AKP’nin bitmeyen projesi: Eğitim yoluyla sınıflı toplumun muhafazası
Israrla akıl, bilim, felsefe yerine dine dayalı bir değerler sistemini, mevcut düzeni muhafaza edecek, yerli ve milli projeleri, dünyayla bağı kopmuş kültür sanat faaliyetlerini öğrencilere dayatıyoruz. Dünya değişiyor, gençler bunun farkında, çağı yakalamak varken geride kalmaya çalışmak niye?
Yirmi milyon ilköğretim ve ortaöğretim öğrencisi bu hafta
eğitime geri döndü. Türkiye nüfusunun çeyreği, dünyada birçok
ülkenin nüfusunun birkaç katına denk gelecek kadar genç insan
becerilerini ve vasıflarını geliştirmek, kendilerini geleceğe
hazırlamak ve umuyoruz ki daha iyi bir toplum düzenine katkıda
bulunmak hedefiyle sınıflarındaki yerlerini aldı. Ancak Milli
Eğitim Bakanlığı, bu akademik yılda da yirmi yıllık yüksek
performansını aratmayacak biçimde neye yarayacağı belli olmayan,
mevcut sorunları ortadan kaldırmaya yanaşmayan birtakım
yeniliklerle öğrencileri karşıladı. Devam zorunluluğu, geçme
notunun yükseltilmesi, yıl tekrarının geri gelmesi, sınavların
ortak tarihte yapılması, cep telefonu kullanımının yasaklanması
gibi pratik değişiklikler eğitimin kalitesini artırmıyor, basit
disiplin girişimleri olmanın ötesinde bir yenilik getirmiyor. Ödül,
ceza, korkutma yerine, niteliğe yönelik girişimler, örneğin ders
saatlerinin, ders içeriklerinin güçlendirilmesi, uygulamalı eğitim
olanaklarının artırılması, müfredatın güncellenmesi konuşulmadıkça
gündemi boş yere meşgul etmekten başka bir işe yaramayacak.
Öğretmenlere önlük giyme “tavsiyesi” vermek yerine, öğretmenlerin
maaşları, sosyal hakları, hizmet içi eğitim imkanları
güçlendirilerek mesleki motivasyonlarını artırmanın yolu aranmalı.
Bu tür tepeden inme, sözde değişikliklerle yaratılan suni gündem,
özdeki eşitsizliklerin üstünü örtmekten başka bir işlev
görmüyor.
EĞİTİMDEKİ TEMEL EŞİTSİZLİKLER
TÜİK’in yayınladığı ulusal
eğitim istatistiklerine göre 2008’den bu yana tüm eğitim
kademelerinde okullaşma ve eğitimi tamamlama oranı arttı. Bu kadar
genel ve yüzeysel bir değerlendirme, tüm aksaklıklara rağmen
eğitimde ilerleme kaydedildiği algısına yol açabilir. Ancak biraz
daha derine inersek, eğitim sisteminin bu kurumsal yapıyla mevcut
eşitsizlikleri nasıl yeniden ürettiğini, devletin elindeki yaygın
altyapı ve bütçeyi kamu yararını önceleyecek, sosyal kalkınmayı
hızlandıracak biçimde kullanmadığını söyleyebiliriz. Sadece
ortaöğretimdeki kurumsal altyapıya bakıldığında 9.194 devlet
okuluna karşılık 3.610 özel okul bulunurken, devlet okullarında
öğrenim gören altı milyon öğrenciye karşılık özel okullarda 563.734
öğrenci öğrenim görüyor. Bu dağılım, tüm özelleştirme çabalarına
rağmen eğitimin hâlâ ağırlıklı olarak devlet merkezli olduğunu
göstermektedir. Ancak rakamları oranladığımızda devlet okullarında
öğretmen başına düşen öğrenci sayısı ortalama 19 iken özel
okullarda aynı oran 9, derslik başına düşen öğrenci sayısı devlette
34 iken özel okullarda 11’dir. Üstelik bu ayrım yalnızca devlet ve
özel okul ayrımı da değil, devlet okullarında da okula bağış
yaparak, farklı biçimlerde destek ve hizmet vererek çocuğunun iyi
bir sınıfa düşmesi, kalabalık olmayan bir sınıfa alınması, ek
derslerden faydalanması için girişimde bulunan veliler var. Devlet
okullarının özel okulların altyapı standartlarını yakalayabilmesi
için ciddi bir yatırım hamlesi gerekiyor. Ancak MEB bütçesinin
GSYİH’ya oranına bakarsak, 2013-2014’te bütçeden alınan pay yüzde
3’ü geçse de 2022 oranı 2008’de görülen yüzde 2,4 seviyesine
gerilemiş durumda. Görünen o ki bir kere daha kriz anında ilk
vazgeçilen eğitim ve öğrenciler oluyor, ama parayı veren düdüğü
çalıyor.
Bir başka eşitsizlik alanı olan cinsiyete göre ortalama eğitim
süresine baktığımızda son on yılda kadınların eğitimdeki yerinin
hâlâ ortalamanın altında ve erkeklerin gerisinde kaldığını
görüyoruz. Nitekim TÜİK’in haritaladığı kadın erkek eğitim
süresinin “cinsiyet oranı” il düzeyinde incelendiğinde eğitimde
toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bölgesel eşitsizlikle bir arada
görmüş oluruz. Kadınların ortalama eğitim süresi batı illerinde
daha yüksekken doğu illerinde ortalamanın gerisinde kalıyor.
İllere göre ortalama eğitim süresinde cinsiyet oranı,
2022
Kadınlar eğitimin tüm kademelerinde erkeklerin gerisinde
kalmanın ötesinde, eğitim düzeyinin en temel düzeyi okur yazarlık
aşamasında ise büyük bir yığılma gösteriyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın
2021-2022 verilerine göre okuma yazma bilmeyen 1.813.671 kişinin
yüzde 87’si kadın. Okuma yazma bilen fakat okul bitirmeyen
kategorisinde yer alan 2.330.414 kişinin yüzde 77’si
kadın. Hâlâ eğitime ulaşamayan milyonlarca kadının, kız
çocuğunun durumu ortadayken Bakan Yusuf Tekin’in çözüme yönelik
olarak “Eğitim sistemimizde karma eğitim esastır, bizim temel
amacımız da okullaşma oranını yükseltmektir, bu nedenle kızlarını
erkek öğrencilerle beraber okutmak istemeyen ailelerin kızlarını da
sisteme çekebilmek için karma eğitimin esas olduğu sistemimizde kız
okulları da açabilmeliyiz.” sözleri ise hayret verici derecede
uygunsuz; bakan bu sözlerle toplumsal cinsiyet eşitliği
hedeflemiyor, tam tersine kadınları gelenek, mahalle baskısı ve
ataerkiden oluşan bir kafese hapsetmek istiyor.
Türkiye yapısal olarak sosyal eşitsizliklerin derin olduğu bir
ülke. Ekonomik krizin etkisiyle giderek derinleşen sınıfsal
eşitsizliğin yanı sıra, kır-kent ayrımından kaynaklanan
eşitsizlikler, altyapı eksikliğine ve politik kısıtlara bağlı
bölgesel eşitsizlik, eğitimde, istihdamda, sosyal haklarda ve
siyasi katılımda kendini gösteren toplumsal cinsiyet eşitsizliği
sürekli karşılaştığımız, herhangi bir toplumsal sorunu çözmekte
çarptığımız duvarlar. Bütün bu eşitsizliklerin karşısındaki en
güçlü politika aracı, en işlevsel kurumsal yapı ise eğitim. Eğitim
sayesinde bireylere vasıf kazandırarak, sosyal becerilerinin,
beşerî sermayelerinin artmasını sağlayarak ekonomik eşitsizlikle
mücadele edersiniz. Kırsalda eğitim altyapısını ihtiyaca göre
kurarak yerel kalkınmayı destekler, göç yollarında bir neslin daha
heba olmasının önüne geçersiniz. Bölgesel eşitsizliğe karşı geri
kalmış bölgelerde eğitim fırsatlarını artırır, eşzamanlı olarak
hayat boyu eğitimle yetişkinlerin sosyal uyumunu güçlendirir,
kimseyi geride bırakmayan bir model geliştirirsiniz. En önemlisi
ise nüfusunun yarısı kadınlardan oluşan ama kadınların yarısından
fazlasının ekonomiye doğrudan katılmadığı bir ülkede kadınların
eğitimini birinci sıraya çıkarırsınız.
Buraya kadar aktarılan eğitim altyapısından, yatırımlardan ve
sosyal koşullardan kaynaklanan eşitsizliklerin yanı sıra eğitimin
içeriği, niteliği ve kapsamı da en az bu koşullar kadar önem
taşıyor. Eğitim sürecine ne kadar farklı bilgi türünü dahil
ederseniz öğrencilere o kadar seçme şansı tanımış olursunuz. Eğitim
müfredatınız ne kadar güncelse, kullandığınız araçlar, etkinlikler,
uygulamalar ne kadar çeşitliyse öğrencilerin bilişsel kapasiteleri
o kadar gelişmiş olur. Ölçme değerlendirme süreçlerinde
öğrencilerin analiz ve sentez becerilerini ortaya koymalarına alan
açarsanız bu sene olduğu gibi 560 kişi LGS’de tam puan yapmaz, ama
daha fazla öğrenci farklılıklarını, özgün becerilerini
sergileyebilir. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için bilim,
eğitimin hem aracı hem de amacı olmalı. Eğitimciler öğrencilerini
bilimsel düşünmeyle, bilimsel yöntemle ve bilimsel bilgiyle
tanıştırabilmek için kendileri de bilimi kullanmalı, bunun
gerektirdiği altyapı ve araçlara, örneğin kitaplara,
veritabanlarına, laboratuvarlara ulaşabilmeli.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın eğitimi ikinci plana iten, eğitim
kurumlarını birer ideolojik aygıta, parti koluna dönüştüren politik
motivasyonu da asıl burada öne çıkıyor. Bir tarafta Milli Eğitim’in
dokunulmaz bileşeni olarak İmam Hatip Liseleri, hâkim ideolojinin
bayraktarlığı dışında bir toplumsal işlev karşılamadan var olmaya
devam ediyor. Toplam 3.451 İmam Hatip Okulu’nda 710.264 öğrenci
eğitim görüyor, öğretmen başına 15 öğrenci ve derslik başına 27
öğrenci ile Türkiye ortalamasından daha düşük yoğunluğa sahip olan
bu okullar, iktidarın savunduğu kadar da tercih edilmiyor. LGS
sınavında başarılı olmayan, özel okulu ücretlerini karşılayamayan
ve ADNKS yerleştirmelerinde tercihlerine yerleşemeyen öğrenciler ya
İmam Hatip Liselerine ya da açık liseye gitmek zorunda kalıyor.
Dolayısıyla bu okullarda beklenen dindar nesil yetişmiyor, vasıfsız
ya da yarı vasıflı ara eleman yetişiyor. Türkiye’de yükselen İslami
sermaye de İslami burjuvazi de bu okulları tercih etmiyor, özel
okul sektörü büyümesine rağmen nedense bir tane bile “Özel İmam
Hatip Lisesi” çıkmıyor. Sonuç olarak İmam Hatip Okulları, eğitimin
sınıfsallığını dini değerler arkasına saklayayım derken tam tersi
gözler önüne seriyor.
İkinci olarak MEB, Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın işbirliği sonucu ortaya çıkan Çevreme Duyarlıyım,
Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi (ÇEDES) ile “millî, ahlaki,
insani, manevi ve kültürel değerlerimizi benimseyen, koruyan ve
geliştiren fertler olmalarına’ ayrıca çağın ve geleceğin
becerileriyle donanmış, bu donanımı insanlık hayrına sarf edebilen,
bilime sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı; millî, ahlaki, insani,
manevi ve kültürel değerlerimizi kendi yaşantılarında inşa etmiş;
akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi, bedensel ve
sosyal bakımdan dengeli bireyler” olması hedefleniyor. Son olarak,
geçtiğimiz ay MEB Tebliğler Dergisi’nde
yayınlanan yenilenmiş Haftalık Ders Çizelgeleri’nde liselerde
haftada iki saat olan din derslerinin bir saat zorunlu seçmeli ve
bir saat de isteğe bağlı seçmeli ders seçeneği ile dört saate kadar
çıkması mümkün olurken, ikinci yabancı dil seçmelisi kaldırıldı,
kültür, sanat ve spor kategorisindeki seçmeliler azaltıldı.
Sonuç olarak, sorunlar ortada, imkanlar sınırlı, yapılacaklar
belli. Israrla evrensel düşünceden, bilimsel bakış açısından uzak,
ahlakın felsefi kökenleri üzerinde kafa yormayan, dünyayı
tanımayan, dil öğrenmeyen bir zihinsel inşa peşinde koşuyoruz.
Israrla akıl, bilim, felsefe yerine dine dayalı bir değerler
sistemini, mevcut düzeni muhafaza edecek, yerli ve milli projeleri,
dünyayla bağı kopmuş kültür sanat faaliyetlerini öğrencilere
dayatıyoruz. Dünya değişiyor, gençler bunun farkında, çağı
yakalamak varken geride kalmaya çalışmak niye?