Alevilerin 'imam' çocukları!
Mesut Özcan ile son kitabı 'Darbe Yıllarında Dersim'i konuştuk. Özcan, yaşanan tanıklıklar üzerinden devlet baskısını ve mezhepçi politikaları anlattı.
DUVAR - Dersim Katliamı, Cumhuriyet tarihinin en büyük acılarından biri olarak tarih sayfalarına kanla yazıldı. Kimi zaman görmezden gelinen, kimi zaman devlet eliyle suspus edilen katliam, bir nesli yok ederken ardından gelen nesillerin de belleklerinde ağrılı bir yas olarak kendi yarasının kabuğu oldu. Takvim yapraklarının birbiri ardına sararmasıyla birlikte Dersim halkı başka bir asimilasyon ile karşı karşıya kaldı: Sünnileştirilme.
Halkın büyük çoğunluğunun mezhepsel olarak Alevi kimliğine sahip olduğu Dersim'de, yaşanan askeri darbenin kanı henüz Munzur'dan akıp gitmemişken, askeri cuntanın atadığı valilerin baskısı kendini bu kez dini referans yoluyla gösterdi. Dönemin valisi Kenan Güven'in devlet eliyle, halk üzerinde yarattığı baskıyı Mesut Özcan ile konuştuk. Doğan Kitap etiketiyle okuyucu ile buluşan Özcan, Darbe Yıllarında Dersim'de yaşananları tanıklıklar üzerinden anlattı.
Devlet, toplumsal belleği yok etmek için ne gibi stratejiler sergiledi?
Sadece Dersim’de değil, sözlü kültüre sahip, yani yazılı kaynağı olmayan toplumlarda, toplumsal hafıza dilden dile aktarılır. Gelenek, görenek, inanç, tarih ve sosyal kültürel hayat, yaşlı insanların, o dönemleri yaşayan insanlar tarafından sözlü olarak aktarılır. Dersim’de de Yaşanılanlar, bugüne değin hep sözlü olarak aktarıldı. Yazılı her hangi bir kitabı yok öğrenebileceğimiz. 1990’lardan sonra tanıklarla, bilenlerle yapılan söyleşiler yazılıp çizildi de, böylece kitaplaştırıldı da toplumsal hafıza da kayıt altına kısmen alınabildi.
Devlet, örneğin 1937-1938’de büyük bir katliama girişti ve toplumsal hafızayı aktaracakları yok etti. Daha doğrusu, bir kültürel hayatı, bir inancı, bir dili yok etti. Bunu yaşayanları, konuşanları yok etti. Daha çok inanç, yani Alevilik bundan payını aldı. Elbette dil de payını aldı. Çünkü esas olarak hedef, devletin “ağa”, “bey” dediği, ama aslında ağa ya da bey olmayan, inanç önderi olan kişileri, aileleri hedef aldı büyük ölçüde. Öldürüldüler, sürgüne gönderildiler. Düşünsenize, 1960’larda, 1970’lerde Aleviler, cemlerini gizli yapmak zorunda kaldı, Pirler, gizlice taliplerine gidebildi. Yeni bir kültür dayattı. Dersim’de 4 tane halkevi kuruldu, 50’den fazla halk odası açıldı. Bunlar, 1935’ten itibaren kuruldu ve 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle kapatıldı. Burada, yeni bir dil ve kültür dayattı.
12 Eylül Darbesi’nden sonra da, örneğin, Alevi çocuklarını toplayıp Kuran kurslarına gönderildi, Alevi köylerine camiler, mescitler yapıldı, imamlar gönderildi. Kuran kursları, imam hatip okulları açıldı.
1990’lardan sonra, günümüze kadar, bu kez de Gülen cemaati yerleşti Dersim’e… Dersim’de özel okullar açtı… Hem de Aleviler için kutsal sayılan isimleri kullanarak yaptı bunları. Bunu dillendirenler, bir biçimde ceza aldı, hapishanelere tıkıldı.
Bugün de, aslında Kenan Güven’in inanç üzerine yürüttüğü politikayı, ne yazık ki Tunceli üniversitesi, şimdi adı değiştirilen Munzur Üniversitesi yürütüyor. Üniversiteden günde beş vakit ezan sesi, tümü Alevi olan mahalleye dinlettiriliyor. Öğrenciler, hocalar ders yapamıyor bu yüzden.
Dinlediğiniz tanıklıklarda baskın duygu neydi? Öfke mi, küskünlük mü?
Tabii, ben kurslara gönderilenlerden çok azı ile görüşebildim. Bunlardan da bir kısmı konuştu, ötekileri konuşmadı, çekindi, korktu. Konuşanlardan çoğunluğu, asimile edilmek üzere bu kurslara gönderildiklerini söylediler. Hatta, biri, “Ben annemden Hz. Muhammed’i farklı öğrendim. Bizim inancımızda Hz. Muhammed daha değerliydi. Kursa gittim, orada karşıma başka bir Hz. Muhammed çıktı. Bizim Hz. Muhammedimiz daha kutsal, daha değerli” dedi.
Konuşanlar, asimile edilmek amacıyla götürüldüklerini, ama asimile olmadıklarını söylediler. Ama biliyoruz ki, asimile olanlar da var. Gönderilen kızlardan şimdi türbana girmiş olanlar, farklı cemaatlerde olanlar var. Yalnız bir tek kişi, bu uygulamanın çok iyi olduğunu, devam etmesinden yana olduğunu, şimdi olsa yine gideceğini söyledi. Bu da, kurstan sonra İmam Hatip okullarına gönderilmiş, sonra medrese eğitimi almış biriydi. Dersim’e döndüğünde namaz kılmış biriydi. Fakat gelen baskılar yüzünden, namaz kılamadığı için rahatsız olduğunu söyledi.
Hem kursa gönderilenlerden, hem de dönemin diğer tanıkları öfkeliydi uygulamaya… Ama, bir darbe olduğunu, ses çıkaramadıklarını da söylediler.
Halk, dini baskılar sonrası ne gibi tepkiler veriyor? Bunların gerçekçiliği günümüzde kendini nasıl gösteriyor?
Halk, esasında 1938’de de benzer bir uygulamanın olduğunu söylüyor. Daha doğrusu Alevi oldukları için 1937’de de bir felaket yaşadıklarını söylüyor. Zaten bunun için, 1937 üzerine yakılan ağıtlarda, bolca “bugün ölenlerin yeri 12 İmamlar yolunda yeri cennet”tir derler. Bolca Hz. Ali, Hz. Hüseyin adı geçer bu ağıtlarda. 1937’yi, 1938’i, Kerbela olarak nitelendirirler. Fakat karşılarında bir devlet var. Direnebilecek güçleri de yok. 12 Eylül Darbesi’nde elbette böyle bir kırım yok. Ama kültürel bir kıyım var, yok edilmek istenen bir inanç var. Bu dönemde çocuklar alınıp Kuran kurslarına gönderiliyorlar ama, örneğin yapılan camilere, mescitlere kimse gitmiyor. Bu yapılar, ahır, samanlık olarak kullanılıyorlar. Bu da halkın verdiği en önemli tepkidir.
Tanıklıklar çerçevesinde bölge halkının yaralandığı temel uygulamalar neler?
Bölge halkı, başta, kendi inançlarına saygı duyulmadığı için yaralanmış. Kendileri için önemli olan kutsal mekanların aşağılanmasına, bunların boş bir hurafe olarak nitelendirilmesine tepki göstermiş, hala da gösteriyor. Çünkü Kenan Güven, Aleviler için kutsal olan mekanları, ziyaretgâhları, burada adak adanmasını boş bir hurafe olarak nitelendiriyor. Öyle ki, örneğin Alevilerin mezarlarına bile saygı göstermiyor. Buradaki mezar taşlarını söktürüyor. Halk, bunu elbette inancıyla birlikte, ölüsüne de saygısızlık olarak nitelendiriyor.
Baskı döneminin etkilerinden nasıl kurtulma yoluna gidildi?
Baskı döneminden kurtulmadı ki, etkilerinden kurtulma yoluna gidilebilsin? Çünkü, bugün Kenan Güven döneminin uygulamaları, ne yazık ki işi bilim üretmek olan, bilim yapmak olan üniversite üzerinden yürütülüyor. Üniversite, kendine göre bir senato kararı alıyor ve bu senato kararında kesin ve net bir Alevilik tanımı yapıyor ve bu tanımın dışında tanım yapanları işbirlikçi, dış güçlerin maşası olarak nitelendiriyor. İyi de, buradaki Alevilerin tapınma biçimleri, inançları, ritüelleri senin söylediğin, belirttiğin gibi değil ki? Sana uymayan herşeyi nasıl böyle değerlendirebilirsin? Nasıl, Alevilikle ilgili kesin ve net tanımlarda bulunabilirsin? Üstelik oluşturmak istediği Alevilik-Bektaşilik Enstitüsü’nün başına da Sünni olan birini getiriyor. Yanına da kendisi gibi düşünenleri yerleştiriyor ve güya Aleviliği araştırıyor. Bu senato kararına, Alevi olmadığı halde, kendi deyimiyle “etik olmadığı”, “bilimsel olmadığı” gerekçesiyle şerh koyan bilim adamını da, ne yazık ki FETÖ’cü diye KHK’larla ihraç ediyor.
Yani, süreç devam ediyor ve halk, bu baskıdan, bu asimilasyon girişiminden hâlâ kurtulabilmiş de değil. Nasıl kurtulabilsin ki? Sesini duyan da yok, derdini anlatabileceği kimse de yok…
Bugün, coğrafyaya ve tarihe baktığımızda neler görüyorsunuz? Neler söylemek istersiniz?
Bu coğrafya kadersiz bir coğrafyadır, talihsiz bir coğrafyadır. Tarihi de böyledir. Acı, zulüm, kan vardır hep… Savaş yok ama acı var, baskı var, kıyım var… Bu, ne yazık ki, yönetenlerin inancı, mezhebi ve yönetilen bu coğrafya halkının inancı, mezhebi ve etkin kökeni nedeniyle oluyor.
Devletin Dersim ve Alevilik politikaları açısından 1938’den 1980’e bir hat uzatabilir miyiz? 1938’de Dersim’in Alevi kimliği ön plana çıkıyor muydu?
Elbette uzatılabilir. Taa 1932 yılında, zata özgü olarak 100 adet basılan Jandarma Genel Komutanlığı raporunda aynen şu ifadeler var: “Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olsaydı herhalde Dersim’i bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük.” Devam ediyor rapor, Konya’dan bir örnek veriyor: “Bu mıntıkalara nuru irfanın ve Türk büyüklerinin daha evvel yetişmesiyledir ki Konya Türkü kendini toplayabilmiş ve dini ile imanını kazanmıştır.” Peki, 50 yıl sonra gelen Kenan Güven ne diyor? Dersim’e geliş nedenini nasıl açıklıyor?
Şöyle diyor o da: “İslamiyeti yaymak ve sizleri Müslümanlaştırmak…” Zaten, 1937/1938’i yaşayan, yaralı kurtulanların aktarımları da, inancı yüzünden, yani Alevi oldukları yüzünden kırıldıkları, öldürüldükleri biçimindedir. Kutsal mekanları bombalanmış, onların deyimiyle askerin ayakları altında kalmıştır. Askerler botlarıyla girmiştir o kutsal mekanlara. Oysa kendileri, o mekanlara gittiklerinde, o mekanlara yüzlerce metre kaldığında, ayakkabılarını çıkarıp yalın ayaklarla giderlerdi oraya… Ayakkabıyla gidilmezdi o kutsal mekanlara… Ama işte asker botlarıyla, atlarıyla gidiyor, bir de bombalıyor, oradakileri öldürüyor.
Dersim’in bu dönemini, bu acısını, kıyımını anlatan ağıtların hemen hemen tümünde vardır bu vurgu. 1983’ten sonra da bu kez çocuklarına göz koyuyor, onları iş vaadiyle, iş bulma vaadiyle ellerinden alıp Kuran kurslarına gönderiyor. Giderken annelerinin ellerini öpenler, gelirken annelerine sarılmıyor, yaptığı yemeği yemiyor… Bu hattı, 1980’e değil, bugüne kadar uzatabiliriz. Bugün belki çocuklar toplanıp kuran kurslarına gönderilmiyor ama, Kuran kursları açılıyor boyuna. “Namazla Huzurdayım” etkinlikleri yapılıyor. Yani bugün de Sünnileştirme çabaları var ne yazık ki… Ve Dersim’deki üniversite de bu çabanın önemli bir halkası. Şu çok açık ki, Dersim’i sünnileştirmek istiyorlar. Alevileri asimile etmek istiyorlar. O gün de, bu gün de bunu açık açık söylemiyorlar ama, uygulanan bu, yapılmak istenen bu. Bu görülüyor.
Darbe Yıllarında Dersim’i okuyunca 12 Eylül cuntasının Dersim’e özel bir ilgi gösterdiği anlaşılıyor. Bu ilginin sebebini nasıl açıklarsınız?
Dersim’e özel bir ilgisi var, çünkü Dersim Aleviliğin en önemli kalesi. İnancının gereğini yapan bir yer. Alevi ocaklarının merkezi. Dersimlilere göre, 366 evliyanın yurdu. Neredeyse her dağı, taşı, ağacı kutsal. Böyle inanılıyor. Büyük bir katliamın ardından bile, bütün kültürel asimilasyona karşın, inanç alanında bir başarı elde edilememiş. Bir de tabii sol’un da önemli bir kalesi. Sadece Dersim’de değil, Türkiye’nin her yerinde sol, sosyalist örgütlerin, oluşumların içinde yer almış Dersimliler, önderlik etmişler.
1980’de devlet tankın yanı sıra ideolojik propagandaya da epeyce yaslanmış. Bu propagandanın işe yaradığını, kalıcı izler bıraktığını düşünüyor musunuz?
Kalıcı izler bırakmadı, diyemeyiz. Çünkü bugün, bu ideolojik politikanın gereği olarak görüyoruz ki binlerce çocuk oradan alınıp Kuran kurslarına gönderilmiş. Bugün, bunlardan kimi tam da asimilasyon politikalarına uygun olarak Dersim’de görev yapıyorlar. Yani hem Dersimli’dirler, hem Alevidirler ama asimilasyon politikasına uygun olarak çalışmalar yapmaktadırlar. Dersim’in kendi öz çocukları yani. Sonra, her ne kadar Gülen Cemaati Dersim’de yok, bir tek orada örgütlenemedi, deniyorsa da bu gerçeği yansıtmıyor. Aslında Dersim’e özel bir önem verdi Gülen cemaati ve orada okullar, dersaneler açtı.
Hem de Dersimliler için kutsal sayılan isimleri, kavramları kullanarak yaptı bunu. Başlarda Dersim’den Türkiye’nin her yerinde bulunan dersanelerine öğrenciler götürdü, okutmak amacıyla güya. Sonra, gitmek isteyen çok olunca demek ki, bu kez seçerek, zeki olanlarını aldı. Nihayetinde kendi okullarını kurdu Dersim’de… Üstelik başından beri, 15 Temmuz sürecine değin hükümetlerden büyük de destek alarak yaptı bunu. Yine 2008 yılında, Tunceli üniversitesi olarak kurulan üniversite, bu anlamda epeyce işler yaptı. Sonra, üniversitenin adı Munzur üniversitesi olarak değiştirildi. Bugün üniversitede işte bu Kuran kurslarına gönderilenlerden görevli olanlar var.
Yine Tunceli Cemevi’nde dedelik yapanlardan bir iki tanesi bu kursa gönderilenlerden. Peki bunlar ne yapıyor, ne diyor? Tam da bugünkü hükümet Aleviliğe nasıl bakıyorsa, onu diyorlar, onu uyguluyorlar. Başındaki başkan da öyle. Bütün bunlar, esasında Dersimlilerin içini acıtıyor. Kendi kendileriyle mücadele etmek zorunda kalıyorlar, birbirlerine karşı kullanılıyorlar.
Alevi çocuklarının imam hatiplere ve Kuran kurslarına gönderilme politikası yalnızca Dersim’e mi özgü yoksa diğer Alevi illerinde de uygulanmış mı? Bu anlamda Vali Kenan Güven’in bireysel tasarrufu olduğu söylenebilir mi?
Bilebildiğim kadarıyla sadece Dersim’de uygulandı. Zaten o dönemin kararlarına baktığımızda da bunu görüyoruz. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler, o dönem, Türkiye genelinde 374 imam hatip lisesi olduğunu, bu sayının artmayacağı, artmaması yönünde MGK’nın genelgesi olduğunu söylüyor. Ama daha sonra aynı MGK’nın Tunceli’de İmam Hatip Lisesi açtığını söylüyor. Darbenin mimarı Kenan Evren de sadece Tunceli’de imam hatip lisesi açıldığını kabul ediyor. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç da, vali Kenan Güven’in Cumhurbaşkanı Kenan Evren’den aldığı özel bir izinle 1980 sonrası askeri yönetim döneminde açılan tek imam hatip lisesinin Tunceli’de hizmete girdiğini söyler.
Ne yazık ki, iş sadece imam hatip lisesi açmakla kalmıyor. Tümü Alevi olan köylere camiler de bu dönemde yapılıyor, Kuran kurslarına da bu tarihte, yani Kenan Güven’in vali olduğu dönemde çocuklar gönderiliyor. Ancak, Kenan Güven, MGK’nın bilgisi dahilinde yapıyor bunları. Bütün bu söylenenler de gösteriyor ki, uygulama sadece Dersim’de hayata geçiriliyor.
Toplam kaç çocuk bu dini eğitimin içine dahil edilmiş? Kaç çocukta Sünnileştirme çabası sonuç vermiş? Darbe sonrası kuşak için belirleyici olmuş mu bu dini propaganda?
Dönemin basınına, yazılan çizilen haberlere bakıldığında yaklaşık 5 bin çocuk gönderilmiş. Bunların bir bölümü dayanayıp kaçmış bu kurslardan. Ancak kaç tanesi kaçtı, kaç tanesi kaldı, kaç tanesi nerelere gitti, hangi tarikatlarda şimdi, bilemiyoruz. Örneğin, bu kurslardan sonra imam hatip okullarına devam edip, oradan Mısır’daki Elezher üniversitesine gidenler var. Yine, Kuran kurslarına gönderildiği yerde kalan ve orada evlenen, tamamen asimile olanlar var. Yani türbana, çarşafa giren, camiye giden, ramazanını tutan, namazını kılanlar var. Tümüyle Dersim ile ilişkisini kesenler var. Gönderilenlerin yaklaşık sayısını biliyoruz, 5 bine yakın. Ancak bunlardan kim ne oldu, nerede, ne yapıyor, ne yazık ki bilemiyoruz. Ama söylediğim gibi, konuşanların aktardığına göre radikal tarikatlara girenler var, tamamen sünnileşenler var. Bu kesin.
1980’deki uygulamalar Dersim için bir travma olarak tanımlanabilir mi? Tanıkların anlatımlarına dair gözlemleriniz nedir?
Elbette bir travma olarak tanımlanabilir. Hem aileleri için bir travma, hem gidenler için bir travma. Aileleri, okutmak, okuyup da iş bulacak diye gönderdiği çocuğunu, gelirken farklı bir ruh hali içinde buluyor. Elini öptürerek gönderdiği çocuğunun gelirken, annesinin elini öpmediğini, yemeğini yemediğini görüyor. Bundan daha acı bir şey olabilir mi? Gidenlerden kaçıp gelenler, zorunlu olarak kalanlar için de büyük travmalara neden olmuş bu durum. İlk geldiklerinde, evde sabah namazına kalktıklarını, abdest aldıklarını söylüyorlar gidip de gelenler. Bu durumdan kurtulmak için epey zorlandıklarını söylüyorlar. Bir de, tamamen bu duruma kendini kaptıranlar var.
Tamamen asimile olanlar, Dersim’e dönüyor. Ama döndükleri Dersim’de kimse camiye gitmiyor, namaz kılmıyor, ramazan tutmuyor. Fakat kendileri bunu yapmak istiyorlar. Yaptıkları zaman da dışlanmışlar. Biriyle görüştüm. “Gelirken, okulu bitirdikten sonra, köyümde namaz kılmaya başladım, ramazan tuttum. Beni ayıpladılar.” Dedi. İlçe merkezine yerleşmiş. Burada da aynı durumla karşılaşmış. Oysa buraya hem namazını kılmaya, hem ramazanını tutmaya, hem de camiye gitmek için yerleştiğini söylüyor. Ama çevre baskısı yüzünden hiçbirini yapamıyor. 4-5 yıl önce görüştüğümde, bu durumdan hala büyük acı çektiğini söylüyordu. Sorduğumda, keşke bu uygulama devam etseydi, diyor. Şimdi yine olsa, yine bu kurslara gideceğini söylüyordu. Bu durum, bu halde olanlar için de bir travmaya neden oluyor.
O dönemde köylere yaptırılan camiler halktan nasıl tepki görmüş?
Camiler zaten halkın isteği ile yapılmamış. Daha doğrusu şöyle yapılmış: Köylüler ya da muhtar, bir iş için, elektrik, su, sosyal yardım için Kenan Güven’e gittiğinde, Kenan Güven ısrarla
Halk ne yapabilir ki? Yoksa hiçbir hizmet gitmiyor. Fakat yaptırılan bu yapıların neredeyse hiçbiri kullanılmıyor, ibadet yeri olarak. Hepsi samanlık, ahır, odunluk olarak kullanılıyor. Hala da bu yapılar ayakta ve hala aynı amaçla kullanılıyorlar.
Birkaç yere imam gönderiliyor. Köylüler, imamın günde beş vakit ezan okuduğunu, ama hiç kimsenin bu camiye gitmediğini söylüyorlar. İmamla bir ilişki de kurmuyor köylüler. Bir köyde, imamın en sonunda dayanamayıp kahveye alıştığını, kağıt oynamaya başladığını da anlattılar.
Gündelik hayatta dini propagandanın başka izlerine rastlamak mümkün müydü?
Bugün, Dersim’de özellikle adı Tunceli üniversitesiyken değiştirilip Munzur üniversitesi yapılan üniversite, neredeyse Kenan Güven’in kaldığı yerden devam ediyor bu işlere. Bugün üniversiteden, tümü Alevi olan mahalleye günde beş vakit yüksek sesle ezan dinletiliyor. Oysa üniversitenin içinde zaten mescit var. Ama bilerek yüksek sesle ezan dinletmeyi istiyor buradakiler.
Sonra, geçtiğim yıl Tunceli üniversitesi kendi bünyesinde bir Alevilik-Bektaşilik Enstitüsü kurulması için senato kararı aldı. Düşünün, işi bilim yapmak olan, bilimsel çalışmalar yapmak olan Üniversite, Aleviliği net ve kesin tanımla tarif etti.
Kendi görmek istediği gibi tarif etti ve bunun dışında tanımda bulunanları, yani kendisi gibi düşünmeyeni bölücü, dış güçlerin maşası olarak tarif etti. Bu senato kararına, Alevi olmadığı halde bilimsel etiğe uygun olmadığı için şerh koyan bir bilim adamı, daha sonra FETÖ’cü diye KHK’larla ihraç edildi üniversitesinden. Üstelik üniversitenin kuracağını düşündüğü bu Alevi Bektaşi Enstitüsü’nün başına getirdiği kişi de Alevi değil, ama Aleviyim diye orada burada dolaşan bir kişi.
Bugün, Dersim’de bulunan Tunceli Cemevi, oradaki insanların toplanıp ibadet yaptıkları bir cemevinden çok, hükümete yakın kişilerin, Valinin, Üniversite yönetiminin gidip daha çok politik mesajlar verdiği bir yer konumunda. Aleviliği, kendileri gibi değil de, farklı yorumlayan, farklı değerlendirenlerin hiçbirinin yapacağı cem için burada yönetim izin vermemektedir. Neymiş efendim, Kürtçülük yapılıyormuş, neymiş efendim, Kırmancça, Kurmancça dualar, deyişler okunuyormuş, aslında hepsinin Türkçe olması gerekiyormuş.
Dedim ya yukarıda, işte bu cemevinin dedelerinden birkaçı da işte bu Kuran kurslarına gönderilen çocuklar. Yönetimin tümünün neredeyse hükümetle, Diyanet’le, Müftülükle ilişkileri oldukça iyi…
Düşünün, üniversitenin günde beş vakit tümü Alevi olan mahalleye dinlettiği ezana, itiraz etmeyen, tersine destekleyen kişiler. Yani Dersim’in şimdiki durumu da, dünden farklı değil esas olarak.