Toplumsal ilişkilerin sürdürülmesinde vermenin ve almanın ayrı bir anlamı vardır. Karşılıklı yükümlülüklerle harmanlanmıştır toplumsal ilişki örüntüleri. İlişki örüntülerinin farklılığına rengini veren, söz konusu karşılıklı yükümlülüklerin nicel ve nitel farklılığıdır. Vermek zorunludur, almak da öyle, ancak incelikleri, hassasiyetleri vardır verme-alma sürecinin. Herkese her şeyi veremezsiniz, herkesten her şeyi alamazsınız. Kime neyi, ne zaman verebileceğiniz, neyi ne zaman alabileceğiniz, tekrardan neyi, ne zaman geri vereceğiniz ilişki örüntülerinin farklı nitelikleri gereği hassas bir denge içinde gerçekleşir. İnceliklerin göz ardı edildiği, dengenin gözetilmediği durumlarda her şeyi yüzümüze gözümüze bulaştırmak ve ilişkileri krize sokmak kaçınılmazdır.
Söz gelimi yaptığınız yemekten bir tabağını komşuya vermek komşuluk ilişkisinin doğası gereğidir. Çünkü herkes bilir ki komşuluk, karşılıklı ‘muhtaçlığın’ en aşikâr biçimlerinden biridir. Bu nedenle boşuna dememişlerdir "komşu komşunun külüne muhtaçtır" diye. Bir kap yemeği verdiğimizde aslında bir ‘yatırım’ yapmışızdır ve biz hesaplı kitaplı değil elbette ama bilişsel olarak karşılık ‘bekleriz’, biliriz ki dolu kap boş geri verilmez. Komşuluk ilişkisi gibi, ister ebeveyn-çocuk ilişkisini, ister arkadaşlık ilişkisini, isterse de sevgililik ilişkisini düşünelim tüm toplumsal ilişki türlerinde verme-alma üzerinden bir ‘çıkar’ vardır anlayacağınız. Tabii ‘çıkar’ kavramı, hemen ekonomik çıkara indirgendiğinden ve dolayısıyla yakın insanî ilişkiler söz konusu olduğunda özellikle olumsuz çağrışımları olan bir kelime olduğu için, gündelik hayat içinde ‘çıkarı’ ilişkilerin, insanî tutumların ölçütlerinden saymak kolayca kabul edilesi bir durum değildir. Bu nedenle Pierre Bourdieu’ye referansla şunu hatırlatmak gerekir ki burada sözü edilen ‘çıkar’, ‘yatırım’ kavramlarının maddi kâr beklentisiyle ya da aynı anlama gelmek üzere ekonomik alanın işleyişinde geçerli olan yasalarla alâkası yoktur. Ve çıkar gütmemek, çıkarsızlık da bir ‘yatırım’dır, diğer deyişle çıkarsızlıkta ‘çıkar’ vardır. Nitekim “içlerinde çıkarsızlığın resmi normu oluşturduğu toplumsal evrenler de tümüyle çıkarsızlık tarafından yönetilemezler: Saygı, erdem, çıkar gütmeme görünümü altında, incelikli, gizli çıkarlar vardır” der Bourdieu. Özetle sosyolojik bir gerçek olarak toplumsal ilişkilerde çıkardan azade bir edimden söz edebilmek, bu bizi ne kadar rahatsız ederse etsin, açıkçası mümkün değildir.
Aile içi ilişkiler alanının, dostluk, arkadaşlık gibi sevginin özel bir öneme sahip olduğu ilişkiler alanının yanı sıra kültürel alanın, sanat, bilim, yazınsal alanın işleyişlerinde verme-almanın, dolayısıyla ‘yatırımların’ ve ‘çıkarların’ niteliği birbirinden farklılaşıyor evet, ancak tüm bu alanların ‘çıkar’ etkeni açısından ortaklığı, “ekonomik çıkar yasasını” asıl olarak askıya almalarıdır. Fedakârlık adı altında girişilen filler, saygınlık, tanınırlık beklentileri ile aynı alanın faillerinin giriştiği mücadeleler ‘ekonomik çıkar’ temelli değildir evet, ancak ‘yatırım ve ‘çıkar’ın işleyişte olduğu biçimlerdir. Floransa kent yönetiminin Palazzo Vecchio sarayının büyük toplantı salonunun duvarına kentin tarihindeki bir olayı resmetmeleri için kendilerine görev verildiğinde Leonardo da Vinci ve Michelangelo’nun kapışmalarına sebep maddi kâr değil, üstünlüktü ve kapışmaları saygınlıklarına ‘yatırım’ın ve ‘çıkar’ın ifadesiydi örneğin.
Ama bu ilişki alanlarının her koşulda ve her durumda ekonomik çıkardan vareste olduklarını söylemek de pek mümkün değildir. Miras meselelerinde, ayrılma durumlarındaki mücadele ve çatışmalarda ‘kâr-zarar-maliyet’ hesaplarının devreye girebildiğini hepimiz biliriz. Ya da akademik, yazınsal alanda, sanat alanında ‘network’lerin işleyişinde veya akademik, yazınsal yayın alanındaki dergilerin, yayınevlerinin belli isimler dışındaki kişilere kapalı olmalarının sebepleri arasında, birincil olarak ‘ekonomik çıkar’ olmasa da sonuçta az veya çok onun yer almadığını iddia edebilir miyiz?
Gelelim daha önce adını anmadığımız siyasal alana; bu alan, afakî olacak ama yine de söyleyelim, ne maddi kârın askıya alındığı alanlara ne de ekonomik alana benziyor. İşleyiş epey çetrefilli, çünkü ‘ekonomik çıkar’ hedeflendiği, kişisel çıkar gözetildiği halde, bunu, kolaylıkla ‘devletin çıkarı’, ‘kamu hizmeti’ olarak sunabilmek neredeyse sadece bu alana hasredilmiş bir özellik. Diğer deyişle diğer alanların işleyiş yasalarının değişik kombinasyonlarla nüfuza tahvil edilebildiği bir alandır siyasal alan. Siyasal alandaki, bürokratı, teknokratı da dâhil olmak üzere, failler, “yalnızca devletin hizmetkârı değil aynı zamanda da devleti kendisine hizmet ettiren” kişilerdir. Yani ‘bal tutan parmağını yalar’. ‘Devlet malı deniz yemeyen domuz’ özdeyişini de unutmayalım tabii.
Siyasal alanın işleyişinin çetrefil olmasına bir diğer sebep, siyasal alandaki işgal edilen konumun getirdiği ayrıcalıklarla tanımlanan “siyasal sermaye”yle alâkalı. Bu sermaye türü her ülkede aynı nispette güçlü değil, ‘yatırım’ları, dolayısıyla ‘kâr’ları aynı veya benzer oranlara sahip değil. Bizim gibi ülkelerde, örneğin İskandinav ülkeleriyle karşılaştırıldığında “siyasal sermaye” diğer sermaye türlerine nal toplattıracak kadar fersah fersah ön planda ve güçlü, hele de bazı dönemlerde. Örnek çok da kolaylıkla akla gelebileceklerden makam arabalarını, siyasal alanın faillerinin trafikte ortaya çıkardıkları durumu ya da kendilerinin veya yakınlarının adaletten kaçabilmelerini, askerlikten muaf olabilmelerini hatırlayalım. Alınan karar ve düzenlemelerle bir anda ‘işadamı’ olanları, sermaye transferlerini ya da…
Ekonomik alan dışındaki alanlarda verme ve almanın içerdiği ‘yatırım’ ve ‘çıkar’la birlikte, özellikle verme ve alma arasındaki zaman aralığı dikkate alındığında gereken hassas denge, siyasal alan söz konusu olduğunda “al gülüm ver gülüm” lehine kolayca çözülebilir. Yani verirsiniz, verdiğinizin karşılığını almada zaman aralığına çok da hassasiyet göstermezsiniz. Veren ve alanın, sanki ortada bir “bağış mübadelesi” varmış gibi bir gizli ortaklık çalışmasına girişmeleri gerekmez çoğun, bir ‘bağış’ lafı ortalıkta dolansa da üstelik. Ancak yine de verilen şey ile alınan şey arasında riayet edilmesi gereken kurallar vardır. Astın üste verebilecekleriyle üstün asta verebileceği asimetriktir. Ne de olsa biliriz ki ‘ağanın eli öpülmez’! Bu gözetilmediğinde, verenin, alanın kudretini dikkate almadığında sonuç, en hafifinden hizaya getirme dersi, en ağırından değişik biçimlerde yok etme olabilecektir. İşte size küçük bir örnek: İbn Haldun Timur’un huzuruna çıktığında, ona az rastlanır bir tür olan beyaz katırını hediye eder. Timur kabul etmez reddeder önce, sonrasında kabul ettiğindeyse katırın değerinin altında bir meblağ sunar İbn Haldun’a. Dolayısıyla verilen-alınan şeyin gözetilmesindeki kural, ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ ilkesine benzer bir nebze de olsa.
Bizim gibi “siyasal sermaye”nin güçlü olduğu ülkelerde, siyasal alanın, iktidar konumlarını işgal edenin liyakatinin ve hakkının tam da iktidarda olmasıyla gerekçelendirildiği “lejitimist” karakteri, verme-alma arasında gözetilmesi gereken zaman aralığının daha kolaylıkla devre dışı bırakılmasını, hatta tümüyle iptal edilmesini getirir. Huzura çıkmak, o esnada dillendirilen birkaç övücü sözcük ve onay cümlesi ve/veya getirilen ‘hediye’, yapılan ‘bağış’, karşılığını hemen, hiç zaman geçmeksizin alabilir. Toplumsal yapı ve onun yarattığı eğilimler ve çoğunluk tarafından kabul görmüş zihniyet yapıları, olan bitendeki sorunları massedebilecek türdendir. Dolayısıyla görürseniz görülürsünüz. Lütfu kabul edersiniz, çünkü onu çoktan hak ettiğinize kanisinizdir. Lütfedersiniz, çünkü o sizin tekelinizdedir. Ancak böylesi işleyiş, lütfeden de çok lütfa nail olmayı kırılgan kılar, çünkü lütuf, işleyişi gereği her an gözden düşme, her zaman elini verip kolunu kaptırma risklerini taşır. ‘Kelle koltuktadır’, ‘vezir de olunur rezil de’. Neyse ne de olsa meşrebimiz geniş deyip kapatalım bahsi!