Türk siyasî tarihi devlet-hükümet ya da iktidar-hükümet kavramlarını ve bunlardaki değişimleri anlayabilmemiz için somut deneyimlere sahiptir. En iyi örneklerden birisi Demokrat Parti (DP), diğeri halen izlediğimiz AKP. Her ikisinde de hem politik hem de ideolojik olarak muhalefette eleştirdikleri devlet kurumunu, yönetmeye başladıkları zaman, eleştirdikleri ne ise o oldular. Siyasî tarih de bunu kayıt altına aldı. Yani devlet-hükümet arasındaki farkları kaldırdılar ve bunları birleştirerek iktidar, yani devletin bizzat kendisi oldular. DP ile AKP’nin de başlangıç, gelişme ve sonuç bölümleri, süreleri doğal olarak aradan geçen zaman nedeniyle farklı olsa da değişimleri hemen hemen aynıydı. Bu aslında sağ siyaset açısından da ciddi bir patinaja işaret etmektedir. AKP’nin 20 yıllık hikayesine devam edelim.
Erdoğan Başbakan olduktan sonra Gül yardımcılığına geçti. Bülent Arınç, kendisinin önüne set çekilmeye çalışılmasına karşın TBMM Başkanlığı koltuğuna oturdu. Erdoğan, devlet içindeki yapılarla uzlaşma halinde hedefine ilerlemek istiyordu. Bu nedenle o dönem bir tür “joker” görevi yüklenebilecek isimlerden birisinin Meclis Başkanı olmasını istiyordu. Mümkünse eşinin başı açık olan birisinin (Aynı nitelikli aday arayışına cumhurbaşkanlığında da tanıklık ettik). Gül ile Abdullatif Şener Başbakan Yardımcısı olmuştu. MGK’da çoğunluğu sağlayabilmek için anayasal haklarını sonuna kadar kullanıp 4 Başbakan Yardımcısı atanmıştı. Bülent Arınç parti grubundan aldığı destek ile TBMM Başkanlığına aday olduğunu açıkladı. Geri adım atmadı ve o koltuğa oturdu. Kaderin ilginç bir cilvesi olarak, o koltuktan, yola birlikte çıktıkları Gül’ün cumhurbaşkanı adayı olabilmesi için kalktı. Arınç, Gül ve Şener yola birlikte çıkmış olmalarına karşın hep Erdoğan’ın muhtelif dirençleriyle karşılaştılar. Şener buna ilk yüksek sesle itiraz eden isim oldu. Özelleştirmelerle ilgili olarak üzerine baskı gelince buna sert bir biçimde itiraz etti, milletvekilliğine aday olmayacağını açıkladı. Şener bu süreci anlatırken, Erdoğan’ın özelleştirmelere onay vermediği için kendisine 2 ay küstüğünü, konuşmadığını aktardı. O dönem sıkıntı yaratan kararlardan birisi Telekom’un özelleştirilmesi, diğeri de Galataport ihalesiydi. Şener o süreç sonrasında ayrılmaya karar vermiş ama seçimlere kadar beklemişti. Başbakan yardımcılığı koltuğunu bırakan Şener’i Erdoğan ve Gül ikna edemediler ve Şener partiden ayrılarak kendisi 25 Mayıs 2009 tarihinde Türkiye Partisi’ni kurdu. Şener’in istifası üzerine AKP’de hep komplo teorileri dillendirildi ve “devlet içindeki güçler” gerekçe gösterilerek, ilkesel olarak itiraz ettiği özelleştirmeler, bunların ödenmeyen taksitleri ve ihalelere ilişkin iddiaların üstü örtüldü. Çok bilinen bir yöntemdi bu aslında. Biz biraz geç öğrendik.
AKP ilk ciddi krizini, adı tarihi ile anılan 1 Mart tezkeresinde yaşadı (ABD askerlerinin Irak’a operasyon yapabilmesi için Türkiye’den geçmesi ve Türkiye’de kalabilmesine olanak tanıyacak izin). Devlet yönetmenin ilk ciddi sınavı karşılarında duruyordu. Asker, AKP’ye “nereye kadar güveneceğini” bilemediği için kesin hüküm ortaya koymadı. ABD ile Bülent Ecevit döneminde başlayan bir gerilim de devam ediyordu. Askerler ABD’lilerle görüşmüyordu. AKP bu konuda karar alabilmek için çok yalnız kalmıştı. Millî Görüş refleksi 'hayır' için harekete geçerken, devleti yönetme iddiası başka bir tercihi zorluyordu. Gül tezkere için bastırmadı, danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun önünü açarak 'hayır' için kulis yaptırdı. Bu sırada da Ali Babacan başkanlığındaki bir heyeti de ABD’ye göndererek tezkere karşılığında neler elde edebileceklerine ilişkin pazarlık yaptırdı. Bu pazarlık sonuçsuz kaldı. Hükümet içinde Hüseyin Çelik, Ertuğrul Yalçınbayır, Zeki Ergezen açık olarak karşı olduklarını açıkladılar, tezkerenin TBMM’ye sevk edilebilmesi için imza attıklarını ama ‘hayır’ oyu vereceklerini söylediler. Bir başka hayırcı da TBMM Başkanı Arınç’tı. Onun tercihi AKP’li pek çok milletvekilini cesaretlendirdi. Tam bu ortamda Erdoğan ABD’lilerin kendisi ile temas kurması üzerine devreye girdi ve ‘evet’ için çok yoğun bir ikna çalışması yaptı. Ama tezkere yeterli oy oranına ulaşamadı ve reddedildi.
İşte kriz yeni başlıyordu. ABD’lilerin kendisine ilettiği bilgiler nedeniyle bakanlar kurulu salonunun dinlendiği hissine kapılan Erdoğan, başbakan olur olmaz her yeri yıktırarak böcek araması yaptırdı. Tezkere ile ilgili olarak bugün tarafların tutumlarını devam ettirdiğini görüyoruz. Gül, Arınç, Davutoğlu ‘geçmemesi iyi oldu’ derken, Erdoğan tezkerenin geçmemesinin hata olduğunu düşünüyor. 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi AKP hükümetinin, bir siyasi irade olarak tüm dünyada da kabulüne neden oldu. Hükümetine rağmen, ‘ABD’ye hayır’ diyen bir parlamentonun varlığı AB ülkelerini de demokrasi açısından umutlandırdı. Ortadoğu’nun ise bir anda kahraman ülkesi haline geldi Türkiye. Tabii bunun yanında, AKP hükümetinin yönetemeyeceği pek çok da sorun getirdi. Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi dahil.
AB üyelik süreci AKP hükümetinin o dönemki en güvenli yol haritasıydı ve onu takip etti. Süreçle ilgili atılan adımlar ve buna ana muhalefetin de destek vermesiyle, TBMM’de seçmenin yarısının temsil edilmemesine karşın AKP iktidarı epeyce yol kat etti. Ekonomi dünyasında para miktarının bollaşması ve kendisine güvenli liman arayışı, Kemal Derviş’in devletin gelirlerini arttıran, bütçe disiplini getiren ve bunu uzun süre IMF denetiminde yapan süreci içinde AKP iktidarı bu tabloyu iyi yönetti. Ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi sona erdi. Sezer ile sıkıntılı bir süreç yaşamışlardı ama hiçbir zaman bunu kriz haline dönüştürmemişti AKP iktidarı. 3’lü kararnameler ile yapılan atamalarda tıkandıkları için bürokrasinin tamamına yakını vekalet ile yönetiliyordu. Atamalarda azami dikkat gösteriliyor, cumhurbaşkanının onaylayacağı isim var ise o tercih ediliyordu. Örneğin; eşinin başı kapalı olmasına karşın, birkaç kararnamesi geri dönen Merkez Bankası Başkanlığına Durmuş Yılmaz, kararnamesi hazırlanıp köşke gönderildikten birkaç saat sonra atanmıştı.
Cumhurbaşkanlığı adaylık sürecinde de Erdoğan’ın “sorun çıkarmama” tavrı hakimdi. Parti içindeki “joker”lerden birisinin oraya oturmasını ve bu sürecin sorunsuz geçmesinden yanaydı ve tüm planını bunun üzerine kurdu. O dönem Cumhuriyet Mitingleri düzenlendi. Bu mitingler AKP seçmeninde ve parti grubunda ciddi tepki yarattı. Bu tepki sıradan bir aday yerine “bizden biri” talebini öne çıkardı ve Abdullah Gül aday olarak ortaya çıktı. Erdoğan’ın, “devletin zirvesinde eşi türbanlı 3 isim bulunması tepki yaratır” kaygısı doğrultusunda, Arınç, TBMM Başkanlığından ayrıldı ve yerini merkez sağ kökenli Köksal Toptan’a bıraktı. Arınç Başbakan Yardımcısı oldu. Bu kararları almak burada özetlendiği gibi kolay olmadı, her görüşme ve tartışma ciddi tortular bıraktı. Aday belli olduktan sonra 367 krizi doğdu, ardından -aynı 15 Temmuz gibi “Allah’ın lütfu” diye nitelendirilmese de- Genelkurmay’dan o 'meşhur' bildiri geldi. E-muhtıra olarak adlandırılan bildiri gece yarısı internetten yayınlandı; asker ideal cumhurbaşkanı adayını tarif ederek, “sözde değil özde laik olmalı” dedi. Cumhurbaşkanlığı seçiminin TBMM’deki 2’nci tur oylamasında gelen bu bildirgeye, daha sonra kendisini de çok şaşırtan bir biçimde, AKP çok sert tepki gösterdi. Kriz çıktı. Konjonktür çok iyiydi ve erken seçim kararı alındı, MHP seçim sonrası, şekil şartlarını yerine getirip TBMM Genel Kurul salonuna girerek Gül’ün seçilebilmesine olanak tanıdı. Gül seçildi, ardından cumhurbaşkanını halkın seçeceği anayasal değişiklik için referanduma gidildi. Bu anayasa değişiklik metninde de Erdoğan’ın Gül’e siyasi geleceğinde yer vermeyeceğinin işareti vardı. Mevcut cumhurbaşkanının bir daha seçilmesinin önünü tüm itirazlara rağmen kapatmıştı. Gül tepki koyunca bir kez daha seçilebileceğine ilişkin düzenleme kerhen de olsa yapıldı.
AKP’nin sistemle sınavı bu arada bitmedi. Millî Görüş partileri için bir rutin olan kapatma davası da gündeme geldi. 14 Mart 2008’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın da içinde olduğu 71 kişiye 5 yıllık siyasi yasak talep eden ve AKP’nin kapatılmasına ilişkin iddianameyi hazırlayarak Anayasa Mahkemesine sundu. Mahkeme 31 Mart 2008’de iddianameyi kabul etti ve 4 ayda kararını verdi. Partinin kapatılmasına 6 üye kabul oyu, 5 üye ise ret oyu verdi. Kapatma kararı için gerekli olan nitelikli çoğunluk olmadığı için parti kapatılmadı. "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğu gerekçesiyle, 11 üyenin 10’unun oyuyla partiye Hazine yardımının kesilmesine karar verildi. Buradaki tek karşı oy Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan geldi. Mahkemenin bir başka kararına yansıyan görüşleri nedeniyle muhafazakâr bakışıyla bilinen üye Sacit Adalı da kabul oyu verdi. Partinin kapatılması için oy kullanan üyelerden birisinin bugün Saray danışmanı olarak görev yaptığını da not düşelim. Davanın raportörü Osman Can, verdiği “kapatılmamalı” görüşünü içeren raporu sonrasında önce AKP MKYK üyesi oldu, tekrarlanan 2015 seçimlerinde kısa dönem AKP milletvekili olarak görev yaptı. Daha sonra AKP’den ayrıldı.
Kapatma davasının bence bu yazıda en önemli noktası, kapatma gerekçelerine karşın AKP’nin ileriye dönüp ifade ettiği vaatler. 7 Nisan 2008 tarihinde toplanan AKP Merkez Yürütme Kurulu savunma stratejisinin ana hatlarını belirledi ve bunun mahkemeye sunulmasına karar verdi. Mahkemeye iletilen kararda, toplumda oluşan laiklikle ilgili kaygıların giderilmesi için her türlü düzenlemenin yapılacağı, muhalefeti de bu sürecin mutlak bir paydaşı olarak yanına alacağı, Erdoğan’ın da bizzat bu süreci kendisinin yöneteceği belirtilmişti. 20 yıllık AKP hikayesinin en bilinen yanını da burada tekrar görüyoruz; o an için ne gerekli ise yapılabilir, sonrası hiç önemli değil.
Takvim yaprakları 12 Haziran 2007’yi gösterdiğinde, Türkiye’de sistem dengelerini yerinden oynatacak bir operasyon için düğmeye basıldı. O güne kadar politik olarak biraz da mahcup AKP’ye destek veren Fetullah Gülen cemaati, devlet içindeki kadrolarıyla ortaya çıkarak ve iktidar adına görev üstlenerek ordu içinde muazzam bir tasfiye ile sonuçlanacak Ergenekon operasyonunu Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el bombaları ile başlattı. 25 Temmuz 2008’de açılan dava 2013 yılında sonuçlandı. AKP iktidarının önünü tamamen açtığı ve cemaate teslim ettiği Ergenekon davasında pek çok soruşturma ve buna ek olarak dava açıldı. Bu davaların hemen hemen tamamıyla ilgili olarak, dava açan savcı ve hakimler ile soruşturmaları yürüten emniyet görevlileri hakkında kumpas davası açıldı. Davanın savcılığını bizzat Başbakan Erdoğan üstlenirken, avukatlığını da ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal’ın üstlenmesi ile davaların hukuki değil politik olduğu da net bir biçimde ortaya çıktı.
Ergenekon ve onu takip eden davaların hepsinde büyük hukuki skandallar yaşandı. En temel hukuki kural olan masuniyet karinesi yok edildi, gizli tanık ve sahte delillerle ve davayla ilgisi olmayan muhtelif muhalif isimleri bir biçimde davaya dahil etme niyetleriyle, mesele tam bir hukuki faciaya dönüştü. Çok sayıda yetişmiş deneyimli asker bu süreçte tasfiye edildi. Ergenekon içine inandırıcı olması için yerleştirilen kriminal tipler ve onların devlet adına yaptıklarını söyledikleri yasadışı işlerin tamamı da arada kayboldu gitti. Bu dava süreçlerinin en dramatik olanı ise Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un çete yöneticisi olmaktan tutuklanarak yargılanmasıydı. Erdoğan bu tutuklamaya itiraz etmiş olsa da tutuklamayı yapan ve sonra FETÖ davasından tutuklanan dönemin aktörleri, her şeyi Erdoğan’ın bilgisi dahilinde yaptıklarını ileri sürdüler.
Ergenekon sürecini doğal olarak, Erdoğan’ın bir övünme meselesi gibi anlattığı “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı” için ulusalcı komutanları tasfiye aracı olarak nitelendirenler de olmadı değil. Ergenekon davasında örgütün siyasi kanadı olduğu iddiasıyla yargılanan Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek de bugün iktidarı muhtelif meselelerde destekliyor.
Ergenekon mevzusu hayli uzun, çünkü süreç halen devam ediyor.
Devam edecek...