Aleviliği tanımlamak: Orijin değil, kıvam*
Özellikle Aleviliğin yeniden inşa sürecinden geçtiğimiz bu dönemde böyle bir denge ve kontrol mekanizması, hem demokrasinin gereğidir hem de değişip gelişirken helvanın helva olarak kalabilmesi için hayati önemdedir.
Ayfer Karakaya*
Aleviliğin yasaklı-ayıplı olmaktan çıkıp kamusal alanda ifadesinin nispeten normalleşmesinden bu yana en fazla 25-30 yıl geçti. Bu süre içerisinde Alevi toplumu bir taraftan dernek ve vakıfları aracılığı ile Türkiye’de ve göç ettikleri ülkelerde yasal olarak tanınma mücadelesini sürdürürken, diğer taraftan da hem siyasi ve kültürel dış baskılar hem de çeşitli sosyolojik iç dinamikler nedeniyle kendini “modern lisanla” yeniden tanımlamak durumunda kaldı. Dış etkilere ziyadesiyle açık ve son derece politize bir zeminde devam eden bu süreç Aleviler açısından sancılı geçmekte, hararetli iç tartışmalara yol açmaktadır. Öyle ki geldiğimiz noktada özellikle Avrupa’daki Alevi örgütleri arasında gittikçe derinleşen bir Özgüncü - Gelenekçi ayrımından bahsedebiliriz.
Daha çok İslam-içicilerin İslam-dışıcılarla kavgası olarak ifade edilen Aleviler arasındaki bu iç tartışmada, benim “Özgüncüler” dediğim grup Aleviliği müstakil, özgün bir inanç olarak kabul eden ve o şeklide tanınmasını savunan kişileri içermektedir.(1) Her ne kadar eleştirenleri tarafından “Ali’siz Aleviler” olarak isimlendirilseler de bu gruptakiler duruşları itibariyle geniş bir spekturuma yayılmaktadır. Bir kısmı gerçekten de Aleviliğin merkez sembolü Hz. Ali’yi tümden reddetme gibi fazlasıyla zorlama bir noktaya savrulmuş olsa da, çoğunluğu “bizim Ali’miz farklı” ifadesiyle özetlenebilecek, Hz. Ali’nin (ve ilintili diğer inanç ögelerinin) Alevilikteki konumunu daha “temsili” bir düzlemde anlamaya meyilli görünmektedir. Gelenekçiler ise esas itibariyle Özgüncülere bir tepki olarak ortaya çıkmıştır denebilir. Onları, özellikle Avrupa’daki Alevi örgütlenmesinin üst yönetimini etkisi altına alan Özgüncü akımın Alevi geleneğinin içini boşalttığı kaygısıyla, atadan-deden gördükleri şekliyle Aleviliği yaşama gayreti ve iddiasındaki gruplar olarak tanımlamak mümkündür. Geleneği “kitabileştirme” çabaları zaman zaman bizzat geleneği aşan vurgulara yol açsa da, karşı grup tarafından Şiileşme ve Sünnileşme etkisine açık olmakla suçlanmaları bazı istisnalar dışında abartılı görünmektedir.
İki grup arasındaki tartışma ve gerilimlerin sosyo-ekonomik ve politik bağlamını bir kenara koyup meseleye içerden bir gözle baktığımızda, her iki tavrın da Aleviler arasında sosyal ve duygusal karşılığı olduğunu görmek zor değil. Özgüncü tavır, ta başından beri şeriat-merkezli İslam’a karşı duyulan derin soğukluk ve korku ile gittikçe artan asimilasyonist baskılara karşı duyulan endişe ve tepkiye tekabül etmektedir. Buna mukabil gelenekçi tavır, Aleviliğin yüzyıllarca taşıyıcılığını yapmış, ona duygusal içeriğini vermiş temel inanç ögelerinin ve sembollerinin muhafazasına ve yeni kuşaklara aktarımına yönelik bir hassasiyeti temsil etmektedir.
Hem Özgüncülerin hem Gelenekçilerin Aleviler arasında belli bir tabanı ve karşılığı olmakla birlikte, her ikisinin de aşmakta zorlandığı temel bazı çelişkileri ve çıkmazları da yok değil. Gelenekçilerin temel çıkmazı, Aleviliğin, Şiilik ve ana akım tasavvuf ve tarikatlar başta olmak üzere diğer “İslamlardan” nasıl ayrıştığını, nasıl farklı olduğunu net bir şekilde açıklayamamalarıdır. Özgüncülere gelirsek, onların en temel çelişkisi, Aleviliğin özgünlüğünü koruyalım derken, geleneğin tarihsel olarak taşıyıcı kolonları diyebileceğimiz kimi unsurlarını yıpratma ve hatta tümden reddetme noktasına kaymışlıklarıdır. Bu meyanda, pozisyonlarını tahkim etmek adına, hiçbir ciddiyeti ve sahiciliği olmayan bazı alternatif tarihsel anlatıların peşine düşme eğilimleri Özgüncülerin en zayıf karnını oluşturmaktadır.
Ancak bütün bu birbirleriyle uzlaşmaz görünen farklılıklara rağmen, benimsedikleri sosyo-kültürel değerler ve dünya görüşleri (kadın hakları, sekülerizm gibi), uyguladıkları ritüeller (cem ayini ve söylenen deyişler gibi), kullandıkları dil ve öne çıkardıkları inanç ögeleri (Hakk ademdedir gibi) itibariyle Özgüncüler ve Gelenekçiler arasında herhangi bir kategorik ve dikkate değer fark yoktur. Diğer bir deyişle, bu iki grubun da (tümüyle reddiyeci ve tümüyle asimilasyonist pozisyonlara savrulmuş olan sınırlı sayıdakiler hariç) olgusal olarak Aleviliğe yaklaşımı büyük oranda örtüşmektedir. Zaten iki grup arasındaki kutuplaşmanın bu kadar artmış olması, Aleviliğin olgusal düzlemde değil, son derece problemli, orijin odaklı bir anlayışla tartışılıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Bize 19. yüzyıl Protestan misyonerlerinin bir mirası olan, sonrasında Aleviliğe dair Türk milliyetçi söyleminin ve 90’lardan beri ortaya atılan diğer tüm alternatif Alevilik anlatılarının da bel kemiğini oluşturan, esasında modası epeyce geçmiş bu özcü yaklaşım, kimlikleri ve kültürleri sözde saf bir (genellikle etnik veya ırksal) kaynağa bağlama çabasını bünyesinde barındırır. Oysa ne Alevilik ne herhangi bir başka gelenek veya toplumsal kimlik hiçbir mitosa yaslanmadan, hiçbir gri alana yer açmadan ve hiçbir iç çelişkiye izin vermeksizin tanımlanamaz ve anlaşılamaz. Zira bütün gelenekler ve bütün toplumsal (ve hatta bireysel) kimlikler karmaşık, çok katmanlı, akışkan ve dinamiktir (veya yaygın bir ifadeyle, senkretiktir). Dolayısıyla Aleviliği anlamlandırırken, esas itibariyle politik bir eylem olan saf orijin arayışlarından uzaklaşıp, Aleviliğin bir inanç ve kimlik olarak bağlıları indinde neyi temsil ettiğini, nasıl yaşandığını ve anlaşıldığını önceleyen olgusal (fenomenolojik) bir yaklaşımı benimsemek hem akademik hem de toplumsal açıdan çok daha sağlıklı bir tavırdır.
Bu söylediklerimiz, Alevi tarihinin yazımı önemsizdir anlamında anlaşılmamalıdır. Tersine Alevi tarihi, hem kendi asli değeri açısından hem de Anadolu ve komşu coğrafyaların sosyo-kültürel geçmişini anlamak açısından son derece önemli ve ilginç bir konudur ve mutlaka bugüne kadar olduğundan çok daha büyük bir ciddiyetle ele alınmalıdır. Ancak bunu yaparken ayakları yere basmayan, izlenimsel devamlılıklar üzerine kurgulanmış spekülatif yaklaşımlardan uzak durmak ve kendi tahayyülümüzdeki Aleviliği eldeki verilere empoze etme kolaylığından kaçınmak gerekmektedir. Onun yerine Aleviliğin oluşum ve değişim süreçlerini, genel olarak tarihin, daha özelde İslam tarihinin bütün doğal karmaşıklığı içerisinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmalıyız. Bu meyanda, ne tarihin ne de kimliklerin siyah-beyaz kategorilerle ve basit bir Aristo mantığı ile anlaşılamayacağı, tersine söz konusu olan tarih ve kimlikler olunca bir şeyin aynı anda hem A hem B olabileceğini kabullenmemiz gerekmektedir. Böyle bir yaklaşımla ve Alevi yazılı ve sözlü kaynaklarını önceleyerek yapılan çalışmalar, bugün bildiğimiz anlamda Aleviliğin — birçok mistik-batıni inanç ögeleri Vefailik/Babailik ve Rum Abdalları gibi muhalif Sufi-derviş hareketleri üzerinden çok daha gerilere götürülebilse bile— bir sosyo-dinsel kimlik olarak 15. ve 16. yüzyıllarda, Kızılbaş hareketi içerisinde şekillendiği sonucuna bize götürmektedir. Ayrıca, Alevi tarihine dair tüm bildiklerimiz, ana gövdeden duygusal ve itikadi olarak kopmuş olmalarına ve şeriat-merkezli, legalist din anlayışına karşı duydukları tüm antipatiye rağmen Alevilerin geleneksel olarak kendilerini (bir tür) Müslüman olarak algıladıklarını, bununla birlikte aynı zamanda farklı (semavi) dini geleneklerin tek bir ilahi gerçeğin farklı ifadelerinden başka bir şey olmadığı anlayışına dayanan, daha evrenselci bir kimliği de güçlü bir şekilde bünyelerinde barındırdıklarını ortaya koymaktadır.
“Peki bu tespit, birçok insanın kafasını meşgul eden İslam içi, İslam dışı tartışmasına nasıl bir açılım getirir?” diye sorulabilir. Öncelikle, meseleye tarihsel bir yaklaşım bu sorunun esas itibariyle sakat formüle edilmiş bir soru olduğunu bize gösterecektir. Zira bu soru İslam’ın adeta bir boşluk içerisinde, deyim yerindeyse sıfır kilometre bir gelenek olarak ortaya çıktığı ve tarih boyunca tutarlı ve tek bir tanımının varolduğu zannıyla hareket eder ki, bunun böyle olmadığı pozitif anlamda İslam tarihiyle aşina herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu gerçeğe rağmen bahsi geçen soruda ısrar edilecekse bile, bu sorunun muhatabının Alevilerden ziyade kendini İslami normatifliğin hamisi ve temsilcisi olarak gören kişi ve kurumlar olduğu söylenebilir. Şöyle ki: İslam’ın tanımı zahiri ve şeriat-merkezli bir anlayış üzerinden yapıldığında –ki yaygın tanım bu şekildedir—Aleviliğin İslam dairesinde anlaşılması ve anlamlandırılması elbette mümkün değildir. Ancak İslam tanımı, tarihsel olarak İslami bir diskur içerisinde ortaya çıkmış, ama tanrı, Kuran ve peygamberlik dahil temel birçok teolojik konuda ana gövdeden ciddi şekilde ayrışan ve bu yüzden de hemen her zaman dışlanmış esoterik-batıni akımları da içerecek bir şekilde genişletilirse, Alevilik (mistik) İslam’ın bir yorumudur denilebilir. Fakat her hal ve karda, yani İslam’la ilişkisi nasıl ifade edilirse edilsin, olgusal olarak Aleviliğin anlam ve içeriği değişmeyecektir.
Alevi örgütleri ve ortalama bir Alevi açısından Aleviliğe dair bu tür olgusal bir yaklaşımın pratikteki anlamı, orijin veya köken odaklı düşünce tarzını terk edip, kıvam odaklı bir düşünce tarzını benimsemektir. Meramımı daha anlaşılır kılmak için, Alevilikle ilgili faydalı bulduğum helva metaforunu burada kullanmak istiyorum. Alevilik bir veri olarak güzel bir helvaya benzetilebilir. Bir helvanın lezzetti kıvamından gelir. Yani aslolan helvanın ununun, şekerinin, yağının nereden geldiğinden çok, kıvamının doğru tutturulmasıdır. Bu benzetmeden hareketle, Alevi örgütlerinin esas görevi gelenek icadı değil, varolan geleneğin “kıvamının” muhafazasına, bu şekliyle yaşanmasına ve genç kuşaklara aktarılmasına destek olmak olmalıdır denilebilir. Bunu söylerken, geleneğin durağanlaşmasını veya Aleviler için içinden çıkılmaz bir kapana dönüşmesini öngörmüyorum. Bir yandan gelenek gözetilirken, diğer yandan geleneğin dinamizminin önünü kapamamak için örgütlerin yapması gereken, toplumsal mühendislik olarak algılanabilecek çabalardan uzak durup, toplumun içinden, organik olarak gelişen “sağlıklı” değişiklikleri sahiplenmek ve kurumsallaştırmaktan geçer diye düşünüyorum. Sayıları hızla artan modern cemevleri ve yakın geçmişte Tahtacı Alevileri ile sınırlı olmakla birlikte günümüzde gittikçe yaygınlaşan cenaze merasimlerinde deyiş okunması, Alevi toplumunun kendi iç dinamikleriyle ortaya çıkmış ve gelenekle ahenkli bu tür değişikliklere en güzel örnekleri teşkil etmektedir.
Peki gelenekle değişim arasında sağlıklı bir denge nasıl kurulabilir? Kanaatimce bu dengenin kurulmasının yolu, tek tip ve tek merkezli bir örgütlenmeden değil, çok merkezli ve belli sınırlar içerisinde farklılıkları tolere edebilecek, esnek bir örgütlenme modelinden geçer. Özellikle Aleviliğin yeniden inşa sürecinden geçtiğimiz bu dönemde böyle bir denge ve kontrol mekanizması, hem demokrasinin gereğidir hem de değişip gelişirken helvanın helva olarak kalabilmesi için hayati önemdedir. Belli marjlar içerisinde farklılıkları tolere edebilecek bu tür çok merkezli bir örgütlenme modelinin, sadece bugün sahada mevcut olan resimle değil, ocaklara dayalı geleneksel Alevi sosyo-inançsal örgütlenmesi ile de uyumlu olduğunu söylemekte fayda var. Nitekim, bu “yol bir sürek binbir” anlayışı iledir ki, ocaklar arasındaki bazı farklı uygulamalar veya geçmişte Aleviler arasında yaşanmış tarıkçı-pençeci gibi ciddi bölünmeler, asgari müşterekler zemininde (on iki hizmete dayalı, kadınlı-erkekli cem ritüelleri, Yedi Ulu Ozan gibi) kopuşlara yol açmadan, yan yana durabilmişlerdir.
(1) Bu arada Alevi örgütlerinin Aleviliğin özgün bir inanç olarak Avrupa ülkelerinde tanınması yönündeki çabalarının ortaya çıkmasında, bu ülkelerdeki Türk vatandaşlarına anlaşmalar gereği din hizmeti götürmekle görevli Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevi inançlı Türk vatandaşlarına kendi inançları doğrultusunda değil Sünni İslam çizgisinde hizmet vermekte ısrar etmesinin de etkili olduğunu burada not etmek gerekir.
**Doç. Dr.
*Bu yazı ilk olarak pirha.net'de yayınlanmıştır.