“Bir derecesini geçtikten sonra felaket denen şeyin acısı duyulmuyor.”
Nâzım Hikmet, bir mektubunda Piraye’ye söylüyor bunu.
Galiba biz o “derece”yi geçtik. Adına “ülke gündemi” denen şu seri kâbus karşısında dağ olsa dayanmazdı, biz dayanıyoruz.
Sıradan hayatımızın her gününde şairin deyimiyle bir “felaket” yaşıyoruz. İnsanın bazen kalbine, bazen aklına, bazen vicdanına, bazen hepsine birden acı verecek “felaketler” bunlar. Her gün bir ya da ikisi ya da üçü beşi birden geliyor. “Tamam, şimdi yer yerinden oynayacak” diyoruz, oynamıyor. Felaket, yerini bir sonrakine bırakıp sessizce geçip gidiyor. Ve bu böyle devam ediyor. Demek ki “felaket” aslında sistematik bir bütün, her gün biz onun bir parçasına maruz kalıyoruz. İnsanın “yekpare geniş bir felaketin parçalanmaz akışında”yız diyesi geliyor ama… Sulandırmış mı oluruz?
Yekpare felaketin bu parçalanmaz akışı, bu seri kâbus, kendini tekrar eden bir gündem yaratıyor. Bunun muhtemel iki tehlikesi var. Bir tanesi, olan biten karşısında, yorgun alışkanlıkla, “Bu işler hep böyledir!” deme ataletidir. Bu büyük bir tehlike, çünkü her gün maruz kaldığımız “felaket”in felaket olmadığını öğretmek için beynimize çakılan türlü saçmalıkların rasyonel denetimini küçümseyen bir yaklaşımdır bu. Halbuki düşüncenin bu denetimden vazgeçmemesi gerekiyor. “Bu işler hep böyledir!” demek, işleri oluruna bırakmaktır; gerçekliğe öfkelenerek gerçeklikten yüz çevirenlerin duygusudur. Anlaşılır sebepleri vardır elbette ama ne olursa olsun gerçekliği küçümsememek gerekir, bir şey var ise ona bakılması gerekir. Doğru olanın iyiden iyiye yitirildiği, tanınmaz hale geldiği yerde iyice belirlenip tanınmış yanlış, doğrunun göstergesi olur. Var olana ısrarla bakmak buna yarar. Hayatı derin endişeye boğan kâbusları müjdelere dönüştürme yolunda, var olanı “İşte böyle!” diyerek ortaya koymak iyi bir başlangıç sayılmalıdır.
Diğer tehlike ise, gündem hakkında ettiğimiz ve edeceğimiz her kelâmın, saçmalıklar üzerindeki rasyonel denetimden, olanı iyi anlama ilkesinden uzaklaşma, kuru lâkırdıya dönüşme ihtimalidir. Potansiyel bir şeymiş gibi söz ediyoruz ama maalesef somut bir vaka olarak biz bunu yaşıyoruz. Mesela, çok yaygın şekilde, felaketlerin her defasında “Hah, tamam!” diyor politika analistlerimiz; “Erdoğan’ın krizler karşısında uygulayageldiği yöntem şimdi çöktü”, “iktidar bloğu yönetme kapasitesini artık tüketti”… Ama hiçbir şey olmuyor. İktidarın başını yakacağı düşünülen her “felaket” sakince yerini bir sonrakine bırakarak geçip gidiyor. En son Boğaziçi Üniversitesi’nin atanmış rektörünün görevden alınışı da bazılarınca Erdoğan ve iktidarının artık kriz yönetme başarısı gösteremediğinin, güçsüzleştiğinin, dolayısıyla “gidici” olduğunun işareti olarak değerlendirildi; tıpkı 2019 yerel seçim sonuçları gibi. Tıpkı İdlib’de verdiğimiz 33 şehit gibi. Tıpkı Dara’daki “kurtarma” operasyonu gibi. Tıpkı salgın yönetimi ve geciken aşılar gibi… Tıpkı, tıpkı, tıpkı… O kadar çok tıpkı var ki… Onlarda da hep aynı şey söylendi: Erdoğan ve AKP artık yönetemiyordu. Dolayısıyla, “gidici”ydi.
Öyle olmadı. Öyle olmamasına rağmen bugün halen Erdoğan iktidarının siyasi kapasitesini artık tükettiği yönündeki muhalif bildirimler, sanki bunlar artık çürütülemez gerçeklermiş gibi dile getirilmeye devam ediyor. Bunların biraz alçakgönüllü veya ihtiyatlı olanlarında bu “gerçekler” her ne kadar çürütülmez olsalar da tartışılmasında bir sakınca yokmuş gibi sunuluyor, en fazla.
Bu yöndeki muhalif bildirimlerin sanıldığı kadar gerçekçi olmadığını, “gündem” dediğimiz o “avara kasnak” çok açık biçimde ortaya koyuyor.
Erdoğan ve AKP’nin sorun çözme yeteneğini yitirdiğini, siyasi kapasitesini tükettiğini söylemek gerçekliği temsil eden bir tespit değil. Yetenek ve kapasite denilen şey, bilinen tek yöntemin uygulanışından ibaret. İktidarda kalabilmesi için Erdoğan’ın dün olduğu gibi yarın da tek bildiği yöntemi uygulaması yeterli olacak. Ayrıca, “yitirilmiş yetenek”, “tükenmiş kapasite” gibi tanımlamalar, fiyaskoya uğramış bir projeye ilişkin tanımlamalardır. Oysaki Erdoğan ve AKP projesi bir “fiyasko” olmaktan öte, başından itibaren bir “hata” idi, bunu böyle görmek daha isabetli bir yaklaşımdır. Hakkı Özdal bunun böyle olduğunu, 12 Eylül 1980’den bugüne projeksiyonla Türkiye sağının ve devletin sınıfsal analizini yaptığı Gazete Duvar’daki yazılarında çok güzel açıklayıp gösteriyor. Sınıflar sosyolojisine baktığınızda görüyorsunuz ki AKP’nin tarihi esasında yirmi değil kırk yıldır.
Bir hatanın kırk yıl sürebilmiş olması, şüphesiz, bu toplumun kendini onun kollarına bırakmış olmasındandır. Gerçekliği küçümsemek yerine var olana iyice bakılması gerekir dedik ya, işte bakılması gereken şey tam olarak burasıdır. Kitlelerin politik tercihleridir esas olan. Çünkü var olan şey, hatanın belirlediği bir kitlesel tercih değil, kitlelerin tercihiyle kararlılık kazanabilmiş bir hatadır. Siz buna ister “yanlış bilinç” deyin, ister “ideoloji”, ister “hegemonya”, isterse de hiçbir teorik kaygı gütmeksizin doğrudan “toplumun yeteneksizliği” deyin! Her ne ise… Israrla ve vazgeçmeden oraya bakılmalıdır, kitlelerin politik tercihlerinde belirleyici olanın ne olduğuna, topluma bakılmalıdır. Onca “felaket”e rağmen bugün toplumun iktidar bloğuna desteği halen yüzde 40’ı buluyorsa, başka çare yok. Bir ihtimal Z kuşağına bel bağlanmıştı ama öğrendik ki onların da yarısından çoğu yapılacak ilk seçimde Türkiye sağına oy verecekmiş!
Buradan bakınca aydınlık bir gelecek sanki ham hayalmiş, ışık hiç yokmuş gibi görünüyor. Ama öyle değil. Yokluğun her çeşidinde ona tahammül edenin tabiatına uygun bir nitelik vardır; tahammül etme biçimimiz yokluğun niteliğini belirler. Yaşadığımız anın bu denli ışıktan yoksun görünmesi de aslında ona tahammül etme biçimimizden kaynaklanıyor. Bu noktadan sonra kırk yıllık hataya ancak onu düzeltmek için katlanılabilir. Bu toplumun bugün hataya tahammül gösterme biçimi kendini halen onun kollarına bırakmak değil de bir an evvel onu düzeltmeye yönelik olsaydı içinde bulunduğumuz an bu denli karanlık görünmezdi.
Var olan, olduğu ânın karanlığı içindedir. Gelmekte olan ise öyle görünmez uzaklarda değil, kendini belli edebilmek için sadece insanın eylemine ihtiyaç duyulan bir mesafededir. Yani, kimsenin bir kenarda durma lüksünün olmadığı bir zamandayız. Anın karanlığı, ışığın kuvvetsiz olduğunu değil, çok sayıda dağıtılacak bulutun olduğunu gösterir. Ne diyor Shakespeare: “Güneşin bile elinde mi görmek, gökyüzü açılmadan?”
Şairane bir final oldu, burada bitsin bu yazı.