Demokrasiye dayanan siyasal sistemlerin en temel özelliği güçler ayrılığıdır. Yargı, yasama ve yürütme birbirinden ayrı olarak muhtelif meselelerde karar alabilmeli ve irade ortaya koyabilmelidir. Bu, birbirlerini hukuk içinde denetleyebilmeleri için de koşuldur. Türkiye’de de tarif edilen demokrasi budur. Yakın siyasi tarihimizde parlamentonun, TBMM’de azınlığa düşen hükümetleri bitirdiği deneyimi de vardır. Hatta tek parti döneminde de DP’nin ilk iktidar yıllarında da hükümetlere, hatta kendi hükümetlerine direnen parlamento çoğunluklarına tanıklık yaptık. Mevcut güçler ayrılığı olarak adlandırılan sistemdeki yaşadığımız sıkıntı kronikti aslında ama görülmezden gelindi. Hükümet kurup güvenoyu alabilmeniz için TBMM’de çoğunluğunuzun bulunması gerekiyor. Yani burada hemen yürütme ile yasama bir araya geliyor, ilk güçler ayrılığı burada bitiyor. Siyasi Partiler Yasası ve parti içi işleyişler, milletvekilleri listelerinin oluşumu, olmayan parti içi demokrasi nedeniyle burada kurulan yasama-yürütme birlikteliği sürekli, hatta bağımlı hale geliyor. Yargı, içinde yer aldığı bürokratik hiyerarşiye karşın yürütmeye çok güçlü olmasa da direnme yeteneğine sahipti. Yürütme ve yasamaya mutlak hâkim olan AKP gözünü, Ergenekon pratiğinin de verdiği cesaretle yargıya dikti. Ona rehberlik yapan ve yargı içinde kısmî de olsa kadrolaşma yolunda aşama kaydetmiş cemaat bulunuyordu. Ve düğmeye basıldı.
İçeriğini bile gölgede bırakarak “yetmez ama evet” savunucuları ile hatırlanan ve hep de eleştirmek için hatırlatılan Anayasa değişiklikleri, güçler ayrımına dayanan, eksik de olsa yürüme imkânı bulunan yargı sistemini tamamen felç etti. Hedef Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üye yapısını, sayılarını ve seçilme yöntemlerini arttırarak değiştirmek ve kendi kontrollerine almaktı. Bu niyeti gizlemek için 12 Eylül darbecilerine yargı dokunulmazlığı getiren geçici 15. maddenin iptali, AYM’ye bireysel başvuru hakkı ve Ombudsmanlık kurulması gibi maddeler de eklenmişti. MHP’nin şiddetle karşı çıktığı anayasa değişiklikleri HDP’nin boykot kararıyla birlikte referandumda yüzde 57’lik bir oyla geçti.
Referandumdan geriye kalan önemli bir not da Devlet Bahçeli’nin, Fetullah Gülen’in “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda evet oyu kullandırmak lazım” açıklamasına “ABD’den gelerek sen oy kullan” çıkışıydı. Değişiklik sonrasında dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, hükümet adına hazırlanan liste ile Başbakan Erdoğan’ın yanına gitti ve listedeki isimlerin hepsinin “Fetullah Gülen” cemaatinden olduğunu söyledi. Erdoğan ise artık bir klasik olan nitelendirme ile “alınları secdeye değen” insanlarla birlikte olacaklarını söyledi. Daha sonraki atamalarda da Ergin ile Erdoğan sık sık karşı karşıya geldi. Cemaatin artık devlet içindeki gücü zirveye yaklaşmıştı. Emniyetin ardından yargıda da istediklerini elde etmişler, bütün kilit noktalara yerleşmişlerdi. Ergenekon sürecinde ordu içinde gerçekleştirdikleri tasfiyeler ile orası da kendi örgütlenmeleri için risk oluşturmuyordu. Artık seçilmiş bir iktidara ihtiyaçları var mıydı? Bunu tartışmaya başlamışlardı. Çünkü iktidar içinde yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmıştı.
Bu anayasa değişikliği öncesinde Erdoğan’ın kendisine bir politik kimlik inşa etmek için yaptığı girişime tanıklık yaptı tüm dünya. Dünyayı özellikle kullandım. Siyasal İslamcı hareketin en önemli hareket noktası ümmet kavramıdır. Erdoğan da hep oradan beslendiği için, AB üyelik sürecini yürütürken gözü hep Ortadoğu’daydı. O nedenle içeriğinden bile haberdar olunmayan “Büyük Ortadoğu Projesi” eş başkanlığının üzerine atlanmıştı. Hep oralarda da bir şeyler olabilme hayali vardı. Ve bunun için planlar hazırlandı. 29 Ocak 2009’da Davos zirvesinin son konuşmasına İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile birlikte katıldı Erdoğan. Anında gelişmiş gibi gösterilse de üzerinde planlı bir şekilde çalışıldığı daha sonra ortaya çıkan bu “one minute” çıkışı bir anda tüm İslam coğrafyasında insanları sokağa, Türk bayrakları ve Erdoğan posterleriyle dökmüştü. Erdoğan daha sonra çıkışının yanlış anlaşıldığını, Peres’e karşı olmadığını anlatmaya çalıştı ama kimseyi ikna edemedi. Ama amaç hasıl olmuş, AKP’nin propaganda işlerini yapan ve 15 Temmuz’da öldürülen Erol Olçok’n organizasyonuyla Erdoğan posterleri birkaç günlüğüne de olsa Arapların ellerinde meydan meydan dalgalanmıştı.
İsrail ile ilişkilerin en gergin olduğu dönemde 31 Mayıs 2010'da Mavi Marmara katliamı yaşandı. İktidarın yola çıkana kadar desteklediği gemiye İsrail askerleri baskın yaptı ve 10 aktivist öldürüldü. Erdoğan gidenleri “bana mı sordular giderken” diye eleştirirken, olaydan 3 yıl sonra yerine ne kadar ulaştığı belli olmayan bir biçimsel özür gelmişti İsrail’den tazminat ile birlikte. İslamcılığın iktidar hallerine çok iyi bir örnektir Mavi Marmara meselesi.
Ardından AKP’nin “Arap baharı” sınavı başladı ve hepsi gibi ilk sorular çalışmadığı, hazırlıklı olmadığı yerden geldi. Örneğin; Libya’da olaylar başlayınca NATO’nun hava operasyonu yapmasına ilişkin olarak ilk gün “NATO’nun ne işi var orada” derken, hemen ertesi gün “NATO uçakları İzmir’i kullansın” diye operasyona yeşil ışık yaktı. AKP iktidarının direksiyonundaki Türkiye için bu yaklaşım artık resmi dış politika haline gelmişti. Bunun daha kalınını büyük maliyet ödeyerek Suriye’de de yaşadık.
15 Mart 2011'de, Cuma namazı çıkışı Şam ve Dera'da protesto gösterileri düzenlendi. Suriye Devlet Başkanı Esad bunu sert bir biçimde bastırdı, onlarca insan öldü. 30 Temmuz'da, çoğu ordudan ayrılan subaylardan oluşan Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) kurulduğu duyuruldu. Türkiye ile Körfez ülkelerinin de bu oluşuma katkısı oldu. 9 Ağustos 2011’de son dönem ortak bakanlar kurulu toplayacak, tatil yapacak kadar iyi ilişkiler kurulan Esad ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 8 saat süren bir görüşme yaptı. Türkiye o dönem İhvan hareketinin önünü açmaya çalışan bir görüntü içindeydi. Katar ve Arabistan’ın doğalgaz ile petrolünü Suriye üzerinden boru hatlarıyla Türkiye’ye getirmek, oradan da Avrupa’ya pazarlamak da bir proje olarak ortada duruyordu. Bunun için Avrupa’nın en önemli tedarikçisi Rusya’ya bağlı olan Esad rejimin yıkılması gerekiyordu. Politik ve ekonomik bu iki plana da Esad ile birlikte Rusya ve İran doğal olarak direnecekti. Bakanlar kurulunda konu hakkında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, BAAS rejimi üzerinden inşa edilen Arap ulus devleti olarak Suriye’nin yıkılmayacağından ve Türkiye’nin elini buraya sokmasının sakıncalarından söz edince, Başbakan Erdoğan’ın “birkaç aya kadar Esad orada kalmayacak” sözlerini Davutoğlu “birkaç hafta” diye düzeltmişti. Daha sonra meseleye dahil olan ABD ile “eğit donat” projesiyle Esad karşıtlarına her türlü destek sağlanmasına aracılık eden Türkiye, bunun karşılığında sınırları içinde 6 milyon göçmen ile ne zaman ortaya çıkacakları bilinmeyen cihatçı teröristlere ev sahipliği yapmaya başladı. Başka ülkelerin "terörist" olarak nitelediği kişilere "özgürlük savaşçısı" iddiasıyla destek veren Türkiye, kendisinin "terörist" olarak nitelediklerine "özgürlük savaşçısı" denmesinin yolunu açtı.
Türkiye’nin Mısır diplomasisi, o ünlü Rabia işareti ile ifade edilen fiyaskoyla sonuçlandı. Körfez ülkelerinden sadece -ekonomik nedenlerle- Katar’la dost kalındı. Türk turistlerini büyük coşkuyla karşılayan Ortadoğu ülkelerine Dışişleri Bakanlığı, var olan tehditler nedeniyle turist olarak gidilmemesi çağrısı yaptı. Arabistan Türk hacı adayı kabul etmedi, Türk ürünlerine boykot uyguladı. Siyasal İslamcı refleks ve tarihsel bağlar kurularak uygulanmak istenilen akademik fanteziler Türkiye’ye çok büyük fatura çıkardı. Cumhuriyetin, Osmanlı deneyimlerini veri kabul ederek oluşturduğu, güvene dayalı Ortadoğu politikası yok sayıldı ve komşularla sıfır sorun sloganı ile çıkılan yolda tüm komşularla sorunlu hale gelindi.
MİT’in PKK’ya yönelik büyük bir operasyon planının masaya yatırıldığı 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski’de savaş uçaklarının bombalarıyla 38 köylü öldürüldü. Mesele tam boyutlarıyla tartışılmadan cemaat savcıları, iktidarın kadrolaşmasına izin vermedikleri kurum MİT’e operasyon başlattı. Dönemin İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya tarafından MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın da aralarında bulunduğu istihbarat görevlilerinin 7 Şubat 2012'de ifadeye çağrılmasıyla başlayan krizde, siyasi iktidarın olaya müdahalesiyle yapılan yasa değişikliğiyle, MİT görevlilerinin soruşturulması izni Başbakanlığa bırakıldı. MİT krizinde ilk kez cemaat ile AKP açık bir biçimde birbirleriyle mücadeleye başlamışlardı. İkisi de birbirlerinin gücünün farkında değildi ve bunu öğrenmek istiyorlardı. Hükümet hemen dershaneler yasasıyla hamle yaptı, kilit noktalardaki cemaat kadrolarını teker teker etkisizleştirmeye başladı. Bu arada da AKP ile cemaatin arasını bulmak, aralarında bir sorun olmadığını göstermek için pek çok isim seferber olmuştu.
İleride faturası kısmen cemaate kesilecek Gezi direnişi 23 Mayıs 2013’te başladı. Cemaat medyası ile iktidar Gezi'ye şiddetle karşıydı. Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Yardımcısı ve Erdoğan yurt dışında olduğu için başbakana kısa bir dönem vekalet eden Arınç, eylemcilerin dinlenmesi ve diyalogla meselenin çözülmesini savundular. Medyasına karşı biraz zaman geçtikten sonra Fetullah Gülen’den de yapıcı açıklamalar geldi ve böylece saflar belirginleşti. Uzlaşma yanlısı dönemin valisi ile emniyet müdürü de FETÖ davalarından üzerlerine düşeni yaşadılar ve yargılanıp biri mahkûm oldu, birisi beraat etti. Erdoğan, Arap Baharı olaylarında tanık olduğu için sokak hareketlerinden hep çekindi ve onu kendi kitlesini konsolide etmek için kriminalize ederek kullandı. Gezi’de milyonlarca insanın kendiliklerinden Türkiye’nin bütün kentlerinde -Bayburt hariç- sokağa çıkarak eylem yapmasını Erdoğan hiç dikkate almadı. Bu nitelikli gösterileri hep değersiz göstermeye çalıştı. Gezi direnişine yaklaşımı Erdoğan'ın politik kimliğini nasıl inşa etmek istediğini de Türkiye ile birlikte tüm batı ülkelerine gösterdi. Demokratik ve hukuk devletinden ayrılmak isteyen Erdoğan için Gezi iyi bir yol ayrımı idi. Ve bunu kullandı.
Devam edecek...