Bazılarımızın karakteridir. Ne yapsak değişmez. Birileri bir
kabahat işlediğinde ya da bir ayıp ortalığa saçıldığında, bunu
yapan kişi yerine mahcup oluruz. Daha fazla utandırmamak için
başımızı çevirip ortalığa saçılan inci tanelerini ve istiridyeleri
görmezden geliriz. Oysa bazı vatan, millet ve de Sakarya
sevdalılarının yapıp ettiğinin görmezden gelinecek ya da saklanacak
tarafı kalmamıştır. Kendileri de hiçbir yere sığamıyordur artık. Ne
beşiğe, ne eşiğe...
Buyrun sırasıylan gidelim. Bu hafta olanlara bir bakalım.
AKP Sakarya Milletvekili Kenan Sofuoğlu Tayland'da saatini
çaldırmış. Önce olabilir, insanlık hali diyorsun. İnsan saatini de
çaldırır, parasını da... Fakat minnoşum, havaalanında yüz binlerce
liralık saat çaldırmak da nedir, çıkarıp lavaboya mı koydun saati,
x-ray cihazından geçerken tepside mi unuttun? Ne yaptın?
Bu saat öyle böyle değil sayın okuyucular; 560 bin TL değerinde
bir Hublot marka saat. Kulağa epeyce
tıknaz gelse de, marka adı maalesef bu. Yüz binlerce liralık
saatler üretip adını Hublot koymak için bu tıknazlığın aileden
geliyor olması şart. Başka türlü olmaz. Web sitesine gittim derhal.
Evire çevire baktım. Vallahi görkemden yıkılıyor. Zenginliğin bu
derecesi korkutucu resmen. Yaratık mısınız, nesiniz? Bir insan
bunca parayı nasıl koluna takıp gezer, taktıktan sonra ne hisseder?
Hublot’nun web sitesini gezerken sanki Empire State binasının
tepesine çıkmışım gibi başım döndü.
Hele Hublot saatleri arasında bir tanesi var ki, adını verip
reklamını yapmayayım şimdi ama insan göz kamaşmasından bakamıyor.
Altın kasa üzerine dizilmiş elmaslar, elmaslar. Kraliçe
Elizabeth’in en gösterişli tacında bu kadar taş yok... Bunlar hep
özel edisyon, sınırlı üretim. Neyse, çok da tanımadığım bu sahada
top koşturmayı bırakayım. Hublot beni aşıyor. Sadece tarama
faaliyetlerim sırasında “hublot” tıknazlığının aile adından filan
gelmediğini, gemi ya da denizaltılarda olan türden küçük yuvarlak
pencerelerin “hublot” olarak adlandırıldığını öğrendim. Ay bu
muymuş dedim sonra. Bizim banyonun penceresi de bir hublot! Hüblo
mu okunuyormuş neymiş. Pehhh.
İşte böyle dolandım durdum zenginin Hublot’sunun sayfasında.
Tesadüf bu ya, dün akşam üzeri, ismi lazım olmayan bir markanın
mağazasında çok beğendiğim ve yüzde 70 alpaka olduğu iddia edilen
yünlü bir mantonun etrafında dönüp durmuştum. Satış görevlisi kredi
kartına altı ila sekiz taksit yapılabileceğini, mantoyu kaçırmamam
gerektiğini, içinde bir İngilizce öğretmeni kadar asil göründüğümü
(!) söyledi. Vallahi aynen böyle söyledi. Dedim ki “İngiliz gibi
asil deseniz belki biraz anlayacağım da, İngilizce öğretmeni
asaleti ne demek?” Satış görevlisi, “aaa hiç öyle değil, bakın
bilhassa büyük şehirlerdeki liselerde görev yapan İngilizce
öğretmenleri çok asil bir duruşa sahiptir.” Asaletime asalet katma
vaadine ve yüzde 70 ucuzlamış olmasına rağmen almadım mantoyu.
Ayrıca bu yüzde 70’lik indirim masalına da pek inanmadım. O kadar
büyük bir indirime konu olmuş bir ürünün neredeyse bedavaya gelmesi
gerekmez miydi? Sınırlı ekonomi bilgim kulağıma bunu fısıldıyordu.
Oysa bir Hublot saatinin binde biri fiyatında olsa da, bu manto
yine de benim kıymık kadar emekli maaşım yanında neredeyse bir
servete denk düşüyordu. Neyse daha da dağılmadan başladığımız
Hublot noktasına dönersek, vekil arkadaş 560 bin TL değerinde özel
edisyon Hublot takıyormuş. Bundan sonra dilimize, “Hublot takıyor
Hublot, Alexander von Humboldt” diye bir tekerleme eklense
yeridir.
Haftanın olayları bundan ibaret değildi sayın seyirciler.
Üstelik Hublot saatli Kenan Sofuoğlu garibime gelinceye kadar daha
neler neler vardı. O hiç değilse beş kez dünya şampiyonu olmuş,
kelle koltukta bir motor sporcusu olarak kazanmış bunca parayı.
Bugün hangi dünya şampiyonu sporcu deli saatler takıp, deli
arabalar kullanmıyor ki? Onun en büyük hatası bu saati kaybettiğini
sessiz sedasız kabullenip kendi kendine çare arayacağına,
Instagramlarda ağıt yakması, 560 bin TL değerindeki saatin “manevi”
değerinden söz etmesi oldu. 560 bin TL’lik maddi kıymet yanında
maneviyat biraz komik kaçtı. Demem o ki çok da hırpalamayalım bu
Sofuoğlu’nu.
Bu hafta Erdoğan’ın eski bir miting konuşması da akıl almaz yeni
bir olay nedeniyle tekrar gündeme geldi. Bu konuşmasında Erdoğan,
“Ağızlarından düşmeyen tek şey var işsizlik işsizlik… Doğru,
işsizlik de var ama sen yüzde 12’yi konuşuyorsun da, yüzde 88 iş
sahibi olmayı neden konuşmuyorsun?” demiş. Öyle ya niye
konuşmuyorsun? Sayın Cumhurbaşkanımızın rahatlıkla hesabını
sorabileceği çok şey var. Hızlı tren kazası oluyor, 50 kişi
hayatını maalesef kaybediyor, o 50 kişiyi günlerce konuşuyorsun da
aynı güzergahta sağ salim yola devam eden onca insanı niye
konuşmuyorsun?
Söz konusu videonun yeniden dolaşıma girmesi de Sabah gazetesi
sayesinde olmuş. Zira Sabah, Güldür Güldür şovun bu ve benzeri
konuları hicveden “yandaş basın” skecini, “algı yönetimi” diye
diline dolamış. Sabah’ta biraz izan olsa “algı yönetimi” lafını
milli söz dağarcığından tümüyle sildirir ki, üyesi olduğu yandaş
basının en birinci vazifesinin bu olduğunu külliyen unutalım.
Düpedüz izansızlık, ayrıyeten de pervasızlık...
Haftanın pervasızlıkları bununla bitmedi. Tarım ve Orman Bakanı
Bekir Pakdemirli Amasya’da partililere seslenirken muhalefet
partileri için açık ve seçik biçimde “Adiler!” dedi. “Bu adilere
sandıkta gereken cevabı verecek misiniz?” diye sordu. Bu hakaret üzerine başka
bir yorum yapamayacağım...
Haftanın esas incileri nedense Gaziantep’te saçıldı. Gaziray
test sürüşü sırasında AKP heyetinden biri çevrede toplananlara el
sallayıp bir karşılık alamayınca, “Şeyin trene baktığı gibi
bakıyorlar” dedi. Konuyla ilişkili olarak, AKP Gaziantep
Milletvekili Ahmet Uzer’in açıklaması gecikmedi. Bu sözlerin
“Sevinç ve gururun yaşattığı aşırı coşku haliyle” sarf edildiğini,
niyetin kötü olmadığını ifade etti.
Gaziantep’te heyecan ve coşkunun verdiği baş dönmesiyle tuhaf
dil sürçmeleri de yaşanmış galiba. Her ne kadar birçok yerde video
linki kaldırılmış olsa da AKP'nin Gaziantep Büyükşehir Belediye
Başkan Adayı Fatma Şahin’in seçmenlere hitap ederken, “Dağları
deliyoruz, Ferhat’ın Şirin’i deldiği gibi” dediği söyleniyor.
Olanlar dil sürçmeleriyle de kalmadı. İçişleri Bakanı Süleyman
Soylu, tarihimizde bakanlık görevi üstlenmiş hiç kimsede benzerini
görmediğimiz bir üslupla, muhalif siyasetçilere, muhalefet
partilerine ve partililere hakaret yağdırmaya devam etti. Soylu
-belki yine sevinç ve gururun verdiği aşırı coşku haliyle- Beyoğlu
Belediye Başkan Adayı Alper Taş’a “Apo’nun uşağı, alçak!” dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun
“Bunlar alçak, bunlar terörist, bunlar korkak, bunlar yüzsüz,
bunlar ateist” hakaretleriyle hedefe aldıkları arasında HDP’liler,
CHP’liler, kadınlar, akademisyenler ve akla gelebilecek her türlü
muhalefet yine vardı. Muhalif olmak bu korkunç nefret dilinin
hedefi olmak için yeterliydi.
HDP’li yurttaşların “HDP’ye oy verenlere değil, HDP’yi
yönetenlere terörist diyorum” sözlerinin hiçbir kelimesine razı ya
da ikna olması için hiçbir neden yoktu kısacası. Milyonların oy
verdiği ve de vermeye devam edeceği siyasetçilere terörist demekle,
oy verenlerin kendilerine bunu söylemek arasında bir fark varsa
açıklasınlar. Öyle dedim, böyle dedimle olmuyor. Seçmen iradesi bu
kadar aşağılanabilir mi diye soracağım ki, toplumun neredeyse
yarısını temsil eden siyasi partilerin oluşturduğu meşru bir
ittifaka, “Zillet ittifakı” demeleri aklıma geliyor. Zillet. Aşağılanmış, hor
görülmüş, hastalıklıların ittifakı... “Millet” sözcüğünden dil
oyunuyla “zillet” türetenlerin vatan, millet sevdasını da Dr.
Bağçalı hesap etsin artık.
Seçime üç gün kala hamasetin de, hakaretin de dibine vurmuş gibi
görünen bir dil sürüyor ve sürçüyor AKP’de.
En son Binali Yıldırım rahvan gitmiş, “İstanbul’un geleceği
için, evlatlarımızın geleceği için herkesten destek istiyoruz. Buna
HDP’ye oy verenler de dahil. Benim dediğim şu: HDP aday
göstermediğine göre, HDP’lileri bağlayacak bir şey yok. Pekala beni
destekleyebilirler” demiş.
Bu konuşmadaki “dahil” ve "pekâlâ"ya dikkat: “Kürtler dahil
pekâlâ...”
Seçime üç gün kala yeterince iyi anlaşıldı mı?