Alevlerin ucundaki nilüfer

Bu eylemi yapan insanların nihai amacı kendini öldürmek, yani intihar etmek değildir. Eğer böyle olsaydı pekâlâ, bu işi gizli saklı da yapmaları mümkün olabilirdi. Söz konusu eylemle asıl başarılmak istenen kamusal bellekte yaşayacak kalıcı bir imge yaratmaktır. Böylelikle ilk adımı kendini öldürmek olan bu eylem, son adımda bir protesto davranışına dönüşür

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Lotus çiçeğini duymuşsunuzdur mutlaka. Hani şu bizim nilüfer dediğimiz güzel çiçek. Bazı kültürlerde sonsuz yaşamın, bilgeliğin, saflığın veya yeniden doğumun işareti olarak kabul görür. Budizm'de lotus pozisyonunda oturarak meditasyon yapma ritüelinin arkasında bu türden inançlar yatıyor olsa gerek. Lotus pozisyonunda meditasyonun Çin’in Budist metinlerine geçmiş son derece radikal bir biçimi vardır. Dördüncü yüzyıldan itibaren devreye sokulan bu uygulama bir yandan etkileyici diğer yandan ürkütücü olan bir nitelik arz eder. Söylendiğine göre bazı rahipler maddi varoluşun inançla nasıl aşılabileceğini göstermek amacıyla herkesin gözleri önünde kendilerini yakarlarmış. Ateşin ortasında lotus pozisyonunda meditasyona devam eden rahibin görüntüsü, Budist uygulamaların gücünün “maddi” kanıtı olarak değerlendirilirmiş.

Vietnamlı rahip Thich Quang Doc’un manastır hayatına katıldığı 1930’lu yıllarda bu uygulamanın nadir örneklerine rastlamak halen mümkündü. Rahip, Güney Vietnam’da yönetimin Budistlere uyguladığı zulmü protesto etmek istediğinde, aklına bir eylem biçimi olarak bu eski dini uygulama gelmişti. 1963 yılında Saygon’da, uluslararası basının da hazır bulunduğu bir ortamda rahip kendini yaktı. Adet olduğu üzere lotus pozisyonunda oturan rahibin çevresinde, ona yardımcı olan başka rahipler de mevcuttu. Rahip tutuşunca pozisyonunu ve metanetini bozmadan davetlilerin de anlayabileceği şekilde İngilizce sloganlar atmaya başladı. Eylem sona erdiğinde, kendini ateşe atan rahip amacına ulaşmış, tam istediği gibi dünyayı sallayacak bir imge yaratmayı başarmıştı.

Hiçbir şey, modern toplumu böylesi dini geleneğin güncele taşınmasından daha fazla sarsamaz. Seküler biçimler içinde canlanan dini uygulama modern toplum için bir skandaldır. Modern birey, ilkin inancı uğruna kendini yakan insanda gördüğü akıldışı fanatizmden ürker. Daha sonraysa, zaten modern toplumun mevcut simgesel ve kültürel örgütlenişinin bu fanatizmi mümkün kıldığı gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalır. Görünüşte şiddet, “bir başkasına zarar vermeme” ölçütü üzerinden modern kamu hayatından dışlanmıştır. Oysa kendine zarar veren eylemin kamusal alandaki statüsünün ne olacağı çok da belirlenmiş değildir. Kendini yakmada kişi, şiddetin dilini başkalarına zarar vermeden kullanma başarısını göstermektedir. Sonuçta şiddet karşıtlığının ahlaki yüceliğini, kanlı şiddet görüntüleriyle bir araya getiren paradoksal bir etki ortaya çıkarmaktadır.

Doğu Asya kültürüne özgü bir eylem biçimini, küresel protesto kültürünün eylem repertuvarına taşıyan şey, bu etki olsa gerek. Türkiye’de geçenlerde gerçekleşen bir işçinin kendini yakma girişimini de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Siyasi bir muhatap bulamamaktan şikayetçi olan eylemci kendini meclisin önünde yaktı ve ne mutlu ki kurtarıldı. Basına yansıyan son fotoğraflarında, vücudu bandajlara sarılı bir şekilde poz vermekteydi. Bu eylem, Türkiye’de ateşle oynayarak yapılan siyasete dikkatimizi tekrar çekti. Türkiye’de kendini yakma eylemleriyle ilk kez karşılaşmıyoruz. Yanılmıyorsam bu eylemin Türkiye’de bilinen ilk örneği 1982 yılında gerçekleşmişti. İlk olarak Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu olan Mazlum Doğan, cezaevindeki baskıları protesto etmek için kendini yakmıştı. Sonradan bu eylem biçimi, kullanılabilir yöntemlerin nispeten kısıtlı olduğu cezaevleri direnişlerinin ötesinde bir kullanım alanı buldu. Bazı devrimci hareketlerin genel politik mücadeleleri içinde sistematik olarak kullandığı protesto tekniğine dönüştü.

Kendini yakma eyleminin örgütlü veya sistematik olmayan ilk kullanımına da yine 1982 yılında rastlıyoruz. O tarihlerde Ankara’da gerçekleşen bir ASALA eylemini protesto etmek amacıyla Artin Penik isimli bir terzi kendini yakmıştı. Geride bıraktığı mektupta ASALA’ya hitapla “Patrikhane ve Türkiye’deki bütün Ermeniler namına sizi protesto edip kendimi yakıyorum” diyordu. Daha önce emperyalistlerin oyunlarıyla “yüzbinlerce insan kayboldu” şeklindeki bir saptama yaptıktan sonra, tekrar oyuna gelinmemesi konusunda onları uyarıyordu. Artin, örgüte temel eleştirisini şu sözlerle dile getiriyordu: “Şurda birkaç bin Ermeni kaldı. Bunları da mı yok etmek istiyorsunuz. Fakat buna asla muvaffak olamayacaksınız.” Bu tekil örnek, sadece örgütlü protestonun kültürünün değil, genel ve paylaşılan bir ruh halinin de insanı böyle bir eylem yapmaya yöneltebileceğini göstermesi açısından önem taşıyor.

ASALA’nın Esenboğa Havaalanı’na yönelik saldırısında sekiz kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda insan da yaralanmıştı. Saldırının Türkiye’deki Ermeni toplumu aleyhine “tepki” yaratmasından endişelenen Patrikhane’den ve bazı Ermeni örgütlerinden birbiri ardına açıklamalar geliyordu. Açıklamalarda sadece eylem kınanmıyor, Ermeni Soykırımı da vurgulu bir şekilde reddediliyordu. Bu eğilim, sonradan Ermenilerin aslında eski bir Türk boyu olduğunu ileri süren bazı yayınların ortaya çıkmasıyla doruk noktasına vardı. Kürtlerle ile ilgili resmi tezlere aşırı benzerlikler gösteren bu iddia aracılığıyla, ironik bir şekilde devletin güvenini kazanmaya çalışanlar bile olmuştu. İşte Artin eylem kararını böyle bir toplumsal ortam içinde, muhtemelen de Diyarbakır Cezaevi’ndeki eylemleri model alarak vermişti.

Örgütlü ve bireysel protestoların ortak bir yönteme başvurması, kendini yakmayı insanların çaresizliğiyle açıklayan anlayışın sınırlılığını açıkça ortaya koyuyor. Bireysel düzeyde bu insanların tüm yolları tüketmiş veya bilinen tüm çareleri denemiş olduğunu düşünmek ilk başta makulmuş gibi gözükebilir. Lakin eylemin örgütlü biçimini de dikkate aldığımızda kendini yakmanın “son çare” olmaktan daha fazlasını anlattığı da aşikardır. Aslına bakarsanız, intiharın bir tükenmişlik veya umutsuzluk sonucu olduğu inancının doğruluğu tartışmaya açıktır. Fakat bir an için doğru olduğunu kabul etsek bile, bu durumun kendini yakma eylemlerinde geçerli olmadığı çok nettir. Çünkü bu eylemi yapan insanların nihai amacı kendini öldürmek, yani intihar etmek değildir. Eğer böyle olsaydı pekâlâ, bu işi gizli saklı da yapmaları mümkün olabilirdi. Söz konusu eylemle asıl başarılmak istenen kamusal bellekte yaşayacak kalıcı bir imge yaratmaktır. Böylelikle ilk adımı kendini öldürmek olan bu eylem, son adımda bir protesto davranışına dönüşür. Bu açıdan, eylemi “intihar protestosu” olarak adlandırmak en uygun yaklaşım gibi gözükmektedir.

İntihar protestolarını, umutsuzluk veya çaresizlik gibi açıklamalarla, yani eylemcileri fail olmaktan çıkaran bir bakış açısıyla kavrayamayız. Bu eylem biçimleri, doğrudan ve saf haliyle siyasal davranışın alanı içerisinden anlaşılabilir. Modern siyaset, siyasi öldürme biçimlerini cinayet ve intihardan ayırt ederek öldürme davranışıyla baş etmeye çalışır. Cinayet bir kamu güvenliği problemiyken, intihar bireysel veya sosyal bir mesele olarak ele alınır. Devlet nedenleriyle ölme ve öldürmeyse, cinayet ve intiharın ötesinde kabul edilir. Halbuki öldürme, münhasıran siyasi bir eylem biçimidir. Ölüm ile siyaset arasındaki akrabalık bu biçim içinde en belirgin halini alır. Bu yeni protesto biçimleri, insan hayatını araçsallaştırarak geniş toplulukları denetim altında tutan egemen güce karşı devreye girer. Bu eylemlerde protestocu sözcüğün gerçek anlamıyla ateşle oynamaktadır. Çünkü kuvvetle muhtemeldir ki, eylemciyi son derece acılı bir ölüm beklemektedir.

Her eylem gibi öldürme de yöneldiği hedefe göre anlam kazanır. Hedef derken başkasını öldürmek ile kendini öldürmek arasındaki ayrıma dikkat çekmek istiyorum. Ayrımı gözetmek öldürmenin siyasi mantığını kavramak açısından büyük bir önem taşıyor. Öldürme vakalarında kişi ya katildir ya maktul; öldürmenin mantığı bunu gerektirir. Sanki sarsılmaz bir mantığın ürünüymüş gibi gözükse bile, bugünlerde söz konusu ayrımın geçerliliğini sorgulatan örnekleri sık görmeye başladık. İntihar saldırıları bu mantık ilkesine aykırı bir örnek olarak ilk anda göze çarpıyor. Hem intihar hem cinayet olan bu vakalar öldürme mantığı açısından çelişkili bir formüle göre işliyor: kendini öldürerek başkasını öldürmek. Ölüm ile siyaset arasında gerili duran ipin bir ucundan bu çelişki tutuyor. İpin öbür ucundaysa bunun tam tersi bir durum olan intihar protestosu bulunuyor. Burada ne intihar ne cinayet olan kendini öldürme vakalarıyla karşılaşıyoruz. Kısacası maktul veya katil olma ayrımı üzerine kurulu olan öldürme mantığının kapsamı dışında yer alıyor.

Kişinin kendi ölümünü araçsallaştırmasıyla intihardan, başkasını öldürmemesiyle de cinayetten ayrılan bu eylem biçimine önceleri çok sık şahit olunmuyordu. Şimdilerdeyse “ateşle oynamak” siyasetin temel uğraşlarından olmaya başladı. Halbuki ateşe dair anlayışımız modern bilim tarafından kökten değiştirilmişti. Eskiler ateşi, varlığın kurucu parçası olan unsurlar arasında görürdü. Oysa günümüzde ateşin parçacıklar düzeyinde gerçekleşen olayların yarattığı bir görüntüden ibaret olduğu düşünülüyor. Kendini yakanların hareketlerinin yarattığı görüntülere baktığımızdaysa, ateşin en azından siyasette bir “unsur” olmaya devam ettiğini görüyoruz. Sanki eski ile yeni, madde ile ruh, akıl ile iman arasındaki gerilimlerin hareketleri bu görüntüde bir bütünlük kazanmaktadır. Halbuki nilüfer su yüzeyine çıkan, içinden doğduğu çamurla zıtlık içinde olan bir saflığın ve güzelliğin simgesi olarak kabul edilir. Yok oluşu, erimeyi veya küle dönüşmeyi değil, yeniden doğumu vaat eder. Nilüfer çiçeğinin yeniden doğuş vaadi ile alevlerin kahredici gücü arasında sıkışan bedenlerden geriye kalan ise şu imge oluyor: ateşe atılan canlar.

Tüm yazılarını göster