Ali Özuyar: Sinema her türlü istismara açık bir sanat!
“Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi” isimli kitabında, sinemamızı İstibdat, II. Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı, İşgal ve Mütareke Yılları olmak üzere dört bölüme ayırarak ele alan Ali Özuyar'la sohbet ettik. 'Esas olanın sinemayı yaşamın merkezine koymak ve sürekli sinemaya hizmet etmek' olduğunu vurgulayan Özuyar "İş böyle olunca sinemaya daha geniş bir açıdan bakıyor ve ne yapabilirim diye düşünüyorsunuz" diyerek kitabı ve sinema serüvenini anlattı.
DUVAR - Sinemayı başlatan ilk çalışmanın Lumiere Kardeşler'in “Trenin Gara Girişi” isimli belgesel filmi olduğu düşünüldüğünde, belgeselin ve dolayısıyla gerçekliğin sinema sanatıyla olan ilişkisinin önemi ortaya çıkar. Bir trenin istasyona girişini gösteren bu filmi izleyen seyirciler söylentilere göre, trenin kameraya doğru yaklaşmasıyla üzerlerine geldiği yanılsamasına kapılıp sandalyelerinin altına saklanır. Sinemanın belgesel ile olan ilişkisi süregelen yıllar boyunca da devam eder. Türkiye Sineması’nı başlatan ilk filmi ise Makedonyalı Manaki Kardeşler'in 1907 yılında 2. Abdülhamit’in bir yurtdışı gezisini konu alan filmidir. 2. Abdülhamit’in yanında yolculuk yapan yönetmenler, onun görüntülerini filme alırlar. Sonrasında Türkiye Sineması’nda belgesel film üretimi –özellikle 1. Dünya Savaşı yıllarında- devam eder. Sinemamıza Muhsin Ertuğrul’un dâhil oluşu ile birlikte ise kurmaca filmler dönemi başlar.
Ali Özuyar, “Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi” isimli kitabında, sinemamızı İstibdat, II. Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı, İşgal ve Mütareke Yılları olmak üzere dört bölüme ayırarak ele alıyor. İlk Bölüm’de Manaki Kardeşlerin üretimi ve sinema salonlarının durumunu 2. Abdülhamit’in İstibdat yıllarındaki yönetim biçimiyle ilişkilendirerek aktaran Özuyar, II. Meşrutiyet’in ilan edilişi ile birlikte üretimin millileşmesi ve salon sayısının artışı noktasındaki bilgileri okuyucunun dikkatine sunar. I. Dünya Savaşı yıllarında cephede çekilen siyasal filmlerin ve bu filmlerin propaganda gücünün nasıl kullanıldığını ele alırken, İşgal ve Mütareke Yılları’nda ise Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında gelişen olay ve olguların, sinema ile olan etkileşimine odaklanır.
Sinemanın ideolojik yönünü, 2. Meşrutiyet ile birlikte millileştirilmeye çalışılan sinemayı ve bir kavram olarak “eğlence” ve sinema ilişkisini, “Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi” isimli kitabın yazarı Ali Özuyar ile konuştuk. “Sinema, menfi ya da müspet anlamda, her türlü istismara açık bir sanat… Onu var eden ve şekillendiren ise zamanın ruhu ya da dönemin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel konjonktürü” diyerek düşüncelerini açıklayan Özuyar ile yaptığımız söyleşiye Türkiye Sineması’nın ilk dönemlerini kitap haline dönüştürme sürecini yaratan şeyin ne olduğuyla başladık…
Ali Özuyar’ı, sinemaya bu denli sıkı sıkıya bağlayan, Türkiye Sineması’nın ilk dönemlerini bir kitap haline dönüştürme sürecini yaratan şey ne oldu?
Esas olan sinemayı yaşamın merkezine koyup, hikâyesinden anlatım diline varıncaya kadar özgün filmler ortaya koyabilmek. Film çekmenin şartları daha doğrusu yapım imkânlarını mümkün kılmak zor... İnsan ne kadar gayrette etse de çoğu zaman bu imkanlara ulaşamıyor ya da yetersiz prodüksiyon koşullarından dolayı çektiğine pişman oluyor. 2009’da bir arkadaşımla çektiğimiz ve ancak Haziran 2011’de gösterime sokmayı başardığımız “Adalet Oyunu” filmi bu konuda çok şeyler öğretti.
Elbette yeni projeler var, uğraş devam ediyor. Ancak ilk başta da söylediğim gibi esas olan sinemayı yaşamın merkezine koymak ve sürekli sinemaya hizmet etmek. İş böyle olunca sinemaya daha geniş bir açıdan bakıyor ve ne yapabilirim diye düşünüyorsunuz. İşte tarihçi kimliğine sahip olmam bu noktada devreye giriyor. Osmanlıca ve tarih metodolojisini bilmenin avantajıyla kimsenin bilmediği ya da yüzeysel geçtiği sulara yelken açıyorsunuz.
Ben Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nden mezunum ama derdim hep film çekmek ve sinema üzerine çalışmaktı. 1996’da Kültür Bakanlığı ve Fakülte’nin imkânlarıyla ilk kısa filmini çektim. Tez hocam Kurtuluş Kayalı’ydı ve sinemayla ilgileniyordu. Tezimi sinema üzerine yazmak istediğimde önce ortaya özgün bir tez koyup koyamayacağım konusunda tereddüt etti. Kendisine Milli Kütüphane’de bulunan ve günümüze sadece 5 Şubat 1915 tarihli tek nüshası ulaşan ve adı “Sinema” olan ilk sinema dergisini gösterdim.
Kendisinin ve hiç kimsenin böyle bir derginin varlığından haberi yoktu. İlgisini çekti ve “tamam” dedi. Ben de “Ulusal Devletin Oluşumunda Sinemanın Rolü” adlı tezime başladım. Ortaya özgün bir tez çıktı mı bilmiyorum ama bu tez bana “Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi”nin kapılarını açtı. Başta Osmanlı Arşivi olmak üzere, ulusal arşivlerde bu konuyla ilgili el değmemiş yüzlerce belge vardı. İşte 1996’dan 2017’ye, araya bir kısa bir de uzun metraj film dâhil ederek, böyle geldim.
Peki, “Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi” kitabı, hangi motivasyonla ortaya çıktı?
Beni bu bağlamda cesaretlendiren kişi geçtiğim yıl hayata veda eden Giovanni Scognamillo oldu. Scognamillo’yu İstanbul’a gittiğimde evinde ziyaret ediyor ve sinemanın Türkiye’deki ilk yılları üzerine saatlerce sohbet ediyorduk. Yayımlanmadan önce kendisine okuması için “Devlet-i Aliyye’de Sinema” adlı dosyamı vermiştim. Okuduktan sonra beni aradı “Kolay heyecanlanan biri değilim ama bu dosya beni çok heyecanlandırdı” dedi.
Önceki çalışmalarımı da bildiğinden tüm bunları ‘Sessiz Dönem Türkiye’sinde Sinema’ ya da benzer bir adla bir araya getirmemin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu defalarca vurguladı. Benim de böyle bir çalışmaya niyetim vardı ancak işe bir tarihçi olarak baktığımdan cesaret edemiyordum. Biraz da üşeniyordum doğrusu. Bunu yapmak için tüm resmi arşivlerin ve süreli yayınların taranması gerekiyordu. Telefon sohbetlerimde ne zaman işin zorluğundan bahsetsem ısrar ediyor, moral veriyor ve bundan hiç kaçamayacağımı söylüyordu. Nitekim öyle de oldu.
'İLK MİLLİ FİLME MÜDAFAA-İ MİLLİYE CEMİYETİ ÖNCÜLÜK ETTİ'
Kitap, yapı itibariyle Türkiye Sineması’nın “millileşme” sürecini anlatıyor da diyebiliriz. Evrensel olanın yerelleşmesi ve yerelleşenin siyasal konjonktürle çakışmasını, sinemamızın ilk dönemlerini baz alırsak nasıl tanımlarsınız?
Evet, bir millileşmeden bahsedilebilir ancak bu bilinçli yapılan bir şey değil. Dönemin siyasi, sosyal ve ekonomik koşullarından kaynaklanan bir durum... Esasında her şey imparatorluğun çok uluslu yapısına uygun olarak gelişiyor. İlk filmleri 1907 yılında birer Osmanlı vatandaşı olan Makedonyalı Manaki Kardeşler çekiyorlar. Bir yıl sonra da Romanya uyruklu bir Leh Yahudisi olan Sigmund Weinberg, Pathe adına filmler çekmeye başlıyor. İlk sinema salonunu Pathe açıyor. Millileşme daha çok İttihat ve Terakki’nin Babıali Baskını’yla tam iktidar olduğu ve Türkçülüğü bir ideoloji haline getirmesiyle başlıyor.
Özellikle de I. Dünya Savaşı yıllarında bir takım sosyal yardım cemiyetleri, sinemayı gelir getirici ya da o dönem ki adıyla iane (yardım) toplanmasında etkili bir araç olarak gördüler. Gaziler, yaralı askerler ve asker ailelerine yardım etmek amacıyla sayısız sinema etkinlikleri düzenlediler. Sinemaya sıcak bakmayanlar bile sırf çorbada tuzları olsun diye bu etkinliklere katılıyorlar ve farkında olmadan sinemaya bakışları da değişiyordu.
Cemiyetler aynı zamanda Doğu’nun sinemadaki oryantalist temsilinden rahatsızlık duyuyorlardı. Bu sebeple Doğu’yu tüm gerçekliğiyle temsil eden ve Batı’daki olumsuz Müslüman-Türk algısını değiştirmeyi hedefleyen filmler yapmak istediler. Bu düşüncenin etkisiyle Türk sinemasındaki ilk milli filmler yapılmaya başlandı. Bunda öncülük eden kurum Müdafaa-i Milliye Cemiyeti oldu.
1917 yılında ilk milli film olan “Casus”, “Pençe” ve komedi türünün sinemamızdaki ilk örneği olan “Bican Efendi Tebdil-i Havada” ortaya çıktı.
Sinema, var olduğu ilk zamanlardan bu yana siyasetin propaganda ve ajitasyon sürecine de malzeme edildi. Konu Türkiye Sineması olduğunda 1922’ye kadar süregelen
dönemde devletin sinemaya olan yaklaşımı nasıldı?
Sinema, menfi ya da müspet anlamda, her türlü istismara açık bir sanat… Onu var eden ve şekillendiren ise zamanın ruhu ya da dönemin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel konjonktürü. Bundan dolayı da sessiz dönem Türk sineması İstibdat, II. Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı, İşgal ve Mütareke Yılları olmak üzere dört bölümde ele alındı. Sultan II. Abdülhamit’in şahsiyetiyle özdeşleşen İstibdat Dönemi’nde birçok yasağa maruz kalındı.
Sinema faaliyetlerini zorlaştırmak için, fevkalade zekice, hukuki düzenlemeler yapıldı. Bulgar Prensliği Makedonya sorununda elini güçlendirmek için sinemayı Osmanlı’ya karşı bir propaganda aracı olarak kullandı. “Osmanlı Mezalimi” adıyla 1903 yılında bir film yaptırdı. İttihat ve Terakki yönetimince genç nesillerde milli şuur yaratmak; I. Dünya Savaşı yıllarında geniş kitlelerin zafere inanmalarını sağlamak için bir propaganda aracı olarak kullanıldı.
Sinema, ortaya çıktığı ilk dönemlerde “eğlence” misyonuyla da kullanıldı. Osmanlı’nın son dönemi düşünüldüğünde –özellikle 1. Dünya Savaşı ve işgal yılları döneminde- halkın sinemaya olan tavrı nasıldı?
Sinema, başlarda yeni bir eğlence aracı olarak görüldü. Hatta hikâyenin ve kurgunun dâhil edilmesinden sonra da “eğlence” sektöründe daha bir ağırlık kazandı. Günümüzde bile sinemanın kitle sanatları içinde başat olmasının yegâne sebebi budur. I. Dünya Savaşı, kapitalizmin ve emperyalizmin insanlık tarihindeki utanç verici ilk büyük yıkımıydı. Sinemanın bir kitle sanatı haline dönüşmesi de bu yıllarda başladı. Savaşa taraf olan devletler sinemayı toplum üzerinde bir propaganda aracı olarak kullandılar. I. Dünya Savaşı yıllarında hem seyirci hem de salon sayısında müthiş bir artış yaşandı. Bu biraz da Almanya’nın marifetiyle oldu.
Sinema salonları Alman Dışişleri Bakanlığı tarafından iki haftada bir düzenli olarak gönderilen “Harb-i Umumi Kurdeleleri”nden geçilmiyordu. Bunlar tamamen propaganda amacıyla hazırlanan ve Almanya ile müttefiklerinin sözde askeri başarılarını gösteren propaganda filmleriydi. Ayrıca bu filmler, birçok sosyal yardım cemiyeti tarafından da düzenlenen yardım amaçlı etkinliklerde gösteriliyordu. Bu etkinliklere katılmak bir nevi vatanseverlik göstergesi olarak addediliyordu. Ayrıca sinema salonları hem I. Dünya Savaşı hem de işgal ve mütareke yıllarında halka, savaşın ve işgalin yarattığı olumsuz koşullardan bir kaçış imkânı sunuyordu.
Diğer eğlence ya da sahne gösterilerine oranla daha ucuz bir eğlenceydi. Sinema, bahsi geçen sahne gösterilerine nazaran daha ucuz bir eğlence ve kaçış olanağı sunuyordu. Sinema işletmeciliği eskiye nazaran daha çok kazandırıyordu.
'SADECE KADIN SEYİRCİLERE ÖZEL SİNEMA SALONLARI VARDI'
Kitapta dikkati çeken bir diğer nokta, savaş yıllarında cephelerin kamera ile kayda alınması olmuştur. Bu yönüyle sinemamızın ilk yıllarında belgesele önem verdiğini söyleyebiliriz. Günümüzde belgesel sinemanın, Antalya ve İstanbul Film Festivallerinde sansüre uğraması, gerçeklikle konjonktürün arasındaki ilişkiyi özetler diyebilir miyiz?
Cephelerin filme alınması tamamıyla siyasi bir olay… Bunun belgesel sinemayla uzaktan yakına bir ilgisi bulunmamakta. Bunlar toplumu bilgilendirmek çoğu zaman da manipüle etmek amacıyla çekilen haber ya da o dönemdeki adıyla aktüalite filmlerdir. Evet, bunlar aktüalite filmi olarak çekildiler ve şimdiyse bu alanda yapılan ya da yapılacak belgesel filmlerin en önemli görsel belgeleri haline geldiler.
Antalya ve İstanbul Film Festivallerinde belgesel sinemayla ilgili yaşanan olumsuz olaylar elbette siyasi konjonktürle alakalı. Esas olan soğukkanlı bir tutumla netameli konularda belgesel çekmeye devam etmek. Çünkü geriye sadece onlar kalıyor. Ayrıca bu oldukça uzun bir konunun farklı bir temada daha derinlemesine tartışılması gerekiyor.
Savaşlar ve sonrasında işgaller sürerken sinema salonlarının günden güne çoğalması ve halk tarafından yoğun ilgi ile karşılanmasının sosyolojik olarak nasıl bir karşılığı var sizce?
Savaş, işgal ya da büyük krizlerde toplumun önemli bir kesimi içinde bulunduğu sıkıntılardan bir süreliğine de olsa kaçıp kurtulmak için farklı eğlencelere yönelir. Bu her zaman böyle olmuştur. II. Dünya Savaşı yıllarında bile bombardımana rağmen Berlin Devlet Tiyatrosu faaliyetlerine aralıksız sürdürmüştür. Bu aynı zamanda bir nevi halkın direnişidir. Almanya’da en çok sayıda film şirketi her ne kadar UFA’nın çatısı altında birleşecek olsalar da I. Dünya Savaşı yıllarında kurulmuş ve üretimden kaynaklı olarak ciddi bir film enflasyonu yaşanmıştır.
Böyle bir ortam olmasaydı Muhsin Ertuğrul’un Almanya’da film çekmesi, uzak bir hayalden öteye gidemezdi. Kendi tarihimize baktığımızda da hem I. Dünya Savaşı hem de işgal ve mütareke yıllarından İstanbul’da çok sayıda sinema salonu açtığı görülür. Mütarekenin imzalanmasından 1922 yılının sonuna kadar başkentin Beyoğlu, İstanbul, Kadıköy, Galata ve Bakırköy bölgelerinde Rum, Ermeni, Yahudi, Rus, İtalyan ve Türk kökenli Osmanlı müteşebbisleri ile yabancılar tarafından kırka yakın sinema salonu açıldı.
Türk müteşebbisler, azınlıklar ve yabancılarla rekabet eder bir haldeydiler. Müslüman ve Türk tebaanın yoğun olduğu İstanbul bölgesinde bile adı tespit edilebilen on bir sinema açıldı. Bunların birkaçı sadece kadın seyircilere hizmet veriyordu. Yine bahsi geçen bu dönemlerde kadın seyirci sayısında müthiş bir artış gözleniyor. Bu hem savaşın hem de işgalin yarattığı bir sonuç. Her iki olayda kadınların toplumsal hayatta daha fazla yer almalarına imkân sağlamış. Öncelikle Müslüman-Türk kadınının yaşam tarzında hızlı bir değişim söz konusu. Kadınlar örtünme ve sokağa çıkma konularında daha esnek davranıyorlar ve sosyal hayatta daha fazla yer alıyor.
Bu durum önce savaşın, ardından işgalin yarattığı hayat pahalılığı ve geçim derdinden ve bir o kadar da Batılı yaşam tarzına özenilmesinden kaynaklanıyordu. Müslüman-Türk kadınının savaş yıllarında başlayan, ancak görmezden gelinen, yaşam tarzındaki bu değişim işgal döneminde göze batıyor ve muhafazakâr çevrelerde ciddi bir rahatsızlığa yol açıyordu. Ama bu rahatsızlık kadınların sinemaya gitmeleri engellemiyor hatta artırıyor.
Kitapta muhtemelen sizin de dikkatinizi çekmiştir, Nezihe Rikkat, “Türk Kadını” adlı dergide yayımlanan bir yazısında Aralık 1918’de salgın bir hastalıktan dolayı sinemaların birkaç hafta kapalı kalmasının kadınların yaşamını adeta bir kâbusa çevirdiğini belirtir: “Artık Beyoğlu’nda, Kadıköy’de, Şehzadebaşı’nda gözleri ziyadan kamaşmış, başları dönmüş, yarı sarhoş bir halde yolları dolduran hanımları göremiyor musunuz?”
1922’ye kadar geçen sessiz sinema döneminde Osmanlı halkı, kendi gerçekliğinden kopup sahne üzerinde yaratılan yanılsamanın peşine düşmüştür, denilebilir mi?
Bu soruya birkaç açıdan cevap verilebilir. Örneğin Refik Halit Karay, Mayıs 1918’de Yeni Mecmua’da “Sinema Derdi” başlığıyla yayımladığı bir yazısında sinemayı ahlakı yozlaştırıcı bir şeytan icadı olarak değerlendiriyor. Müslüman-Türk halkının yaşam tarzını ve aile yapısını bütünüyle değiştirdiğini ve ciddi bir toplumsal yozlaşmaya yol açtığını; şıklık, moda, israf, sefahat derslerini hep oradan aldığımızı; kadınların sinemadaki aktrislere, erkeklerin aktörlere özendiklerini ve karı-koca arasındaki arzu ve beklentileri değiştirdiğini ve bu durumun toplumun temelden çürümesine yol açtığını söylüyor.
Bir diğer husus da sinema heveslisi birçok kişinin sinemacı olmak uğruna yurt dışına gittiğidir. Hatta dönemin süreli yayınlarında bu niyette olan kişileri sevdalarından vazgeçirmek ve sinemacılığın ne kadar zor bir iş olduğunu anlatmak için birçok yazı yayımlanmış.
Sinemanın ortaya çıkabilmesi için güçlü bir iktisadi yapıya da sahip olması gerekiyor. Günümüzde bile henüz bu sorun aşılabilmiş değil. Osmanlı’nın son dönemleri düşünüldüğünde bu yapıyı oluşturan öğe nasıl ortaya çıktı?
Sinema bahsi geçen dönemde gerçekten de çok popüler, çok ucuz ve çok kazandıran bir eğlence. Önceleri sadece film gösterimlerinle sınırlı bir etkinlik... Öyle ki sırf para kazanmak için yurt dışından birçok gezgin sinemacı Türkiye’ye gelerek taşrada film gösterimleri düzenliyorlar. Yerli film yapımına geçişte de aynı gaye hâsıl oluyor: Daha çok para kazanmak.
Bu, kişi ve kurum bazında da değişmiyor. Müdafaa-i Milliye ve Malul Gazileri Heyeti’nin yapımcılığa geçmelerinde de aynı amaç söz konusu. Buna sonradan “milli hassasiyetler” de ekleniyor ama bu tali bir amaç.
1922 yılında da aynı amaç doğrultusunda Şakir ve Kemal Seden Kardeşler, kurdukları Kemal Film’de Muhsin Ertuğrul ortaklığında seri film üretimine başlıyorlar. Kemal Seden‘in ifadesiyle ilk film “halk tarafından büyük bir rağbet görüyor” ve aynı yıl “Boğaziçi Esrarı (Nur Baba)” filmine başlıyorlar.
Yeni bir projeniz var mı?
Elbette var. Bu kitabı iki cilt olarak tasarlamıştım. İkinci cilt 1922-1931 yıllarını kapsayacak ve bizde ilk sesli film olarak kabul edilen İstanbul Sokaklarında filmiyle bitecek. İkinci cilt için belge toplama safhası sona erdi. Geriye yazmak kalıyor, umarım bir iki yıl içerisinde tamamlarım. Sırada Cumhuriyet Dönemi Dış-Politik Sinema (1923-1938) adlı bir çalışmam var. Önsözünü yeni bitirdim, son okumalarını yapıyorum. Umarım en kısa zamanda yayımlanır.