AKP'nin bilime, okumaya, okuyana dair tahayyül sınırlarını aşan açıklamaları ve tavırlarını sadece entelektüel birikime yönelik bir saldırı olarak görmek hata olur. Zira, altta tehlikeli bir dip dalgası hızla büyüyor. Son 16 yılda ekonomik popülizmin yol açtığı tahribat, eğitimle refah; dolayısıyla adalet ve demokrasi arayışı arasında oldukça ürkütücü bir denklem kurdu.
Guliver'in devler ve cüceler ülkesine gezileri çok sevilir. Ama
fazlasıyla 'uçuk' ve distopik bulunan uçan ada Laputa'yı ziyareti
Türkiye'de diğerlerine göre az bilinir. Ne var ki tarih, ironi
ustası Jonathan Swift'e bile ironi yapıyor işte. Akademideki son
birikimleri de tasfiye edilen Türkiye, giderek fena halde Laputa'ya
benziyor çünkü...
Sanatın, felsefenin, edebiyatın yersiz bulunduğu bu tuhaf
adadaki Lagoda Akademisi'nin üyelerinden biri salatalıktan güneş
ışığı elde edip, şişede saklamayı düşünürken bir diğeri ev yapımına
çatıdan başlamanın daha iyi olacağını savunur. Akademide eğitim de
gariptir. Bilgi ince yufkalara yazılır ve aç karnına yedirilir.
Eğer üç gün üç gece sadece su içilirse bilgi doğrudan beyne
gidecektir. Ne kadar hoş değil mi?
Swift 250 yıl önce bunları yazarken elbette dönemin aklını alaya
aldığını sanıyordu. Nereden bilsin, bir gün bir ülkede TÜBİTAK adlı
kurumun dua ile yetişen fasulyenin üç kat hızlı büyüdüğünü
kanıtlayacağını; Sadaka Taşı, Tillo Evliyalarının Kerametleri
projelerini geliştireceğini, papaz eriğini imam eriğine çeviren
deneyler yapacağını...
Türkiye'nin geçerli 'bilimsel aklı' bu artık. "Gavurlar dedemden
sıfırı çalıp matematiği geliştirdi. Yoksa Roma rakamı dediğin bir
V, üç kazıktır" diyen milletvekili de, "Okuma oranı arttıkça beni
afakanlar basıyor" feryadını koparan profesör de, kapağına "ODTÜ
kapansın ahır yapılsın" yazan mizahın seri katili Misvak da,
Beyoğlu'ndaki kitabevinin vitrinini çekip Twitter'dan "Siyasi
iktidar tamam, sıra kültürel iktidarda" mesajıyla paylaşan vasat
yazar da birer anomali değil, yeni normaldir.
Ancak tahayyül sınırlarını fersah fersah aşan bu açıklamaları
AKP'nin sadece entelektüel birikime yönelik saldırısı olarak görmek
de hata olur. Zira, altta tehlikeli bir dip dalgası hızla büyüyor.
Son üniversite sınavı öncesi Habertük'ün röportaj yaptığı gencin
sözleri, bu tehlikenin çarpıcı bir tezahürüydü mesela. "Sınav için
o kadar strese girmeye değmez" diyor ve ekliyordu: "Zaten okusam ne
olacak. En fazla 3 bin TL'ye iş bulabilirim."
Haksız mı? Aklı erdi ereli çevresinde gördüğü şey bu değil mi?
İşte bu da bir anomali değil, bizatihi ülkenin yeni normalidir.
Dolayısıyla AKP'lilerin yukarıda sıraladığımız ekstrem akıl
dışılığının toplumda rasyonel bir karşılığı bulunuyor. Aksi halde
"Aya sekiz şeritli otoban yapacağız desek inanırlar" sözünü
edebilen özgüvenin kaynağını açıklamakta zorlanırız. Beğenelim veya
beğenmeyelim, Türkiye gibi ülkelerde çoğunluğun uğraşı bir hayatta
kalma kavgasıdır. O kavganın araçlarının adil olup olmaması eninde
sonunda ülkenin demokrasisini de hukukunu da belirliyor. Bu yüzden
son 16 yılda en çok tahrip edilen şey, hayata birkaç adım geriden
başlayanların öyle veya böyle elindeki yegane etkili ve adil silah
olan eğitimdi.
Gelin ileriye dönük tahminleri bir yana bırakalım ve 16 yılda
AKP iktidarının uyguladığı ekonomik popülizmle eğitime vurduğu
büyük darbenin izini sürmeye çalışalım. Bakın refahla eğitim
arasında nasıl bir denklem kurulmuş?
CEHALETİN EKONOMİ POLİTİĞİ
Ne kadar yetersiz ve güvenilmez olursa olsun TÜİK'in verdiği
rakamlar üzerinden yapacağımız basit hesaplamalar dahi eğitim ile
yaşam koşulları arasındaki ilişkinin nasıl tepetaklak edildiğini
kanıtlamaya yetiyor. Önce devletin resmi gelir dağılımı ve
yoksulluk araştırmalarının sonuçlarından çıkardığımız ve son 10
yılda eğitim düzeyi ile yoksul sayısındaki artış arasındaki
ilişkiyi gösteren şu dört grafiğe dikkatlice bakın:
. . . .
Özellikle Türkiye'de üniversite mezunlarının arasındaki yoksul
sayısındaki artış gerçekten çarpıcı. 2006'da üniversite mezunları
arasında yoksulluk sınırının altında olan kişi sayısı 20
binlerdeyken, bugün yüzde 85 artışla 150 binleri aşmış durumda.
Aynı dönemde yüksek öğrenim almış kişiler arasındaki yoksulluk
oranı da yüzde 58 gibi rekor bir yükseliş gösterdi. Buna karşın
halen oldukça fazla olmasına rağmen, okur yazar dahi olmayan
kesimlerin sayısında ciddi bir düşme söz konusu.
Şimdi de pazılı tamamlayan bir başka grafik verelim. Bu grafik
de dört yılda eğitim durumuna göre insanların Türkiye'de elde
ettikleri kazançtaki artış oranlarını gösteriyor.
.
Ortalama kazanç yüzde 45 artarken, bu artış üniversite
mezunlarında yüzde 28'de kaldı. Lise ve dengi okul bitirenlerin
kazancı ise yüzde 42'ler düzeyinde yükseldi. Buna karşın sadece
okur yazar olanların gelirindeki artış yüzde 59 ile üniversite
mezunlarının 2.5 katı. Okuma yazma bilmeyenlerin kazancında ise
yüzde 55'e yakın artış var.
Elbette pek çok açıdan tartışılması gereken eğitim ile refah
arasındaki bu ters ilişki bize, bir hayatta kalma stratejisi olarak
okumanın alt sınıfların nazarındaki cazibesini yitirdiğini
gösteriyor. Daha iyi yaşam koşulu arayışı olmadığı vakit; hak,
hukuk, adalet, demokrasi arayışı neden olsun ki? Maksat para
kazanmaksa, cehalet eğitimin açamadığı kapıları kolayca açabilen
kara bir büyücü gibi ortalıkta dolanıyorsa, insanlar niye yıllarca
okusun ki? Hele sonunda sefil olmak varsa...
Guliver'in seyahati madem bizi buralara kadar sürükledi,
meraklısı için son bir anekdot düşelim...
Yaşadığı karanlık çağı gürül gürül akan bir alegoriyle anlatan
Swift kitabını, Türkçeye özeti çevrilirken yer verilmeyen şu
sözlerle noktalar: "Tek bir adam, geriye kırıntıları bıraktığı
binlerce yoksul adamın emeğinin keyfini sürüyor."