Politika, simgelerle yürür. Devlet denilen şey, simgelerin üstüne inşa edilmiş, koca bir ideolojiden başka bir şey değildir. Bu yüzden, adeta hiyeroglif yazıyla kendisini, iktidarını var eder: Üstlerinden kızarmış yağların boca edildiğini Malkaçoğlu Cem Sultan’dan izlediğimiz o kale surları değildir, devletleri düşmana-halkına karşı ayakta tutan. Çoğu ve belki hepsi hikayelerden dokunmuş bayraklar, birbirinin içine girmiş armalar ve armadalar, en aşağıdan en yukarısına devlet mensuplarının üstüne giydirilmiş o hiyerarşik kıyafet balosu, üniformalar, omuz başlarında çizgi çizgi rütbeler, unvanlar, kontlar, sörler, beyefendiler ve bilumum merhaleler, tabii ki cüppeler ve vesaireler bu temaşanın sadece figüranları değil, o koca heyulanın yapı taşlarıdır.
Tam anlamıyla iskambil kağıdından yapılmış kulelerin birbirine sırtını dayayarak yükselmesi gibidir bu. O unvanları dağıtanlarla, onu taşıyanlar karşılıklı olarak kendi tiyatrolarının dekorları, oyuncuları ve seyircileridir.
Kimse ya da yeterince kimse, neden bu komik oyuna dahil oluyoruz demediği sürece, sürer gider bu trajedi.
Her şey ama her şey simgeseldir. Meydanlardaki saat kuleleri bile saatin kaç olduğunu değil, orada mesai saatlerini kontrol eden patronların olduğunu gösterir.
Bu simgesel işleyiş, politikanın bütün kavramlarının temel kurucu unsurudur. ‘Sağ’ ve ‘Sol’ kavramı bile Fransa parlamentosunda kralcıların ve karşıtlarının, mecliste ‘sağ’da ya da ‘sol’da oturmasının üzerine ortaya çıkmıştır. Yani ne etliye ne sütlüye karışırım, ne sağcıyım ne solcuyum deseniz bile, bu oyuna dahil oluyorsanız ya sağda ya soldasınızdır. İki parmağınızla V yapıyorsanız veya sıkılmış bir yumruk ya da bunun çekiciliğine kapılıp son zamanlarda uydurulmuş ortada iki kıvrılmış parmak, havaya kaldırılmış iki parmak filan, ne yaparsanız yapın bir şeysinizdir.
Bu yüzden son günlerde, ülkede ve hatta yavru vatan ABD’de, bütün törenlerde diyanet işleri başkanının başrolü kapması kesinlikle simgeseldir. Baştan itibaren kimlik üzerinden yükselen iktidar, bütün neoliberal ekonomiler gibi, evde artık satılacak bir şey kalmadığında ve baş aşağı çakıldığında, geriye ölenlerin ruhuna Fatiha okutmaktan başka bir şey yapamaz. Şimdi simgeler dünyasında, masaya açılan kağıtlar tam da bunu gösteriyor. Ortada bir ölü, birden fazla cinayet ama tarihe kimin gömüleceği sorusu var.
Biz; Firuzağa camiinin bahçesinde, teneşir taşının etrafında, farkında olmadan ya da farkında olup aldırmadan çay içenler gibiyiz. İnce belli çay bardakları, yakışıyor teneşir taşının parlak ve ucuz mermerine.
'Merhumu nasıl bilirdiniz' diye soruyor, başrol oyuncusu;
‘Laiiik’, diyor cemaat, hep bir ağızdan…
Biz çay içiyoruz, seyrediyoruz olanları, kendi teneşir taşımıza kurulmuş…