Boğaziçi Üniversitesi vekil
idarecisi tarafından görevine son verilen, işinden atılan
akademisyenleri, yargılananları, öğrencilerini bir gün olsun yalnız
bırakmamış, sevgili Can Candan Hoca'ya selam ve
sevgiyle...
İnsanız. Dil ile iletişim kuruyoruz. Ya da, dil ile iletişim
kurmamız beklenir. “İnsan, konuşa konuşa...” Anadilimiz, doğup
yetiştiğimiz dünyada öğrendiğimiz dil, ninni, masal dinlediğimiz.
Sonraki yıllarda, sokakta, okulda, oyunlarda, aşkta, işte, kamusal
ve özel alanda diğer dilleri, iletişim yol yordamını
deneyimliyoruz. Bir ömür işleyen, bizi eğiten, yoğuran, dönüştüren
eğitim, okul ve okul dışındaki yaşamda. Neyi seveceğimizi, neyden
hazzetmeyeceğimizi, kendimizi kime yakın ya da mesafeli
hissedeceğimizi, nasıl yemek yiyeceğimizi, nasıl konuşacağımızı ya
da susacağımızı öğreniyoruz toplumsal ilişkiler içinde ve her
ilişki, kendi diline gereksinim duyuyor.
Ezcümle, kim olduğumuzu anlatabilmek için dil ve dillere
sahibiz, anamızdan miras ve sonrasında edindiğimiz ve bildiğimiz
dil, diller kadar davranabiliyoruz. 'Fıtrat' işin neresinde, ne
kadar belirleyici, bilemem; buna mukabil 'fıtrata' yapılacak aşırı
vurgunun çıkacağı kapı ırkçılık, onu biliyorum. Yalnızca bir
kökenin, yalnızca bir milletin, yalnızca bir topluluğun mensubu
olmanın ayrıcalık ve üstünlük nedeni olduğunu düşünmek, tarih
boyunca hemen her zaman aynı kapıya çıktı çünkü.
Biri için üzülmek, biri için kaygılanmak, birine yardım etmek,
birini hoş görmek, birinden nefret etmek, birini dışlamak, biriyle
yakınlaşmayı istemek, 'sonradan' öğrendiğimiz dillerin ürünü.
Doğumla edinmiyoruz bu niteliklerimizi. Biri her futbol maçında
daha yoksul ülkenin takımını tutar örneğin, diğeri güçlü olanı.
Biri hızla yürürken koltuk değneklerine yaslanmış biriyle
karşılaşsa bakıp devam eder, diğeri istemsize yavaşlar. Biri
dilenci gördüğünde sinirlenir, diğeri üzülür. “Sapasağlam insansın
çalışsana,” diyerek azarlar örneğin, buna mukabil sapasağlam olup
hiç çalışmadan servet sahibi olan birilerine saygıda kusur etmez.
Biri her iktidar kaynağıyla arasına mesafe koyup eleştirir, diğeri
tümüne yaranmaya çalışır. Bunlar fıtrat değil, toplumsallaşmamızın
bize bellettiği 'dillerin' sonucu. O toplumsallaşma da, dahil
olunan sınıftan, tabakadan, o sınıfın gerekleri ve öğrettiklerinden
bağımsız değil.
Sokakta sersefil bir mülteci/sığınmacı çocuğu, kadını ve erkeği
gördüğünüzde ne düşünüp hissediyorsunuz? Biri üzülüp yardım etmek
istiyor, biri görmüyor, biri kendisine fazla yaklaşmasını
istemiyor, biri de “Doldurdular bunları,” diye geçiriyor içinden.
Hangi dili biliyorsak, o dilde düşünüp konuşuyoruz ve o dilin
sözcük dağarcığıyla sınırlı her tutumumuz. Eşitlikçiliğin bir dili
var, ırkçılık-ayrımcılığın bir dili var, sermaye yandaşlığının da
ezilenin safında durmanın da bir dili var ve hepsi öğreniliyor.
Okuduğunuz, 'mülteci-sığınmacı' konusunda laf ebeliği yapacak
bir yazı değil, konuyu da bilmiyorum. Çok az okudum, bilenleri
takip edip öğrenmeye çalışıyorum. Türkiye'de isimlendirme dahi çoğu
zaman hatalı yapılıyor anladığım kadarıyla; sığınmacılık,
göçmenlik, tarafı olduğumuz sözleşmeler vs. Son birkaç gündür, yine
“doluştular” ve “çok para harcadık” serzenişlerini okumaya
başlayınca, dile getirilenlerin doğru olmadığını az çok anlıyor
olsam da, doğru dürüst bilen bir meslektaşıma, sevgili Erhan
Keleşoğlu'na sorup teyit etmek istedim. O da çok özetle, hükümetin
sağlıklı veri paylaşmadığını, bu nedenle nereye ne kadar
harcandığının tam olarak bilinemediğini, Suriyelilere AB tarafından
(Kızılay işbirliğiyle) nakdi yardım yapıldığını, özellikle sağlık
harcamaları konusunda devletin önemli bir meblağı yüklendiğini vs.
anlattı. Bir de internet sayfası önerdi, Mülteciler Deneği'nin
hazırladığı, “Suriyelilerle ilgili doğru bilinen yanlışlar.”
Göz atmanız dileğiyle buraya
bırakıyorum.
Diğer yandan, yüzbinlerce Suriyeli'nin kaçak çalıştırılıp
sömürüldüğünü, irili ufaklı sahtekâr sermayedarın hayalini
süsledikleri unutulmamalı. Günlük yaşamlarımızda dahi nerelerde,
hangi koşullarda, nasıl çalıştırıldıklarını görmek mümkün. Gerçi
'yaratılanı yaradandan ötürü severiz' sevmesine de, eh biraz da
ucuz iş gücü ve köle ücreti fena olmuyor demek ki! Kadınlara reva
görülenlere ve bir kısmı organ mafyası eline düştüğü idda edilen
çoluk çocuğa değinmeye gerek var mı?
AB'den aktarılan paranın hedefi sığınmacıların Türkiye sınırları
içinde tutulması, peki. Dünyanın geri kalanını sömürerek,
sömürgeleştirerek elde edilen refahın paylaşılmasından yana
olmadıkları gibi, çıkarlarına halel getirmeyecek türlü gayri
medeniliği seve seve destekleyebildikleri de sır değil. Avrupa
şarlatanlarının uzun süredir endişeli, daha endişeli, çok daha
endişeli, bunaltıcı derecede endişeli, en endişeli olmasının nedeni
bu.
Hal böyleyken, sığınmacılar için harcanan kaynak (diyelim ki tüm
sorun harcama olsun!) büyük ölçüde TC Hazinesi'nden çıkmıyor. Bunu,
sıradan yurttaş bilmeyebilir. Buna mukabil kamuoyunda tanınırlığı
ve yönlendirme gücü olanların bilmesi gerekir. Yazının şu
satırında, gerçeği bilip inatla ve inatla çarpıtan, yalan yanlış
bilgi kırıntılarıyla ahaliyi tahrik eden yazar ve siyasetçilerin,
ırkçı olup olmadığını bilmem, ancak 'sahtekâr' olduğunu söylemek
gerekir. Bu açıklıkta yazmanın, dile getirmenin yararına
inanıyorum.
Daha önce de yazmışımdır mutlaka, sosyal bilim eğitimi alan
öğrencilerin siyasi bakımdan daha cevval olanları, özellikle ilk
sınıfta, faşist, ırkçı gibi köşeli kavramları kullanmayı sever.
Yıllar içinde bu alışkanlığı terk eden de, terimlerin cazibesinden
vazgeçemeyen de var. Oysa faşist ya da ırkçı sıfatlarını hak etmek
o kadar da kolay değil! Öncelikle, kimilerince enayice bulunan,
buna mukabil benim 'sosyalistçe' terimiyle adlandırmayı tercih
ettiğim kendi kanımı dile getirmek istiyorum: Tarih boyunca farklı
gerekçelerle gerçekleşen ve bundan böyle de tanık olunacak bir
olgu, göç. Siyasi nedenler bir yana, diyelim, birkaç on yıl sonra
kuraklık tahammül edilmez aşamaya varsa, başka bir yerlere gitmek
istemeyeceğimizin garantisi olmadığı herhalde kabul edilebilir.
Bakın Avrupa'ya, seller nedeniyle şu ana dek yaklaşık iki yüz kişi
yaşamını kaybetti. Almanya gibi bir yerde büyük felaket yaşanıyor.
Yalnızca Türkiye'de değil, Yeni Zelanda'da göller, sulak alanlar
kuruyor, ha keza Kanada'da sıcaktan can veriyor insanlar. Azgın
ekonomik düzen, hava, toprak ve suyu öldürüyor, ne zaman nereye
göçmek isteyeceğimizi şimdiden bilemeyiz, göçecek fırsatımız olup
olmayacağını da.
Göçme isteğinin çok temel bir nedeninin, coğrafyalar arasındaki
tahammülü güç gelişmişlik/zenginlik farkı olduğu açık. Yani konu
yine kapitalizmin tarihi ve işleyişinde düğümleniyor. 'Ulusal
sınırlara' karşıyım ve dünyanın hemen tüm sorunları (başta iklim
felaketi ve salgınlar olmak üzere) ortakken, bir yerden bir başka
yere gitmenin bu denli zahmetli oluşuna karşı çıkılması gerektiğini
düşünenlerdenim. İnsan, doğduğu yerde ölmek zorunda değil. Bir
'idealden' söz ediyorum. Hani tarih bizimle başlamadı, hani biz
doğmadan önce bir tarih vardı ve biz öldükten sonra da olacak ya,
işte o uzun tarihin geleceğine ilişkin bir ideal, özlem, sözünü
ettiğim. Benim 'soldan' anladığım, sol diye öğrendiğim, okuduğum,
bu.
Konunun 'idealler' faslı bir yana...
Hangi ülkeye bunca 'yabancı' akın etse, hangi ülkenin sınırları
kevgire dönse, o ülke açısından da gelen insanlar açısından da
sorun olur, bunda fazlaca yadırganacak bir şey yok sanırım.
Sınırların olmaması gerektiğini savunmakla, hâlihazırda var olan
sınırların yok sayılması durumu, iki ayrı konu. Yerleşik halkın
alışkanlıkları, günlük yaşam pratikleri, mahalle düzenleri söz
konusu ve o halkın 'tanımadık' birilerini gördüğünde tedirgin
olması beklenebilir bir durum. Sıradan yurttaşın 'olağan'
kaygılarını 'ırkçılık' olarak nitelemek pek makul bir tavır değil.
Fatih ve Eyüp civarıyla hâlâ bağlarım var ve yakınlarımın,
“Çevredeki bütün apartmanlarda sarıklı sakallı yabancılar var,
hanımları da peçeli, kimin ne olduğunu bilmiyoruz, konuşmalarını
anlamıyoruz, İŞİD midir kimdir bunlar,” sözleri, anlaşılabilir bir
kaygının yansıması. O insanlarla konuştuğumda ırkçı birilerini
görmüyorum, endişeliler. Malum toplumsal tornanın mamülü, yaşamları
boyunca bir yabancıyla hoş beş etmemiş, yabancı denildiğinde
gözlemi Kapalıçarşı müşterisi ve Sultanahmet ziyaretçisiyle sınırlı
ve özellikle cihatçı ithalinden (haklı olarak) kaygılı
insanlar.
Ancak bu işin bir yönü ve söz konusu 'kaygı' ile 'ırkçı' söylem
arasında, her an aşılabilir bir sınır var. Yurttaş kaygısını
giderecek olan ise demokratik, ciddi ve şeffaf bir iktidar ile
muhaliflerin aklı başında söylemi olabilir. Türkiye'de olmayan,
anlayacağınız! Haliyle, derdim Fatih ve Eyüp'teki tanışların
ifadeleri değil, siyasi atmosferden beslenen, tarihsel kökleri olan
ve güncel gelişmelerle ilgili görünse de ondan ibaret sayılamayacak
'ırkçılığa meyyal' dilin hız ve hevesle dolaşıma sokulması, muteber
kabul edilmesi. Yalnızca yabancılar, Türkiye'yi büyük ölçüde
Avrupa'ya açılan koridor olarak gören Suriyeli ya da Afganlar söz
konusu olduğunda değil, ülke içinde de 'Sünni-Türk' olmayana
kolaylıkla yönelen tehditkar bir dil bu. Siz Bodrum'a gidip
yerleşince “Kuzum, buranın havası yarıyor” diyorsunuz, gel gör ki
Kürtler Bodrum'a hep 'doluşuyor' ve emekliler Ege'yi 'tercih'
ederken Güneydoğu ahalisi aynı Ege'yi 'istila' ediyor ya, belki
biraz böyle düşünmek gerek 'yabancıyla' uyum meselesini ve tercih
edilen üslubu da. Avusturya'daki göçmen Türk'e 'kara kafalı' diyen
Viyanalı'yı haklı olarak ırkçı buluyoruz da, o ırkçılık yalnızca
onlara mahsus olmadığını kabullenmekte zorlanıyoruz. Kendi
ırkçımızı çok sevip Alman ırkçısına tepki göstermek! Irkçı olmayan
insanlar ırkçı sözler sarf edebilir kuşkusuz ve aslına bakılırsa bu
durum, diğerinden, yani bile isteye yapılan ırkçılıktan çok daha
yaygın, yaygınlığı ölçüde sakıncalı. Bizlere öğretilenlerle,
alışkanlıklarımızla ilgili bir durum.
Yalnızca Türkiye'de değil, çok yerde makbul bu dil. Batı'nın
farkı, ırkçılığı bir sorun olarak görüp engellemeye çalışanların
sayısının daha yüksek ve insan hakları bilincinin toplumsal
temelinin daha güçlü oluşu; yoksa hiçbir 'devlet' siyaseti
diğerinden daha matah görünmediği gibi, birinin eli diğerinden daha
temiz değil. ABD'de nefessiz bırakılarak öldürülen siyah yurttaşın
öldürülme ânı kaydedilmemiş olsaydı, bir ceza alır mıydı o faşist,
hiç sanmıyorum. Bakın günlerdir Kanada'da kilise bahçelerinden
çocuk kemikleri çıkarılıyor; 'medenî' Kanadalı, zamanında yerlileri
'ehlileştirirken' çoluk çocuğu öldürüp gömmüş bir güzel. Sakın ha
tarihimizdeki 'ehlileştirme' siyasetini filan getirmeyin aklınıza
ama, sakın, bu işler 'yabancılara' mahsustur, oyuna gelmeyin durup
dururken!
Birkaç gündür yine maruz kalınıyor sığınmacıya/göçmene yönelik
berbat dile. En vahimi de, “Evine al besle o zaman,”
terbiyesizliği. İnsandan söz ediyoruz. Besle? Bundan daha acı
verici, daha vahim bir insanlık hali olabilir mi? Bir iki yıl önce
İsveç'teki bir sokak söyleşisini seyretmiştim internette. Yolda
yürüyenlere mültecilerle ilgili soru yöneltiyorlar, hepsi
“buyursunlar gelsinler” minvalinde yanıt veriyor. İkinci soru,
“Evinizde misafir eder misiniz?” Aynı insanlar, istemediklerini
söylüyor. Programı seyredince, aptallığın da evrensel bir nitelik
olduğuna iyice ikna olmuştum. Eh istemez tabii, neden evine durup
dururken birini alsın, onca vergiyi neden veriyor, soru mu bu
şimdi? Şu ara sosyal medyada sık tanık olduğum “Evine al besle o
zaman” da aynı hissi uyandırıyor bende. Çok zekice bir şey
yazdığını düşünüyor o kurnaz yurttaş. Güzel kardeşim, ben seni de
almam ki evime, ayrıca devlete neden vergi ödüyorum, ben devlet
değilim ki, sosyal devletin ne anlamı kaldı, AB onca parayı
babasının hayrına mı veriyor!
Çok katmanlı bir sorun bu. İç içe geçmiş siyasi, hukuksal,
insani boyutları var. Bir gün belki herkes evine gider, hatta belki
bu toprakta bizden (!) başka hiç kimse kalmaz, el ele baş baş başa
otururuz. Bu beş para etmez 'mermer' tahayyülü, hâkim 'dilin'
ülkenin geleceğini zehirlediği gerçeğini değiştirmiyor, sorun bu.
'Toplumu' asıl hesap sorulması gerekenlerden o hesabı soramayan;
'iş insanı' garibanları üç otuza ölesiye çalıştırıp kazancına
kazanç katan; 'ülkeyi ve bölgeyi bu hale getiren hemen tüm dış
politika hamlelerinde iktidarın arkasına abdesthane ibriği gibi
dizilip destek veren muhalif siyasetçisi ve yazarı' ise, dışarıdan
gelen parayı bizimmiş gibi anlatıp halkı tahrikten medet uman
ülkenin, geleceğini. Üstelik, kendi eğitimli yurttaşı yurt dışına
göçer, bir an önce gitmek için fırsat kollarken.
Evet, 'göç-sığınma' her ülke ve sığınan için bir sorun ve
kapitalizmin (özellikle en baş belası sonucu olan iklim krizinin)
vardığı aşamada ülkelerin giderek daha da büyük açmazlarla, göç
dalgalarıyla karşılaşacağına kuşku yok. Oturup bunlar üzerine
düşünmek ve insancıl çözümler üretmek/önermek varken, muhalefetin
de külhanbeyliğe özenmesi, en hafif tabirle trajikomik.
Allah yeryüzündeki hiçbir insanı, bağını bahçesini bırakıp
elinde torbalarla yüzlerce binlerce kilometre yürüyerek bir başka
toprağa ulaşmaya çalışan hiç kimseyi, “al evinde besle” diyebilen
süfli dil ve zihniyete muhtaç etmesin. Yurttaş endişesi
anlaşılabilir, buna mukabil zehirli ırkçı söylemin tolere edilecek
bir yanı yok. İnsan, böyle utanç verici bir dile özenmemeli. Tercih
ettiğimiz sözcükler kadarız. Ne eksik ne fazla.
Herkese, özellikle bu bayramı da cezaevinde karşılayan
sevdiklerimize, iyi bayramlar...
Yazı önerisi: Eski diplomat, yeni
köşe yazarı Engin Solakoğlu'nun KKTC üzerine yazısını buraya
bırakıyorum.