulunduğu tepkimeye etki eden faktörlerden yalnızca
biridir ve en önemlisi de değildir. AKP/Erdoğan
muhalifliği hatta karşıtlığı, belki hiç olmadığı kadar
verimli bir zemine dönüşmüş gibi görünmektedir, ama tek
başına bu da çok yetersizdir artık.
Türkiye 40 yıldır ama özellikle de son 20 yılda dizginlerinden
boşalarak süren uygulamalarla fiilî bir emek cehennemi haline
geldi. Ücretleri gerileyen, hızla daha da yoksullaşan ücretliler,
milyonlarca işsiz, gelecekte karanlık bir belirsizlikten başkasını
görmeyen gençler, hatta çocuklar… Sendikasızlık, çalışmayı
derecelenmiş kölelik kontratlarıyla yöneten bütün bir emek rejimi…
Köylünün, çiftçinin, küçük üretici ve esnafın,
proleterleşme bile değil, enkaz altındaki deklase
yığınlara dönüştüğü bir buhran… Kürt sorununda yıkıcı bir basınç
biriktirmeye devam eden çözümsüzlük ve fizikî-hukuki şiddet
sarmalı... Artan şekilde ve giderek daha fazla ‘devlet güdümlü’ bir
canilik üreten, artık yaygın bir can güvenliği konusu olan
toplumsal cinsiyet sorunları... Tüm bu tabloyu besleyen örgütlenme
ve ifade yasakları... Türkiye’nin yarınına talip olanlar, bütün
bunlar için, hadi henüz bir program üretememiş olsun, üretken bir
arayışa sahip midir?
AKP/Erdoğan hegemonyasının, devletin kaslı kollarını ölçüsüzce
kullanarak diri göstermeye çalıştığı etkinliği, zaten
çoktandır sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı. Şimdi kozmetik varlığı
da sönmeye yüz tutuyor. Değişim kapıyı sert yumruklarla çalıyor.
Bu, söz konusu hegemonik iktidarın tüm unsurlarıyla birlikte, ona
içkin olan ‘muhalefet’i de sarsacak bir değişim olmakta belli ki.
Bu fırtınada ayakta kalmanın tek yolu, toplumla toplumsal sorunlar
üzerinden kurulan organik bir ilişki ve mücadele hattı gibi
görünüyor. Ve içinde bulunduğumuz egemen siyaset tablosunda bu
durum her birimize, tek tek her yurttaşa, örgütlenme, mücadele ve
yeniden inşa için kolektif bir sorumluluk yüklüyor. Türkiye’nin 20
yıl önce yaşadığı benzer bir dönüşümün, çöken rejimin harabelerine
yerleşip onu kemiren, krizin temizlediği mıntıkaları ‘uzlaşmacı’ ve
‘rasyonel’ postuna bürünerek ele geçiren çatışmacı muhterislerin
eliyle bugünlere geldiğini unutmamalıyız.