Alevilik ve soykırımın güncelliği

Maraş katliamı halen de süren ve etkilerini gösteren politik ve hukuki sonuçları olan bir katliamdır ve dahası bir soykırımdır. Alevi katliamlarının hem devlet ve hem de toplumsal şiddet ile bu şekildeki buluşmasının doğru hukuki eleştirisinin yapılması ve buna ilişkin bir ceza hukuku kürsüsünün açılması hem Türkiye hukuk düzeninin temel karakteristiğini hem de Aleviliğin Türkiye’nin hukuk düzeni içinde nereye yerleştirildiğini açıklıkla ifşa edecek niteliktedir. Alevilik ve hak bahsi açısından en önemli noktalardan birisi işte bu soykırım sorunudur ve üzerinde daha ciddiyetle düşünülmeye başlanmalıdır.

Abone ol

Orhan Gazi Ertekin 

Alevi çalışmalarının hak, hukuk ve adalet bahsindeki kavramsal hazırlıksızlığı giderek açığa çıkıyor. Bu durum hem “Alevilik çalışmaları” hem de “Alevilerin çalışmaları” için geçerli. Alevilik çalışmalarında hukuk araştırmalarının disiplinini edinme ve soruları bir de burada sorup cevaplama, bir bilgi ve disiplin alanına dönüştürme ihtiyacı her nasılsa hissedilmemiş, Alevilerin ise kendilerine yönelen her soruyu çok kolay anlaşılıp mazur görülebilecek bir “mağduriyet” üzerinden anlama eğilimi hak bahsi ile ilişkilerini reaksiyoner bir kısıtlılık içinde tutmak sonucunu doğurmuş. Örneğin Hanefi fukahasına gösterilen olağanüstü ilgi yok Alevilik çalışmalarında. Alevilerde de “hak” bahsi ile nasıl ilişkileceklerine dair soruşturmalara rastgelinmiyor. Sorunu daha da kısıtlı ve zor hale getiren bir şey daha var ki o da “Alevilik çalışmaları” ile “Alevilerin çalışmaları”nın neredeyse özdeş hale gelmesi. Böylece Alevilik çalışmaları nesnellik ve kamusallık özelliğini belirli ölçüde yitirerek Alevilerin kendi içindeki ucu bucağı olmayan çekişmelerin ve farklı “kültürel sermaye”lerin kıskanç biçimlerde hesaplaştığı bir öznellikler sahasına dönüşüyor.

Alevilik ve Aleviler üzerine yapılan her yeni bilimsel çalışmanın, her örgütsel girişim ve politik temsil davetinin ve tabii ki her farklı “hak” bahsinin kalıcı bir toplumsal ihtiyaca işaret etmediği sürece geleneksel çekişmelere işlevselliği açısından değerlendirilme tehlikesi de buradan doğuyor kuşkusuz. Şimdi ben burada o geniş öznellikler sahasının mümkün olduğu kadar dışında durmaya çalışarak Alevilik ve hukuk meselesinin neden önemli olduğunu bir kez daha anlatmaya girişecek ve “Alevilik ve Hukuk” alanına ilişkin bilimsel ve politik girişimlerin hem Aleviler hem de Alevi olmayanların toplumsal yaşam imkanları için ne kadar anlamlı olduğunu fark ettirmeyi deneyeceğim. İlk olarak Aleviliğin hak ve hak hareketleri bağlamında heterojen bir din-mezhep-yol olarak homojen etnik-kültürel gruplarla karıştırılması eleştirisinin ne kadar sorunlu olduğunu göstermeye çalışacak ve bunun özelikle de Alevilerin yüzlerce yıldır ve halen temel ve güncel bir sorunu olan soykırım fiilleri yönünden ne tür sakıncalar barındırdığını temel tartışma konusu yapacağım. Bu arada İBB tarafından bastırılan broşüre ilişkin tartışmaların da bu bahisle doğrudan ilgili olduğunu zannediyorum.

ALEVİLİK VE HUKUK

Alevilik ve Aleviler içinde “hak” bahsi -kimlik ve tanıma meselesini bir kenara bırakırsak- maalesef yeterince ilgi çekmemiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Aleviliği diğer dinlerle eşit kimlik formunda resmetmesinin yarattığı tartışma bile ne kadar hazırlıksız olunduğunu göstermektedir. Bunun başlıca sebeplerinden birisi “hak” ve “hukuk” ile ilişkinin esas olarak “ulus” üzerinden kurulmuş olmasıdır. Hak ile mezhep+din+yol arasındaki bağı sadece ulus etnisite esaslı görmek esasında burjuva siyasal kültürün erken dönemlerine has bir yaklaşımdır. Maalesef Aleviler arasında da yaygın olduğu görülmektedir. Etnik-kültürel-ulusal olan ile siyasal olanın özdeşleştirildiği bu yaklaşım milliyetçi bir bakış açısıyla “hak”kı sadece kendi yarattığı bir “milli cemaate” ait olarak görmek sonucunu doğurur. Gelnerr'in “milli olan ile siyasal olanın özdeşliği” olarak tarif ettiği milliyetçilik aynı zamanda “hukuki olan”ı da içine alan bir ideolojik yaklaşımdır. Kant'ın deyişiyle bu “ulusal çılgınlık” “yurt” ile “evrensel” olan arasında kurulabilecek farklı “hak” bağlamlarını maalesef yok etmiştir. Etnisite-siyaset ve hukukun bu içiçe geçişi modern faşizan hukuk devletlerinin de temel zeminini oluşturur. İşte Türkiye, “üniterliği” algılama biçimiyle tam böyle bir hukuk kültürünün en keskin olarak geçerli olduğu bir siyasal-hukuki coğrafyanın adıdır. Aleviler bu algıyı aşmalıdır.

HAK NEREDEN DOĞAR?

Çünkü ulus, etnisite, sınıf, din, mezhep vb. gibi her nereden doğarsa doğsun hak iddialarının gerçekliği ve başarısı hem güç ilişkilerine hem de hegemonik iddialarına bağlı olmuştur. Nitekim Wilson ilkelerinden bu yana etnisite-ulus ve hak ilişkisi giderek daha da demokratikleşen bir gelişme gösterir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanınmış “ulus” veya “etnisite”ye hasretmek eğilimi kısa süre sonra örneğin Lozan Antlaşması'nda da değişim göstermiştir. Buna göre Lozan'da “dinsel ve mezhepsel” ayrımlar ile “farklı dil”e ilişkin bir hak kategorisi de tanınmıştı. Diğer yandan ulusların kendi kaderini tayin hakkının sonraki kavramsallaştırmalarında da -örneğin Lenin- “hak”kın ulusu da aşan hatta bir mahalleye ve bir aileye kadar ulaşan bir hak kurucu alanın öne çıkmaya başladığı görülür. Böylece erken burjuva siyasal düşüncesinin hak, hukuk ve adalet bahsindeki milliyetçi tezler bizzat milliyetçiliğin içinde dahi giderek dönüşüme uğramaya başlamıştır. Alevilik ve hukuk bağlamındaki bir diğer sorun ise ulusu “homojen” buna karşılık din-mezhep-yolu heterojen olarak görmek ile alakalıdır. Bu yaklaşım hem tıpkı diğer “topluluk” halleri gibi milyonlarca farklılık barındıran ulusu tek ve bütünlüklü gerçek ve somut bir yapı olarak zannetmekten kaynaklanır hem de hukuku sadece merkezi-resmi bir yapı ve mekanizma olarak anlamak sonucunu doğurur. Böylece “hak” kuruculuk iddiası birincisi sadece “millet”e ait hale gelmektedir. İkincisi de hak ve hukuku geniş toplumsal yapıdan topluluklara ve oradan da yurttaşlara kadar uzanan karşılıklı ilişkiler alanı olmaktan çıkartmak sonucunu doğurur. Eğer Alevilik ve hukuk meselesine buradan bakılırsa son derece sorunlu bir tartışma alanı ile karşı karşıya kalırız ve geleneksel söylemleri tekerlemelere dönüştürmekten başka çare kalmaz.

ALEVİLİĞİN BİR CORPUS IURIUS CIVILIS'İ VAR MIDIR?

Diğer yandan modern hukukun din dışı seküler karakterine yapılan vurgu da son derece işlevsiz ve vukufiyetten yoksun bir bahis içerir. Schmitt’in yerinde olarak belirttiği üzere gerçekte modern egemenliğe dair kavramlar “sekülerleştirilmiş ilahi kavramlardır” ve modern seküler hukuka dair kavramların inşa edildiği bir “hukukçular çağı” (the Age of lawyers) olarak 12. yy'nin neredeyse bütün kavramları dinsel ve modern hukuka taşıyan yaratıcıları da “din adamları” idi. Alın size buradan hemen gerçek bir Alevilik ve hukuk bahsi açmış olalım: Hakikatçilerden “Afe Ana ve hukuk” başlıklı bir çalışma ödevine ne dersiniz? Başka deyişle hakikatçi gelenek içinde “adam”ların değil “kadınların” vaat ettiği hukuk; hem modern hukukun “ortak yaşam” vaatlerine yeniden dahil olunabilecek bir bağlam hem de cinsiyet eşitsizliğine dair en güncel modern hukuk sorunlarına yönelen bir tartışmanın köklerine doğru bir bilimsel serüven vaat etmiyor mu? Veya bir Alevi “corpus iurius civilis”i bilimsel çalışma için heyecan verici değil mi? Buradan baktığımızda hak bahsi ile ilişkimiz memleketten gelen akrabaları Luther ve Calvin'in meydanlarında, sokaklarında gezdirmekten ibaret bir “hoşgörü” ve “tolerans” ile sınırlıysa kuşkusuz yapacak pek bir şey yoktur ki bu halde kendi varoluşunuzu ve imkanlarınızı kendi sınırlı bilginize olan özgüveniniz ile imha etmiş olursunuz. Özet açıktır: hak, hukuk ve adalet bahsi bakımından heterojen sanılan din, mezhep, yol ile homojen sanılan ulus-etnisite arasında hiyerarşik bir düzenek yoktur, politik bir bağ vardır.

SORUNLU BAŞLANGIÇLAR

Şimdi eğer toparlar isek hak bahsinde heterojen alevilik ile homojen ulus kavram ve kurumlarının birbirine karıştırılması iddiasının üç önemli sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi “hak”kı sadece ulus ve etnisiteye bağlamak, ikincisi modern ulusa ait temel hukuksal kavramların “dinsel” bağlamlarını alaşağı ederek gelenek ile olan süreklilikleri gözardı etmek ve üçüncüsü ve bugün açısından politik güncelliğini ve aciliyetini koruyan nokta ise bu yaklaşımın Alevilerin Türkiye'deki varlığını ve yokluğunu veya başka deyişle imhasını sadece toplumsal ve mezhepsel bir gerilimin içine yerleştirmek olarak gösterilebilir. Birincisinde Aleviliğin hukuk ile ilişkisi kısıtlanıyor ve başkalarının bilemeyeceği gülünç bir ezoterik dilde hapsediliyor. İkincisinde Aleviliğin “fıkıh”ı ve “fukaha”sı bugüne ulaşabilecek hukuki kökenlerinden uzaklaştırılıyor üçüncüsünde ise Aleviler için asıl düşman sadece IŞİD, El Kaide ve Selefiler gibi unsurlar haline geliyor. Alevilerin kırımının ve dahi soykırımının bizzat devlet ile, siyaset ve hukuk ile olan derin bağı gözardı edilmiş oluyor. Şimdi bir de Alevilik ve hukuk bağlamındaki en güncel sorun olan soykırım meselesine gelelim...

ALEVİLİK VE SOYKIRIM

Türkiye Aleviliğinin hukuki-siyasi meselelerinin en önemlilerinden biri veya birincisi soykırım fiilleridir. Aleviliğin bu topraklardaki varlığı ve yokluğu ile doğrudan ilgili olan bu konu bugüne kadar maalesef hukuken ve siyaseten bir sorumluluk alanına dönüştürülmemiştir. Oysa Türkiye’de bir yandan devletin ve kurumların Sünni İslam temeline dayanması ile aynı anda geniş bir Sünni kitle şiddetinin potansiyel olarak ve fiilen varlığını koruması arasındaki politik ve hukuki bağın açığa çıkarılması başlıca demokratik ve tabii ki hukuki görevlerdendir. Cumhuriyetin başından itibaren varlık ve önemini koruyan bu sorun Cumhuriyetin “diyanet devleti”nin bugün AKP ile birlikte bir tür “Rus devlet kilisesi” benzeri bir yapıya dönüşmeye başlaması nedeniyle önümüzdeki süreçleri daha da yakıcı kılmaktadır. Şimdi buradan baktığımızda eğer Alevilerin varlık ve yokluk sorununu IŞİD ve benzeri Selefi yapılara veya İhvan'a bağlarsanız Türkiye'de Alevilerin soykırım altında olmadığını, sadece bir toplumsal ve kültürel tehdit ile karşı karşıya olduğunu iddia etmiş olursunuz. Sorunun Sünni toplumsal şiddet potansiyeli ve fiili olduğunu savunmuş olursunuz. Buradan bakıldığında örneğin Maraş katliamını anlamamız mümkün olmayacaktır. Maraş katliamına kabaca bakıldığında bir mahallede bir “direniş adacığı”nın oluşturularak saldırıların topyekün etki göstermesi engellenmişti. Buna karşılık direniş katliamın genişlemesini engellemekle beraber soykırımı engelleyememişti maalesef. Çünkü direniş Sünni toplumsal şiddet ile tamamlanan bir devlet şiddeti ve ağır işkenceler altında bastırıldı-bastırılabildi. Ve bu süreç on yılları buldu. Şimdi Maraş katliamını sadece 19-26 aralık 1978 tarihlerine hasrederseniz olan şey bağnaz Sünni şiddeti haline gelir. Oysa Maraş katliamı halen de süren ve etkilerini gösteren politik ve hukuki sonuçları olan bir katliamdır ve dahası bir soykırımdır. Alevi katliamlarının hem devlet ve hem de toplumsal şiddet ile bu şekildeki buluşmasının doğru hukuki eleştirisinin yapılması ve buna ilişkin bir ceza hukuku kürsüsünün açılması hem Türkiye hukuk düzeninin temel karakteristiğini hem de Aleviliğin Türkiye’nin hukuk düzeni içinde nereye yerleştirildiğini açıklıkla ifşa edecek niteliktedir. Alevilik ve hak bahsi açısından en önemli noktalardan birisi işte bu soykırım sorunudur ve üzerinde daha ciddiyetle düşünülmeye başlanmalıdır. Aydın Ortaca Alevileri ile Malatya Alevilerini bir araya getirecek ortak bir hukuk mücadelesi öncelikle buradan doğacaktır.

Aleviler ile hak, hukuk ve adalet bahsinin kuşkusuz ki soykırım meselesini aşan oldukça geniş bir alanı olduğu açıktır: bir Alevi “fıkıh”ından-bir Alevi “fukaha”sından (kuşkusuz ki “Sünnileştirilmiş kavramlar” yerine doğru kavramlar bulunmalıdır.) bir soykırım araştırmaları alanına, bir Alevi “Corpus Iurius Civilis”inden (Medeni hukuk toplamaları) Aleviliğin ister güç ilişkileri bağlamındaki gerçek anayasacılık tarihindeki yerine isterse anayasal “ortak yaşam” (Rıza Şehri) tartışmalarına kadar uzanan çok çeşitli çalışma alanları üzerine de ayrıca düşünmek şart. Bu hem bilim çevreleri hem de politik ve hukuki çevrelerin acil görevleri arasındadır... Bir bilimsel disiplin alanının kuruluşu bu acil görevlerin de başında gelmektedir.

Son olarak alıngan, yarı uykulu, kendine hülyalı ve melankolik bir dilin rahatlığından kurtulamamış dostlara seslenmek isterim ki bu yazı Alevilerin eksiklikleri üzerine yazılmamıştır. Fazlasını talep etmek üzere yazılmıştır. Bu yazı Alevilere bir haksızlığı yüklemeyi değil bir haklılık inşa etmeyi dert etmektedir. Harcıalem bilgilerin zihnimizi gevşetmesine izin vermeden çalışmaya koyulmak şart...