'AKP’li 20 yıl: Sermayenin diktatörlüğü ve iç kavgası'

Hakkı Özdal, AK Parti'nin yirmi yılını Türkiye'nin sermaye yapısındaki değişiklikler üzerinden değerlendirdi, Erdoğan'ın büyük sermaye ile çatışmasını yazdı.

Abone ol

DUVAR- Evrensel gazetesi yazarı Hakkı Özdal, AK Parti'nin 20 yılını, "temsil ettiği, iktidara taşıdığı toplumsal-maddi güçlerin sınıf karakteri" üzerinden değerlendirmek gerektiğini ifade etti, 2010 anayasa referandumu öncesinde yaptığı konuşmadan alıntılarla Erdoğan'ın, “Türkiye'de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı.” dediğini hatırlattı. AK Parti iktidarının 20 yılında "hem emeğe karşı sermayenin birleşik çıkarlarını temsil eden bir çatı organizasyonu; hem de sermayenin farklı kesimlerinin farklılaşan, kimi zaman çatışan çıkarları karşısında bir cephe organizasyonu" olduğunu belirten Özdal, gelinen noktada bu "kapsayıcılığın ve kullanışlılığın" tartışmalı hale geldiğini yazdı. 

Hakkı Özdal'ın "AKP’li 20 yıl: Sermayenin diktatörlüğü ve iç kavgası" başlıklı yazısının ilgili bölümü şöyle: 

"Buna öncelikle AKP ve onun temsil ettiği, iktidara taşıdığı toplumsal-maddi güçlerin sınıf karakteri üzerinde durarak başlamalı. Tüm bu 20 yılı, gerek işçi sınıfı ve halkın büyük çoğunluğuna yönelik dikey, gerekse burjuvazinin bir ‘iç mücadelesi’ olarak yatay eksenli bir sınıflar mücadelesinin çerçevesi içinde görmeli. Zira AKP-Erdoğan iktidarı, ilk günlerinden başlayarak bugüne dek yaygın şekilde bir kültür-ideoloji hatta daha özel olarak din-laiklik kavgası içinde analiz edildi ve bu eksik analiz, sayısız siyasal yenilgilerle dolu nafile bir miras bıraktı.

(...)

AKP, 12 Eylül’ün öncelikle işçi sınıfını hedef alan, ama öğretmen, mühendis, hekim, avukat gibi meslek sahiplerine de uzanan emek karşıtı taarruzunun hem fiziki hem de imgesel bir sonucudur. 12 Eylülcülerin, büyük sermayenin içtenlikli alkışları eşliğinde ve zorbalıkla, kan dökerek düzlediği alanda; mücadele araç ve yöntemlerinden uzak tutulmuş, Anadolu’dan ucuz işgücü olarak gelip yığıldıkları büyük kent banliyölerinde dinci ve milliyetçi ağlarca kuşatılmış yeni emekçi bölüklerinin rızasını kazanma mahareti göstermiştir. AKP’yi Türkiye’de sermaye sınıfının tüm fraksiyonları için –özellikle de başlangıçta– cazip hale getiren temel etkenlerden biri budur. AKP-Erdoğan, Türkiye’de 90’lardan itibaren sarsılan ve 2000’ler başında iyiden iyiye çözülmeye başlayan neoliberal hegemonyanın, işçi sınıfı ve geniş halk kesimleri üzerinde yeniden tesis edilmesini sağladı. Bir sözde kültür savaşı, ‘vesayete karşı sessiz çoğunluk’, ‘merkeze karşı çevre’ gibi iç gıcıklayıcı tavus kuşu desenleriyle çarpıtılarak anlatılan bu ‘tesis’; bir yandan emekçi sınıfların oy vermeye, seçmenliğe indirgenmiş rızasını devşirirken bir yandan da emeğe karşı eşi benzeri görülmemiş bir fiziki saldırı yürüttü. Ücretlerde ağır kayıplar, güvencesiz çalışmanın kamu da dahil tüm alanlara büyük bir meşrulukla yayılması, iş güvenliği konusunda neredeyse düşmanca bir tutumla on binlerce işçinin canını alacak bir emek cehenneminin inşası… (İSİG verilerine göre 20 yılda 30 binin üzerinde işçi can verdi.)

***

İkinci olarak AKP, sermaye sınıfının iki farklı kesimi arasındaki bir gerilim ve mücadelenin de seyrinde yer almıştır. Bunu daha somut anlatabilmek için 12 yıl önceye ait bir anekdotu aktarmakta yarar var.

9 Eylül 2010 Perşembe… Tayyip Erdoğan akşam saatlerinde Atv canlı yayınında 'Başbakan ile Gündem Özel' adlı programın konuğu. Erdoğan’a ‘soru’ soranlar ise Sabah yazarları Mehmet Barlas, Süleyman Yaşar ve Hasan Bülent Kahraman. Gündem üç gün sonra yapılacak anayasa referandumu elbette. Erdoğan, referandum konusunda o güne dek açık tutum bildirmemiş olan TÜSİAD için bir süre önce 'bitaraf olan bertaraf olur' demiş ve TÜSİAD da bir basın açıklamasıyla buna karşılık vermiş. Mehmet Barlas bununla ilgili, 'İstanbul sermayesinin sizinle alıp veremediği nedir' diye özetlenebilecek bir ‘soru’ soruyor. Ve Erdoğan –dikkatle okuyunuz lütfen– şu çarpıcı karşılığı veriyor:

'İstanbul sermayesi nedense işin başından itibaren bizimle para kazanmada anlaştı ama siyasette anlaşamadı. Bunu da zaman zaman itiraf ettiler. 'Biz bire beş kazandık, ama sizi siyaseten destekleyemeyiz, bizim siyasi kanaatimiz bu.'

[…] Anadolu sermayesini aralarına almadılar. Yeni yeni 'Anadolu sermayesini de aramıza katalım mı' diye bunu kendi aralarında müzakere ediyorlar. Orada da seçkinci davranıyorlar.

[…] Fakat isteseler de istemeseler de Türkiye'de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı. Türkiye'nin dört bir yanında ihracat üç-beş sene öncesiyle mukayese edilmeyecek derecede bir sıçrama gösteriyor. Şimdi bu belki de zaman zaman bunları ürkütüyor. Örneğin bir Konya'da, Kayseri'de, Aksaray'da artık dünyaca önemli markaların parçaları üretilir hale geldi.

[…] Burada şöyle bir hazımsızlık da olabilir. Biz bunları çok ciddi takip ediyoruz o da şu; Anadolu sermayesi hiçbir dönemde hiçbir devirde olmadığı şekilde dünyaya açılıyor. TÜSİAD artık bazı şeylere de kendisinin alışması lazım.'

O esnada henüz üç gün var, ama 12 Eylül’deki müstakbel referandumu AKP-Cemaat ittifakının kazanacağı büyük oranda belli olmuşken verilen, oldukça açık sözlü bir demeç. ‘Reis’, adını eski Türkiye koyduğu limandan artık avara ettiğini ve amaçladığı dönüşümlere tam yol ileri gittiğini düşünüyor. Büyük oranda haklı. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı krizini ve e-muhtıra olarak adlandırılacak meydan okumayı ‘alt etmiş’; Ergenekon operasyonlarıyla o dönemki muhalefetine hem fiziksel zarar hem de büyük bir gözdağı vermiş; Balyoz operasyonlarıyla ‘kendisi için en büyük tehdit’ olarak gördüğü TSK’ya taarruz etmiş; 2008 krizini ‘teğet geçecek’ söylemiyle ve ‘dolar yağmuru’ndan nasiplenerek atlatmış…

Kısa sürede müthiş bir performans.

Bu büyük özgüvenle, hücuma devam ediyor. Büyük burjuvaziyle müzakere ediyor. 'İşin başından itibaren bizimle para kazanmada anlaştılar, ama siyasette anlaşamadılar' diyor. Halkımızın demesiyle, yaprağı yerken kırt kırt, sapına gelince mee…

Erdoğan, neredeyse organik olarak temsil ettiği –o esnada devlet olanaklarının da yardımıyla hızla büyümekte olan– küçük ve orta sermayenin İslamcı-muhafazakâr katmanlarına ait tüm ihtirasları ve dünya görüşünü neşrediyor bu konuşmada. Aslında 2008’den beri kopmakta olan ilişkileri hakkında, İstanbul sermayesinin hiçbir zaman sahip olmadığı bir açıklıkla konuşuyor. Ve belki de en kritik mesajını veriyor: 'Türkiye'de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı.' Gösterişli siyasal başarılara imkân veren iktisadi dönüşümlerin açık bir ifadesi. Bu söz, ‘Bizimle para kazanmada anlaştılar, ama siyaseten anlaşmadılar’ sözüyle birlikte okunduğunda, Erdoğan’ın o anlaşmazlığa dair meydan okuduğu açıktır…

2010 sonbaharındaki bu an, AKP’nin Türkiye’yi yönetmeye dönük siyasal stratejisinin, işaretleri çok önceden beri görünmekte olan bir yöne artık alenen döndüğü bir momentum ifade eder: AKP-Erdoğan’ın özgül neoliberal-otoriter iktidarının kütlesi de hızı da artacaktır artık.

***

20 yaşındaki AKP-Erdoğan iktidarı, geçirdiği tüm fazlar bir yana, hem emeğe karşı sermayenin birleşik çıkarlarını temsil eden bir çatı organizasyonu; hem de sermayenin farklı kesimlerinin farklılaşan, kimi zaman çatışan çıkarları karşısında bir cephe organizasyonu oldu. Bugün gelinen noktada, 20 yıla yakın süre boyunca bir şekilde taşıdığı bu kullanışlılığı ve kapsayıcılığı artık taşımadığına dair işaretler, hem toplumun çeşitli kesimlerinden ve emekten hem de sermayenin farklı kesimlerinden giderek artan bir frekansla geliyor." (YAZININ TAMAMI)