“Büyük sanatçı alkışını paylaşan kişidir” deyip duruyorum da aklıma en çok Mikail Aslan geliyor. Şahsen de tanıyor olmaktan kaynaklı bir izlenim değil bu. Büyük sanatçılar dostumuz olsalar da kendi ve özne ayrımını yapmak lazım. Arkadaşlıkta “kendi”yi tanırız, sanatsal alanda ise onun yapan, eden, üreten yönü, yani öznesi vardır. İşte o özneye bakarak söylüyorum: Mikail Aslan alkışını paylaşır.
Albümlerinden şiir kitabına kadar paylaşan bir özneyi görürüz hep. Her albümünde belki en iddialı ezgiyi adı sanı duyulmamış biri okur. “Vengê Royî”de gider Kadir Büyükkaya ağabeyin harika ezgilerini ortaya çıkarır, ona vokal yapar, enstrüman çalar. “Çu Çem” ile Şengalli Feqîr Xidir’a ulaşır. Gider bir vadiye doluşan sise benzeyen Rêncber Ezîz’i diriltir. Gulî Beg’in dağlarda çınlayan sesini yankılar. Hemen herkesin unuttuğu Mela Mehdî (Özsoy)’nin şiirlerini bulur.
Genç bir bilgedir. Konser kalabalıkları içinden çocukları duyar. Bütün ırmakları sever de ellerini Munzur’da eğitmiştir. Gencecik kadınlara, adamlara el verir. Ama bir post ya da tahta kurularak değil, yanında, gerisinde durarak. Onları uzun uzun seyreder de hiçbir emeği yokmuş gibi eşit bakar.
Dünya sahnelerini dolaşır ama onu Dersim’de bir ağacın gölgesinde bulursun, Munzur gözelerinde uykuya dalmışken, Hilvan’a giden bir dolmuşta, Lice’deki asmalı bir kahvede. Herkesi dinler, az konuşur, bir bulut gibi yankıyı seyreder.
Doğaya inanır. “Xoza”da kendi dört mevsimini anlatır. “Agerayîş”te gerçek her ne ise umudun hayali vardır, der. Ne yüksek sesli bir öfkesi vardır, ne sinmiş bir mırıltısı. Duyduğu her hikâyenin tanığıdır ama suyu ince bir tülden süzer.
“Çem Vano”ya bakmalı o zaman. Şöyle der: Sen bir renkle doğarsın, sonra aktıkça rengin berraklaşır. Sonunda büyük bir denize ulaşırsın. Seni oraya taşıyan ilk rengindir, ama artık üstünden silinen, diğer sular ve deniz gibi gömgök bir mavi olan. İnsan-ı kâmil olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele bu!
“Bimire eşqê mi” aşkın ölsün, içerin inlesin diyedir. Hem derdin hem dermanın ne olduğunu bilmekten daha önemli olan şey, derman aradığın bir derdinin olması değil midir? Oradan “Adirê zerê ma” uğuldar, içimizdeki ateşin sönmesi içindir. “Dayika Delal”de bakmanın, daha doğrusu bakılmanın gözdeki feri azalttığını öğrenirsin. “Elqajiyê” artık herkesin duyduğudur, “Şiyê”, bir gece ırmağının söylediği.
Pek çok ezgisinin bitmesine yakın yeni bir dalga yükselir. Seni alıp kendini bir düşe saymana neden olur. Bu yüzden her kimden ayrılırsan ayrıl, “Xatir”ı dinle. “Xatir be to, w’ezo sono” demelisin. Önce sen gitmelisin.
Klasik müzik eğitimi almıştır da Dersim deyrbazlarının yaralı sesini çığırır. O “çem”in içinde onu berraklaştıran rengini unutmaz, ama göze sokmaz da. Bu yüzden sadece Zazaca ya da Kurmancca söylemez, Ermenice ve Türkçe de sesinde dinlenir. Nesimî’nin “Gazel”ini onun gibi okuyan yoktur. Zamana sığmayan bir dervişi görürsün orada da.
Onu doğuran dağlara bakamazsın. Her yerinden elden ayaktan düşmüş perişan insanlar bakar sana. Ne 37 bitmiştir ne 38. Kimse “usulüne göre” ölmemiştir çünkü. Kimse usulüne göre gömülmemiştir. Gömülmemiş ölüler bakar sana o dağların her yerinden. Bu yüzden Mikail Aslan’ın sesi bir yalnızlığı söyler. Kalabalık bir yalnızlık. Hatırlamaya benzer, suya, göğe, yarına inanan bir düne benzer.
Alkışlar Mikail Aslan’a o zaman; alıp seninle paylaşacaktır.