Bir vakitler daha gençken rutin denen şeyin kapitalizmin ruh
öğüten iş çarkından çıkılmakla kırılabileceğine inanırdım. Yani
plazaların, şirketlerin dizi dizi masalı, takımlı kostümlü,
fondötenli rujlu, diş macunu gülümsemeli, kartlı girişli, kahve
otomatlı, plastik sağlığında light menülü, her ânı planlı hayatına
alternatif olanı olanca hesapsız kitapsızlığı içinde göze alırsan,
ruhunu kurtarabilirmişsin gibi… Saflık işte. Neokapitalizm öğütme
ayarlarını ince ayrıntılara kadar geliştirecekmiş meğer. Nereden
bilirdim. Tecrübeyle öğrendim. Muhalefet etme biçimlerinin, isyan
alanlarının bile sistem içerisinde düşünüldüğü hoyrat bir düzenek
bu. Yanılsamalar silsilesi.
Seçtiğin çarkı yaşıyorsun, hepsi bu.
RUTİN AĞIR ÖLÜM
Rutin, düzen için en az aile denen kurum kadar hayati öneme
sahip. Çünkü alışıp hissizleşmeden kendini o dişlilere koşulsuz
teslim edemezsin. Araz çıkarırsın. Ve o makine tekler. Göze
alınamayacak olan budur işte. Tüm zaman ve mekânlarda deliliğin en
tehlikeli, en belalı varoluş biçimi olarak lanetlenmesinin sebebi
de bu. Aklın sınırlarından çıktığında rutin geçersizleşir. Kendin
kadar özgür olursun.
Bu dönem içinde yaşarken rutine boyun eğmemenin tek yolu
delirmek. Geri kalan her şey o devasa oyuna dahil. Alışmak zorunda
bırakıldığımız şeylere ve bunlar eşliğinde hiçbir şey yokmuşçasına
hayata devam etme gayretimize bakıyorum da, aklıma başka türlüsü
mümkün gelmiyor.
Oysa o aşk şarkısındaki alışmak nasıl da güzeldir. Onsuz bir
hayatı tahayyül etmek istemeyecek kadar alışan aşığın sözleri. Ümit
Besen fısıldar hani…
Alışmak sevmekten
Daha zor geliyor
Alışmak bir yara
Bağrımda kanıyor
Sen yoksun kollarım
Boşluğu sarıyor
Alıştım bir tanem alıştım sana
Aşk dışında alışmak nasıl da tehlikeli bir tuzak. Alışmak
dediğin sorgulamadan otomatiğe bağlamak bir şeyleri. İnsan hukuksuz
kalmaya, savaşlara, zulme, adaletsizliğe, kıymet erozyonuna,
kişilik kaybına, yok olan şehirlere, hatırlanamayan anılara
alışabilir mi? Niye alışsın? Bunlara alışılan bir hayata hayat
denir mi sırf nefes almaya ve ‘işlevli’ olmaya devam ediyorsun
diye? Bunlara razı gelirken sana insan denir mi? Onurundan olmak
kabullenilebilir bir şey mi?
Bunu kabul edemeyenlerin hayat bedeli ödediği bir ülkede
vatandaşlık neye tekabül eder? Ülken nasıl bir yerdir? İyelik
eklerine ne olur? Deliliğin incecik çizgisinden zaman ve mesafe
olarak uzaklığın ne kadardır? Geceler nasıl sabah olur? Uyku kimi
bulur? Hafta nasıl başlar? Ay nerede biter? Mevsim kime gelir?
Cemre kalbe mi düşer?
Her gün her gece sorular çoğaltıyorum. Bunlar eşliğinde
sıradanmışçasına yaşanamaz dediğim şeylerin tanığı olarak boşluğa
bırakıyorum soruları. Sözü bile sorgulatan bir şeyler var havada.
Ama ötesi elimden gelmiyor. Yazmamak, yaşamamak demek. Toptan
vazgeçmek. Yazıyorum ötesini düşünmeden. Ola ki ulaşıyordur
hâlâ.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Hakkari Milletvekili ve
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Leyla Güven'in açlık
grevi eylemi 117'nci gününde. Güven, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde
8 Kasım 2018 tarihinde başlattığı eylemini, 25 Ocak’taki tahliyesi
sonrası evinde sürdürüyor. DBP Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel ve
HDP eski Hakkari Milletvekili Selma Irmak’ın eylemi ise 47'nci
gününde devam ediyor.
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği’nin verilerine göre farklı
cezaevlerinde 331 tutuklu 16 Aralık’tan bu yana kadar farklı
tarihlerde süresiz-dönüşümsüz açlık grevine başladı ve bu eylemini
sürdürüyor. 1 Mart’ta ise bu sayı daha da arttı. HDP Diyarbakır
Milletvekili Dersim Dağ’ın da bulunduğu altı HDP’li, süresiz
dönüşümsüz açlık grevi eylemine başladı. Tutuklular 1 Mart
itibariyle açlık grevi eylemlerinin tüm cezaevlerine yayılacağını
duyurdu.
Açlık grevleri giderek yayılırken, HDP’nin eski eş genel
başkanları, milletvekilleri, parti çalışanları hapiste rehinken
yine bir seçim yaklaşıyor. Sonuçları beğenmediğimiz yerlere kayyum
atarız denilmiş bir seçim. Muhalefetin sine-i millete dönmediği bir
seçim. Kaçıncı seçilemeyen seçim.
Arjantin’de askeri dikta döneminde zorla kaybedilenlerin
akıbetini öğrenmek için mücadele eden Plaza de Mayo Anneleri’nden
Nora Cortiñas ve beraberindeki üç gazeteci, Güven’e ziyarette
bulunurken, Nora Cortiñas’ın sözleri insan ve umut kaybedilen
dönemlerin her coğrafyadaki karşılığıydı: “Ülkemizdeki savaştan ben
de kendi oğlumu kaybettim ve hâlâ cenazesi kayıp. Sizin buradaki
eylemleriniz gibi halen adalet ve arayış mücadelemiz sürüyor.
Hiçbir zaman oğlumun fotoğrafını boynumdan çıkartmadım. O benim
için semboldür. Bu nedenle sizin eyleminizin önem ve anlamını çok
iyi anlıyorum.”
Güven, cezaevlerindeki tutuklular ve dünyanın farklı
yerlerindeki eylemciler Abdullah Öcalan’a dönük tecridin
kaldırılmasını talep ediyor. 27 Temmuz 2011’den bu yana avukatları,
11 Eylül 2016’dan beri de ailesiyle ne yüz yüze ne de telefon
yoluyla görüştürülen Öcalan’ı, 12 Ocak’ta kardeşi Mehmet Öcalan’ın
ziyaret ettiği bildirilmişti. Bu görüşme açlık grevleri sürerken
gerçekleşti, ancak rutine oturtulmadığı yani “tecrit durumunun
sürdüğü” için açlık grevleri de sonlanmadı.
Tecrit dediğiniz adalet zemini ortada kalktığı anda
içerisi-dışarısı tanımadan bütün ülkeyi kıskacına alan bir haldir.
İmzaladığı anlaşmaları tanımayan, mahkemeleri sorgulanan bir ülke
zaten dünyadan tecrit etmiş sayılır kendini.
NİTELİKLİ SUÇLAMALAR
Beri yanda iki yılı aşkın süredir hakkında tek bir suçlama dahi
oluşturulmadan rehin tutulan Anadolu Kültür AŞ Yönetim Kurulu
Başkanı, iş insanı, sivil toplum emektarı ve insan hakları
savunucusu Osman Kavala hakkında ağırlaştırılmış müebbet iddiasıyla
bir iddianame hazırlandı.
Kavala’nın tutuklu bulunduğu Gezi Parkı eylemlerine ilişkin
soruşturma sonunda hazırlanan iddianamede, "2013 yılında meydana
gelen Gezi Parkı olaylarının aslında bir kalkışma girişimi olduğu
ve şüphelilerin söz konusu olayları 2011 yılından itibaren
başlatmaya çalıştıkları, bu yönde hazırlık yaptıkları"
belirtildi.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu
tarafından yürütülen soruşturma sonunda hazırlanan 657 sayfalık
iddianamede, tutuklu şüpheli olarak Osman Kavala ve Yiğit
Aksakoğlu, firari şüpheli olarak Ayşe Pınar Alabora, Memet Ali
Alabora, Can Dündar, Gökçe Yılmaz, Handan Meltem Arıkan ve Hanzade
Hikmet Germiyanoğlu, tutuksuz şüpheli olarak da Ali Hakan Altınay,
Ayşe Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater Utku, İnanç Ekmekçi, Mine
Özerden, Şerafettin Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali
Ekmekçi'nin isimleri yer aldı.
Tüm şüphelilerin, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan
kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme"
suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılması talep
edilen iddianamede, şüphelilerin ayrıca Türk Ceza Kanunu'nun (TCK)
312/2. maddesinde yer bulan, "Bu suçun işlenmesi sırasında başka
suçların işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili
hükümlere göre cezaya hükmolunur." hükmü gereği diğer suçlardan
da cezalandırılması istendi.
Neler yok ki burada? "Hükümete yönelik darbeye teşebbüs","mala
zarar verme", "nitelikli mala zarar verme", "tehlikeli maddelerin
izinsiz bulundurulması veya el değiştirmesi", "ibadethanelere ve
mezarlıklara zarar verme", "ateşli silahlar kanununa muhalefet",
"nitelikli yağma"…
Bu nasıl bir oyunsa, on altı yıllık bir iktidar aynı zamanda
kendi ortağı kıldığı kesimler dahil herkesin ve her şeyin mağduru.
İç ve dış mihraklar, komplolar bitmek bilmiyor. Ama kimse siyasi
sorumluluk üstlenmiyor. Ekonomik kriz dahi tanzim satış noktaları
kahramanlığına havale edilebiliyor. Alıcısı oldukça yeni bölümleri
çekilen bir tuhaf dizi. Hayatımız bir yandan da. Çünkü hepimizin
ömrüne denk geliyor.
Ve elde ne kalıyor derseniz? Alışmamak sadece. Hayretini,
infialini, isyanını korumak. Acılaşmamaya, gülüşünü korumaya
çalışmak. Salgın gibi yayılan zalimin zulmünden kendi hayatını,
insanlar arası ilişkileri korumaya and içmek. Her zerrenle
çabalamak. Gün içinde yaşarken mücadele etmek. Elden nasılı, ne
kadarı geliyorsa. Her şey olağanmış gibi davranmamak. Nelere rağmen
devam ettiğini haykırmak. Öte türlüsünü dilemek. Onun için devam
etmek.
Alışmak sevmekten daha zor geliyor. Bazılarımız bu ülkeyi bütün
bunlara alışmamak pahasına seviyoruz. Hepsi bu.