Akşener'den Kanal İstanbul açıklaması: 1 kuruş ödemeyeceğiz, demedi demeyin
İYİ Parti lideri Meral Akşener, "Sakın Erdoğan'ın yerlilik ve millilik nutuklarına aldanmayın" dedi. Akşener, iktidar olduklarında Kanal İstanbul için yapılan anlaşmaları tanımayacaklarını açıkladı.
DUVAR - İYİ Parti lideri Meral Akşener partisinin grup toplantısında konusunda çevre politikaları konusunda iktidara yüklendi. Kanal İstanbul yapımı için anlaşılan şirketlere de, "1 kuruş ödemeyeceğiz, sonra çok demedi demeyin" diye seslendi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan için, “ 'Ekonomi bizim işimiz' dediğinde başımıza gelenler ortadayken, şimdi çıkıp, 'Çevre bizim işimiz' demesinden büyük endişe duyuyorum" diyen Akşener'in açıklamalarından başlıklar şöyle:
ÇOCUKLARIMIZIN SAĞLIĞINI SATIYORLAR: Lafa geldi mi, yerli ve milli olduğunu söyleyen bu iktidarın işi gücü, yabancılara kazandırmak. Kendi çiftçisi zor durumdayken, elin çiftçisini zengin eden de bunlar, Kendi yetiştiricisi perişanken, angus alıp başka ülkeleri zengin eden de bunlar. Kendi şeker fabrikalarını, yok pahasına satıp, stratejik bir ürünü, gayrı milli hale getiren de bunlar, yeni Amerikan başkanına şirin görünmek için, Cargill’in şekerindeki zehir miktarını artıran da bunlar. Biliyorsunuz, Amerikan Cargill şirketi, 3 yıldır ısrar ediyordu. Nişasta bazlı şeker (NBŞ) kotasının artırılmasını istiyordu. Başta biz olmak üzere, birçok kişi ve kurum karşı çıktık. Neden? Çünkü, NBŞ dediğiniz Amerikan mısırından üretiliyor. Bizde ne var? Şeker pancarı. Yani isteniyor ki, Türk’ün pancar şekeri değil, Amerikalı’nın mısır şurubu kullanılsın. Yani isteniyor ki, Türk çiftçisi kaybetsin, Amerikan çiftçisi kazansın. Sonunda ne oldu? Bir gecede yönetmelik değişti, ve NBŞ kotası, yüzde 2 buçuktan, yüzde 5'e çıkartıldı. Önce şeker fabrikalarımızı yok pahasına sattılar, şimdi de NBŞ kotasını artırarak, çocuklarımızın sağlığını satıyorlar. Cargill’den hem mısır şurubu, hem de Tarım Bakanı ithal eden bu ucube sistemin, ve onun arkasındaki bu çarpık zihniyetin özeti işte budur. Bu çarpık zihniyet, ne milletini düşünür, ne de çocuklarının sağlığını düşünür. Bu çarpık zihniyet, işine geldiği sürece yerli, koltuk tehlikeye girene kadar da millidir.
YÜCE İRADEYE SIRTLARINI DÖNÜYORLAR: Siz sakın ola, Sayın Erdoğan’ın “Yerli ve Milli” nutuklarına inanmayın. Yerlilik ve millilik, önce insanın yüreğinde olur. Önce aklında, önce fikrinde, önce zihniyetinde olur. Bunlarınki gibi, sadece sözde olmaz. Çünkü yerli ve milli olmak, tutarlılık ister. Her durumda önce millet, önce memleket diyebilmek ister. Şahsını milletinin önüne koyanlardan, yerli de olmaz, milli de olmaz. Nitekim, sözüm ona, ultra “Milli” olan bu arkadaşlar, son olarak, bir başka utanmazlığa daha imza attılar. Çin’in, Uygur kardeşlerimize uyguladığı soykırım karşısında sergiledikleri, utanç verici pısırıklıkları yetmemiş gibi; şimdi de, Dünya Uygur Kongresi Başkanı, Dolkun İsa’nın, ikinci vatanım dediği, Türkiye’ye girişine izin vermediler. İşte size Sayın Erdoğan ve ortaklarının dillere destan yerliliği ve milliliği. İşte size, yoluna baş koyduğu İhvan kadar yerli Sayın Erdoğan ile tehditçi Çin elçisi kadar milli ortakları… Yazıklar olsun. Ama artık bu zihniyeti tanıyoruz. Bu vicdansızlığı, bu utanmazlığı, biliyoruz. Dün millet iradesini arkasına alanların, bugün, o yüce iradeye, nasıl sırtlarını döndüğünü ibretle görüyoruz.
DERTLERİN HEPSİ GERÇEK: Milletin güvenini suistimal eden bu iktidarın, Türkiye’ye verecek bir şeyi kalmadı. Koltukları için ilkelerinden cayanların, milletimize verecek hiçbir şeyi kalmadı. Geçtiğimiz hafta Karabük’teydim. Pazartesi günü de Niğde’ye gittim. İktidarın beceriksizlikleri sonucunda, Karabüklü, Niğdeli esnafımızın, çiftçimizin durumu perişan. Karabük merkezde, genç bir kardeşimin oyun kafesi varmış. Diyor ki; “Benim 16 aydan beri dükkânım kapalı. 2018’de, 300-400 bin lira bir yatırım yaptım, şu anda bitmiş durumdayım.” Safranbolu’da lokantacı bir kardeşim diyor ki; “Okullar kapalı, askerler çarşıya çıkamıyor, müşteri yok. Biz nasıl geçineceğiz?” Kahveci kardeşlerim, “Açız” diye pankart açtılar. “Mağdur olduk, bize sahip çıkan yok.” diyorlar. Yenice’de elektrikçi bir kardeşim diyor ki; “Biz 17 gün kaldık evde ama bankalar çalıştı. Esnafın çek-senet ödemeleri var. 1 ay ileri ötelendi ama, 1 ay sonra yine tıkandı. Geçen sene kredi aldım, 150 bin lira kredi borcum var. İş yok, müşteri yok, bunları nasıl aşacağız? Bu borcu nasıl ödeyeceğiz?” Yenice’de yerel gazeteler, muhabirler bile zor durumda. Ulukışla’da bir manav kardeşim; “Destek için müracaat ediyoruz, kimseye bir şey vermiyorlar. Bırakın desteği, başvurumuz bile onaylanmıyor. Her şey ucu ucuna denk geliyor. Biz kasabın yolunu unuttuk.” diyor. Bor’da bir emeklimiz; “Ben yüksek maaştan olacağım diye emekli oldum. Ama şirkette ortağım diye, bana şu an 2400 lira değil 1700 lira maaş veriyorlar. Şirketi feshedersem ben nasıl geçineceğim?” diyor. Oto Sanayi’de 84 yaşındaki Naci Abimiz ile tanıştık. 40 usta yetiştirmiş, sanayinin en eski ustası, kurucusu. O bile dertli. Diyor ki; “Kupon arazi hâline döndü burası. Arsa olarak alıyorlar elimizden, bizi de dağın başına atıyorlar. Burayı bırakıp dağın başına taşınmamızı, üzerine de 100 bin lira para yatırmamızı istiyorlar.” Sayın Erdoğan; sen kafanı kuma gömmekte ısrar etsen de, bu dertlerin hepsi gerçek.
ŞU SOYGUNA BAKAR MISINIZ? Notlarımızı alıyoruz. Çözümleri için çalışıyoruz. Allah’ın izniyle ilk sandıkta seni gönderip hepsiyle ilgileneceğiz. Ama bu sırada, sen sarayında sefa sürerken, milletimizin feryadı her geçen gün artıyor. Hangi ile, hangi ilçeye gitsem vatandaş dertli. Zor şartlarda devletlerini yanlarında görmek istiyorlar, ama seslerini duyan yok. Bu insanları, daha ne kadar duymamazlıktan geleceksin? Daha kaç iş yerinin, kepenk kapatmasını bekleyeceksin? Milletimizin çilesine, daha ne kadar seyirci kalacaksın? Böyle bir yönetim anlayışı olabilir mi? Böyle bir umursamazlık olabilir mi? Böyle bir vicdansızlık olabilir mi? Yazıktır, günahtır. Elimizi nereye atsak, kötü kokular yükseliyor, gözümüzü nereye çevirsek, bir dümen almış başını gidiyor. İşte size bir örnek: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde, geçmiş dönemde yaşanan, AK Parti için küçük, milletimiz için ise, oldukça büyük bir yolsuzluktan bahsetmek istiyorum. Vatan Caddesi’nde, belediyeye ait olan bir yeşil alan, bir firmaya 25 milyon liraya satılıyor. Ardından, bir düzenlemeyle, bu arsa yeşil alan olmaktan çıkarılıp, imara açılıyor. Böylece fiyatı katlanıyor. Sonra ne oluyor? Bir süre sonra aynı arsayı, aynı Büyükşehir Belediyesi, bu kez, 430 milyon liraya geri alıyor. İki kalem oynatılan bu rezalette, milletin belediyesi, yani milletin bizzat kendisi, 405 milyon lira zarara uğruyor. O para da, o firmanın cebine giriyor. Bitiyor mu? Bitmiyor. Aynı arsa, yeni bir kararla, yeniden yeşil alan ilan ediliyor. Ve bugünkü piyasa değerine göre, fiyatı, 90 milyon lira oluyor. Şu yüzsüzlüğe bakar mısınız! Şu soyguna bakar mısınız! Milletin hazinesine çökmüş şu arsızlığa bakar mısınız! Durum ortaya çıkınca, Millet İttifakı’nın Büyükşehir Belediyesi, hemen suç duyurusunda bulundu. Şimdi söz yargının.
ŞU LİYAKATE BAKAR MISINIZ: Milletin hakkını-hukukunu savunacak, bu yolsuzluğun hesabını soracak, onurlu savcı ve hakimleri göreve çağırıyoruz. Süreci yakından takip edeceğiz. Milletimizin helal parasının, bu haram düzeninin yandaşlarının cebine inmesine, izin vermeyeceğiz. AK Parti iktidarı, Türkiye’yi her alanda beladan belaya savururken, biliyorsunuz, Marmara Denizi de bir felaketle boğuşuyor. Müsilaj adı verilen deniz salyası, Marmara’daki deniz yaşamını ve kıyılarımızı tehdit ediyor. Bir şeyin altını özellikle çizmek istiyorum: Bu bela yeni değil. İlk olarak 2007 yılında ortaya çıktı. Bugünküne göre çok daha küçük boyuttaki o felaket, ancak iki yılda temizlenebildi. Peki sonra ne oldu? 2020 yılının Kasım ayında, yeniden ortaya çıktığında, bilim dünyası, başta Bakanlık olmak üzere, ilgili birimleri uyardı, “Önlem alın” dedi. Peki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ne yaptı? Mayıs’ın ortalarına kadar, bu salgının sıradan bir plankton artışı olduğunu, numune almaya bile gerek olmadığını söyledi. Ama son bir haftada, musilaj kıyılarımızı sarıp, gündem olunca, nihayet Bakanlık, “Acil durum eylem planı” yapmaya başladı. Onlarca bilim insanının, aylardır yaptığı uyarıya kulak asmayan Bakanlık, sustu sustu, en sonunda Sayın Erdoğan, “çevre bizim işimiz ” deyince, nihayet adım attı. İşe bakar mısınız? Şu üstün liyakate bakar mısınız? Devletin bakanı, “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla” demeden, işe başlayamıyor. Bilimin uyarısı yetmiyor.
MARMARA'NIN TAMAMI ARITMADAN GEÇİRİLMELİ: Vatandaşın tepkisi yetmiyor. Bu işinin ehli arkadaş, Sayın Erdoğan parmak şaklatmadan adım atamıyor. Kardeşim; sen bu konunun bakanı olarak, ne işe yarıyorsun? Seni oraya, koltuk boş kalmasın diye mi oturttular? Seni o koltuğa, sağa sola git, fotoğraf çektir, bir de üstüne maaş al diye mi oturttular? Senin işin bu değil mi? Sekiz ay önce, bambaşka açıklamalarla sorunu görmezden geldiniz, bugün, sırf Sayın Erdoğan parmak şıklattı diye, acil eylem planı hazırlamak yarışına girdiniz. Bir de utanmadan işinizi yaptığınızı iddia ediyorsunuz. Böyle ciddiyetsizlik olur mu? Böyle basiretsizlik olur mu? Böyle bir devlet yönetimi olur mu? Ayıptır, günahtır. Yapılan araştırmalara göre, Karadeniz’e ve Marmara’ya dökülen atıkları, yüzde 40 oranında azaltırsak, müsilaj sorunundan, ancak 6 yılda kurtulabileceğiz. İktidar farkında olmasa da, müsilaj belası işte bu kadar ciddi bir sorundur. Ve her ciddi sorun gibi, bilimle, akılla ve ciddiyetle çözülmesi gerekir. Böyle sorunlar, bir kişinin “Talimatı verdim” dediği, sığ ve indirgemeci bir anlayışla çözülemez. Biz sorumlu muhalefet anlayışımız gereği, işaret ettiğimiz sorunlara dair, çözüm önerilerimizi de paylaşıyoruz. Türkiye’nin meselelerini kimin çözdüğünü değil, meselelerin çözülüp çözülmediğini önemsiyoruz. Müsilaj meselesini, iktidarın beceriksiz kadrolarına bırakamazdık. O nedenle, Marmara Denizi’ni kurutma ihtimali olan bu belaya karşı, ne yapılması gerektiğine dair de çalıştık. Öncelikle bu sorunun, yalnızca yerel yönetimlerin yükü olmadığının bilinmesi gerekiyor. Bakanlık, zor zahmet de olsa, Büyükşehir Belediyelerimizi de dahil ettiği bir süreç başlattı. Bu adımı olumlu buluyoruz. Bunun devamında atılacak adımlar için de, iktidara buradan çağrıda bulunmak istiyorum. Marmara Denizi’ne dökülen atık suların, bir kısmı değil tamamının, ileri biyolojik arıtmadan geçmesi gerekiyor. Bunun için, merkezi yönetim olarak, hızlı bir şekilde yerel yönetimleri destekleyin. Mevcut arıtma tesislerini, bir an önce, ileri biyolojik arıtma tesislerine çevirin, gerekirse kamulaştırmaya gidin.
SESSİZ KALMAYACAĞIZ: Vakit kaybetmeden “İYİ tarım” uygulamalarına geçin, gübre, kimyasal ve ilaç kullanımının azaltılmasını sağlayın. Şehir şebekelerinde, yalnızca ön arıtma yapılan suyun, park ve bahçe sulamalarında kullanılarak, denize dökülmesini kısıtlayın. Denizlerimizdeki dip hayatına zarar veren, trol tipi avcılığa karşı yaptırımları arttırın. Marmara Denizi’ne atık su döken, ve nüfusu 5 binden fazla olan yerleşimlerde, hızla, ileri biyolojik arıtma tesisleri kurun. Karadeniz’deki kirliliğin daha fazla artmaması, Marmara Denizi’ndeki müsilajın, Ege’yi daha fazla etkilememesi için, Marmara, Karadeniz ve Ege’yle etkileşimi bulunan ülkelerle, Türkiye’nin liderliğini üstlendiği, ortak bir platform kurulmasını sağlayın. Deniz salyası, yalnızca ekolojiyi değil, ekonomiyi de ciddi şekilde etkileyen bir sorundur. Bu nedenle, turizm, balıkçılık, deniz ürünleri üretimi gibi, birçok farklı sektöre olan etkilerini, bir an önce belirleyin, bu sektörlere dair gerekli önlemleri, süratle alın. Sayın Erdoğan’ın daha önce, “Ekonomi bizim işimiz.” dediğinde başımıza gelenler ortadayken, şimdi çıkıp, “Çevre bizim işimiz” demesinden büyük endişe duyuyorum. Şayet Sayın Erdoğan’ın çevreciliği de, ekonomistliği gibiyse, milletçe büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız demektir. Nitekim, çevreyi iş olarak gören bu zihniyetin, çevrecilik anlayışının da, millet bahçesi inşa etmekten öteye gidemediğini, Sayın Erdoğan’ın, “Dünya Çevre Günü’nde” yaptığı, ibretlik konuşmadan anladık. Bizim için vatanın doğası kutsaldır. Dolayısıyla, doğamızı korumak ve kollamak, bizim için kutsal bir görevdir. Doğamız, topyekûn alarm verirken, bu uyarıyı duymamazlıktan gelemeyiz. Salda Gölü’ne beton dökenlerin, kendilerini “Yol kenarına ağaç diktik ya…”, diye savunmalarını kabul edemeyiz. Kaz dağlarını yağmalatanların, bizi millet bahçeleriyle uyutmaya çalışmalarına sessiz kalamayız. “Çevre bizim işimiz!” diyen Büyük Rizeli’nin, iflah olmaz rant sevdası için, Rize’deki doğa kıyımına göz yummasını, görmezden gelemeyiz. Gelmeyeceğiz. Sessiz kalmayacağız. Kabul etmeyeceğiz. Memleketin cennet doğası için mücadele etmeye devam edeceğiz.
İSTANBULLU İSTEMİYORUM DİYOR: Fatih’in İstanbul’unun boğazına, o yağlı ilmeği geçirtmeyeceğiz! Marmara ölürken, deprem tehdidi ortadayken, o ihale kenelerinizin, daha fazla semirmesine müsaade etmeyeceğiz. Bilimin tüm uyarılarına rağmen, ekonomistlerin ikazlarına rağmen, İstanbullu açıkça “istemiyorum” diyorken, kime, ne söz verdilerse, ısrarla ve inatla “Yapacağız” dedikleri, o ucube kanalı yapmalarına, Marmara’yı ölüme mahkum etmelerine izin vermeyeceğiz. Bu proje, İstanbul’a yeni bir ihanettir. Bu proje, milletimizin kutlu iradesine yapılan bir saygısızlıktır. Bu proje, hattı zatında, bir proje değil, düpedüz bir soygun planıdır! Buradan, o ranta göz diken, bu soyguna ortak olmaya heveslenen, yerli ve yabancı her kim varsa, onlara seslenmek istiyorum: Boşuna heveslenmeyin. Boşuna avuçlarınızı ovuşturmayın. Bu devran dönüyor. İlk seçimde bu iktidar gidiyor, bu saray sefası bitiyor. Şimdiden uyarıyorum; o kutlu gün geldiğinde, milletimiz yetkiyi verdiğinde, bir kuruş bile alamazsınız! Sayın Erdoğan ve Ak Parti iktidarına güvenip de, sakın ola, bu hukuksuzluğa, sakın ola, bu vicdansızlığa ortak olmayın. Sonra çok üzülürsünüz. Demedi demeyin. İktidar, Kanal İstanbul fantezileriyle oylanırken, müsilaj sorununu, millet bahçeleriyle çözmeye niyetlenirken, iktidarın beceriksiz ellerinde, ülkemiz, hayati risklerle karşı karşıya kalıyor. Maalesef artık ülkemizin önündeki en büyük tehlikelerden biri de susuzluk. Bütün yapılan çalışmalar, iklim değişikliğinin sonucu olarak, bu sene yaşadığımıza benzer kuraklıkları, önümüzdeki yıllarda da yaşayacağımızı gösteriyor.
SUSUZLUK TEHDİT EDİYOR: Dünya Bankası bulgularına göre, küresel anlamda, su tehdidinin, en yüksek olduğu bölgelerden birinde yaşıyoruz. Üstelik sanılanın aksine, su zengini bir ülke de değiliz. Dünya Kaynaklar Enstitüsü araştırmalarına göre, su fakirliği konusunda 32. sırada yer alıyoruz. Çöl ülkesi olarak bildiğimiz, Irak, Mısır, Sudan gibi ülkeler bile, su kaynakları konusunda, bizden daha iyi durumdalar. Nitekim, DSİ rakamlarına baktığınızda, durumun vahametini anlıyorsunuz: 9 yıl içerisinde, ortalama yağışımız neredeyse yarı yarıya azalmış. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin raporlarına göre ise, yalnızca 2020 Kasım ayında, yağışlar, normalin yüzde 49 altında gerçekleşmiş. Daha da kötüsü, bazı bölgelerde, bu azalma yer yer yüzde 80’e kadar çıkmış. Ayrıca, bu yağış azlığı, “kurak” olarak bilinen güneydoğu illerimizde değil, tam tersine, Ege ve Marmara bölgelerimizde gerçekleşmiş. Yani susuzluk, şu an ülkemizin her bölgesini tehdit ediyor. Ülkemizde kullanılan toplam suyun, yüzde 74’ü tarımda kullanılıyor. Tam da bu yüzden, aç ve susuz kalmamak için, üzerinde durmamız gereken politikaların başında, tarımda suyun, verimli ve etkin kullanılması geliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı çalışmalar, önlem alınmadığı takdirde, 2050 yılına geldiğimizde, ürünlerde, yüzde 25 ila 50 arası verim kaybı yaşayacağımıza işaret ediyor. Verim kaybının ve makro ekonomik kayıpların doğal bir sebebi olarak da, tüm ürünlerin fiyatında ciddi artışlar olması bekleniyor. Yine Boğaziçi Üniversitesi’ne göre, ürün bazında fiyat artışları, önümüzdeki yıllarda yüzde 84’ü bulacak. Daha İklim Krizi’nin başlarındayken bile, gıda fiyatlarını kontrol edemeyen bu iktidar, krizin etkileri daha ciddi hissedildiğinde, ne yapacak, orası belli değil. Belli değil diyorum, çünkü bilim insanlarına, sivil toplum kuruluşlarına, hatta bizzat Doğa Ana’nın, kendi diliyle yaptığı uyarılara rağmen, betona aşık, suya düşman olan bu iktidar, bütün bu gelişmeleri görmemezlikten geliyor. (HABER MERKEZİ)