Nicolas Truong’un, Alain Badiou’yu sorularıyla sıkıştırarak, aşk hakkında konuşturduğu 'Aşka Övgü', Tellek Yayınları tarafından Orçun Türkay çevirisiyle yayımlandı. Siyasetten, felsefeye, bilimsel kavrayışlardan, dinsel pratiklere ve sanata kadar farklı alanlarla düşüncesini kesiştirerek, aşk hakkında soruları cevaplamaya çalışıyor Badiou.
Aşk, yaşamın ortasında duran, türümüz açısından önemli bir
duygu. Edebiyattan, felsefeye, sinemadan, tiyatroya ve daha pek çok
sözlü, yazılı, görsel üretimin ve tartışmanın direkt ya da dolaylı
nesnesi. Günümüzde konuşulsa da, pek eskisi gibi “yüceliği”
kalmadığı da söylenebilir. Çevrimiçi aşkların çağında, belki o
metinlerde tanık olduğumuz iç yakıcı hâli de biraz aşınmış
olabilir.
Nicolas Truong’un, Alain Badiou’yu sorularıyla sıkıştırarak, aşk
hakkında konuşturduğu “Aşka Övgü” adlı kitap, bu konuyu genişçe
tartışma imkânı veriyor. Siyasetten, felsefeye, bilimsel
kavrayışlardan, dinsel pratiklere ve sanata kadar farklı alanlarla
düşüncesini kesiştirerek, aşk hakkında soruları cevaplamaya
çalışıyor Badiou. Kitap, sorular ve cevaplar şeklinde ilerlese de,
bu tarz metinlerde alışık olduğumuz hiyerarşik ilişkinin
hissedilmediği, daha çok muhabbete eşlik ettiğiniz bir okuma
deneyimi sunuyor, en azından benim için öyleydi diyebilirim.
Badiou, aşkın tehdit altında olduğunu savunurken, bu duyguyu
yeniden icat edebilir miyiz sorusunun peşine düşüyor. Aşkı hem
politikanın hem duyguların hem de felsefenin bakışıyla yorumlarken,
bu duyguyu gerçekliğe ulaşmanın bir yöntemi olarak görüyor.
Günümüzün “güvenlikli” aşkları ile devlet, ordu gibi kurumların
benzerlikleri ise bana kalırsa metnin en ilgi çekici
yanlarından.
Truong’un, Badiou’ya, aşkın neden tehdit altında olduğuna dair
sorduğu sorudan başlayalım. Düşünür bu fikre “Meetic” adlı bir
tanışma sitesinin reklamlarında gördüğü cümlelerden yola çıkarak
cevap veriyor; “aşkı rastlantıya bırakmayın”, aşka düşmeden âşık
olunabilir”, “acı çekmeden de pekâlâ âşık olabilirsiniz” şeklindeki
reklam cümleleriyle “Meetic”, kullanıcılarına aşka dönüşebilecek
bir karşılaşmanın tüm risklerini yok etmeyi vaat ediyor. Badiou’ya
göre bu durum, Amerikan ordusunun “sıfır ölümlü savaş”
propagandasını hatırlatıyor ve devletlerin güvenlik söylemiyle aşkı
kesiştiren bir yan içeriyor. Çünkü bu sıfır riskli aşkta ve savaşta
riskin başkaları için geçerli olması durumu var. Badiou’nun
cümleleriyle söylersek: “Çağdaş güvenlik kurallarına göre aşka
hazırlamışsanız kendinizi, rahatınıza uymayan ötekini başınızdan
savabilirsiniz. Acı çekerse, bu onun bileceği iştir, sizi
ilgilendirmez, öyle değil mi? Demek ki çağdaş yaşama ayak
uyduramamış biridir. Aynı şekilde ‘sıfır ölüm’ de Batılı askerler
için geçerlidir.” Sıfır riskli aşk, ilişki açısından sorunlu çünkü
tek taraflı bir durumu ifade ediyor, eşit bir ilişkiye dönüşemiyor
ayrıca, karşısındakini yok sayıyor ve onun duyguları
önemsizleşiyor. Savaş durumundaki benzerliği de ilginç hakikatten,
sıfır risk ama batılı veya Amerikalı askerler için, peki ya onların
üstlerine bombalarını bıraktıkları insanlar, işte güvenlikle
oluşturulmaya çalışılan başta bahsettiğimiz tanışma sitesinin
argümanları, günümüz dünyasında aşk için de geçerli kılınıyor ve
yayılıyor, kimse başkasının sorumluluğunu almak istemiyor,
“risksizlik” söylemi aşkı tehdit ediyor. Badiou buna “güvenlikçi”
aşk adını veriyor, ona göre bu aşk; “ana ilkesi güvenlik olan her
şey gibi, iyi bir sigortası, iyi bir polisi, iyi bir kişisel zevk
psikolojisi olan için risksizlik anlamını taşır, tüm risk
karşısındakinin üstüne yıkılır.” Oysa aşk daha çok her şeyi
ortaklaştırmakla ilgili bir duygu değil mi, böylesi güvenlik
kaygısıyla örülmüş bir ilişki, kendini güvenceye almak için
imzaladığın bir sigorta sözleşmesini hatırlatıyor.
Badiou’nun, Rimbaud’nun “aşkı yeniden icat etmeli, besbelli”
cümlesinden hareketle ortaya koyduğu, bu yeniden icat etme fikri
için gerekli şartlardan birinin, güvenlikçi aşktan kaçınmak
olduğunu söyleyebiliriz, bana kalırsa bu yerinde bir tespit. Ancak
göz ardı edilmemesi gereken ataerkil düzende bu riski almanın çok
da kolay olmadığı. Bu nedenle artık kültürel erkeklikle birlikte
adeta kurumsallaşmış erkek şiddeti önlenmezse ve kültürel
erkeklikle yüzleşme gerçekleşmezse maalesef risk almak çok kolay
olamayacaktır, belki aşkın tehdit altında olmasının bir nedeni de
budur.
AŞKIN ZAMANI
Badiou, aşk için karşılaşmayı doğa ötesi bir anlamda “olay”
olarak görüp yadsımasa da tek başına yeterli görmüyor. Çünkü ona
göre aşk bir “kurma” işlemidir. Bu bir hedef de değildir,
geleneksel anlayışta aşkın amacı evlilik gibi algılanır.
“Evlendiler ve mutluca yaşadılar” pek çok söylencede karşımıza
çıkar bu, sonrasında neler yaşandığını pek bilemeyiz, sonsuza kadar
mutlu yaşadılar, âşık yaşadılar doğru mudur peki? Badiou, bu
yerleşik fikre karşı “süre” kavramını devreye sokuyor ve bundan
şöyle söz ediyor: “ ‘Süre’ sözcüğünden temel olarak aşkın her zaman
sürdüğü, sevgililerin birbirlerini hep ya da sonsuz sevdikleri
anlamı çıkarılmamalı. Asıl aşkın yaşamda farklı bir sürme yolu
bulduğu anlaşılmalı. Aşk deneyiminde, her bireyin yeni bir
zamansallıkla karşılaştığı…” Bu açıdan bakınca, “sonsuza dek mutlu
yaşadılar” söyleminin aşındırıldığını görüyoruz. Aşk sürmek için
kendi yoluna sahip olsa da onu yaşayan bedenlerin farklı
“zamansallıkları” var ve bu da kesinlikli bir yoldan çok patikaları
olan, yaşamın farklı uğraklarıyla kesişen, kesin olmayan, değişen
bir zaman anlamını içeriyor. Bu durumda sanırım şu söylenebilir,
her zaman her durumda aynı sabitlikte devam edecek bir aşkı
tahayyül edemeyiz. Bu da düşünürün deyimiyle, “bilinmeyen bir süre
arzusudur”, sonsuzca sürsün istesek de bu yolda istikamet
kesinlikli olmadığından, aşka düşen bedenlerin “süre”yi bilinmeze
bırakması olarak yorumlayabiliriz bunu. Aşkı yeniden icat etmeyi
düşünürken, “süre”nin yanında farkı deneyimlemeyi de ekliyor Badiou
ve bunu aşkın gerçekliğini üretmenin bir yolu olarak görüyor,
kendini farka açmak aynı zamanda fark üstüne yeni bir şey yaratmak
oluyor böylece. Ki düşünür için aşkın, gerçekliği bulmanın bir
yöntemi olduğunu söylemiştik. Badiou “aşk ilanını” ve bilindik
anlamının dışında kullandığı “sadakat” kelimesini de bu icat
etmenin bir parçası olarak görüyor, onun düşüncesinde karşılaşma ya
da rastlantı tek başına yeterli değil bu bakımdan onun açısından
aşkın başlangıç noktasının “aşk ilanı” ile ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Bu durumda “ilanı” başlangıç olarak kabul edebilsek
de aşkta yine “süre” bahsini hatırlarsak, aşkın kendi yolunda
belirsiz zamanı olduğunu, yani ulaşılacak belirli bir sonu
olmadığını hatırlamalıyız.
SİYASET VE AŞK BENZERLİKLER, FARKLAR
Badiou için aşkın bir gerçekliği bulma yöntemi olduğundan
bahsettik, siyaset ve aşk arasında düşünür açısından ilişkinin
başladığı yerde burası olarak görülebilir çünkü onun açısından
siyasette gerçekliği bulmanın bir yolu. Ona göre, siyasetin özü şu
sorunun altında yatar: “Bireyler bir araya geldiklerinde,
örgütlendiklerinde, düşünüp karar verdiklerinde neler yapabilirler?
Aşkta, söz konusu olan iki kişinin farklılığı özümseyip yaratıcı
kılmayı başarıp başaramamasıdır. Siyasette, çok sayıda kişinin,
hatta kalabalıkların eşitliği yaratıp yaratamamasıdır…” Bu iki
durumda da eşitliği yaratmak önemli görünüyor, aşkta farkı tekte
eritmemek ve aşkı eşit bir ilişki olarak sürdürmek, siyasette farkı
dışlamadan eşitliği yaratabilmek gerekiyor çünkü Badiou, öncesinde
siyaset için şu soruyu soruyor: “topluluk eşitlik konusunda
yetenekli midir? Kendisinden farklı olanı içine alabilir mi?” Bu
açıdan aşkın ve siyasetin ortaklaştığı “eşitlik” meselesinin bir
şekilde farklar arasında eşit bir ilişkilenme ile ilgili olduğu
düşünülebilir. Badiou şuna da dikkat çekiyor, siyaset içindeki
toplulukla, devlet ve iktidar arasında bir gerilim vardır,
siyasetteki düş kırıklığının nedeni devletken, aşkta düş
kırıklığının nedeni ailedir. Buradan yola çıkarak, onun için aşkın
devletinin aile olduğunu söyleyebiliriz, bu kesinlikli bir durum
olmasa da aile kurumunun birey açısından getirdiklerinin, denetim
ve disiplin mekanizmalarının sorun olduğunu biliyoruz. Bu nedenle
bu tespite katılabiliriz. Aşk ve siyaset arasındaki en temel fark
ise aşkta sevilecek birinin varlığı gerekirken, siyasette
düşmanların gerekliliği. Her ne kadar düşmanın da siyaset için
genellikle icat edilmiş bir şey olduğunu söyleyebilsek de
çatışılacak bir karşıtlık siyasetin belirleyici noktalarından bu
nedenle aşkla siyaset bu açıdan farklılaşıyor.
Tellekt Yayınları tarafından, Orçun Türkay çevirisiyle basılan,
“Aşka Övgü”de Alain Badiou ve Nicolas Truong, aşkı çeşitli
yanlarıyla sorguluyor. Badiou, felsefenin aşkı sorun etmesi
gerektiğini düşünüyor ve Kierkegaard, Proust, Platon, Lacan gibi
felsefecilerin aşk hakkındaki fikirlerini de devreye sokarak kendi
aşk düşüncesine ulaşmaya çalışıyor. Ona göre aşk “tehdit altında”
ve onu yeniden “icat etmek” gerekiyor, neden derseniz sanırım cevap
düşünürün şu cümlelerinde gizli: “Bu dünyayı doğrudan, ötekiyle
birlikte olmanın bana kazandırdığı mutluluğun kaynağı olarak
görüyorum ben. ‘Seni seviyorum’ sözü şuna dönüşür: Senin benim
yaşamım için oluşturduğun kaynak bu dünyada var. Bu kaynağın
sularında, sevincimizi, öncelikle seninkini görüyorum. Mallarmé’nin
şu şiirindeki gibi görüyorum onu: