Kısa şort giydiği gerekçesiyle otobüste, herkesin gözleri önünde saldırıya uğrayan Ayşegül Terzi ile gidişiyle pek çok kişiden bir parça götüren Tarık Akan üzerine yapılan tartışmalara kısaca değinmek farz oldu. İki ayrı konu gibi görünse de, payda aynı. Kadınların haklı olarak hep hayranlıkla andığı, nezaketi ve zarafeti ne yazık ki bu ülke erkeğine rol model olamamış Tarık Akan binlerce seveni tarafından uğurlanırken, aynı dakikalarda bir kadına şort giydiği gerekçesiyle saldıracak kadar had-hudut bilmez ama kadın bedeni üzerindeki tahakkümde pay sahibi olduğunu bilecek kadar pişkin ve yaptığını “İslam hukukuna” dayandıracak kadar uyanık bir şahıs da adliyeden evine yollanıyordu.
“Savaş en çok kadınları ve çocukları vurur” sözü ile İstanbul’un göbeğinde bir kadına, “giydiği şort yüzünden” saldırılması ve bu saldırının “hukuken” müeyyidesiz kılınması arasında ciddi bir alaka var. Ataerkilliğin en büyük dayanaklarından biri savaşlardır. Erkek saldırganlığının “meşruiyeti” savaşlardan yeniden devşirilir. Savaş dönemi hukukunda saldırgan, tecavüzcü, dayakçı erkek için “karakolun” arka kapısı “tesadüfen” hep açık bırakılır. Savaş derinleştiğinde ise bu “tesadüfe” gerek bile kalmaz ve saldırgan erkek “yakalansa” bile evine yollanır. Çocuklara yönelik saldırganlık da savaş dönemlerinde iyiden iyiye alenileşir. Siz istediğiniz kadar “ülkenizin imajı” namına bu iğrençlikleri sümenaltı etmeye çalışın, bir süre sonra hakikat gizlenemeyecek kadar kendini tekrarlamaya başlar. Ayşegül Terzi, uzun bir müddettir yoğun bir fiziksel ve psikolojik şiddet altında olan kadınlara yönelik saldırganlıkta taşan damlaydı sadece.
İSLAM HUKUKU VE TÜRK ÖRFÜ
Ama ataerki, tüm diğer iktidar biçimlerinden çok daha karmaşık, içeride ve dışarıda sayısız dengelere dayanan müttefike sahip bir baskı rejimi olduğu için, taşan hiçbir bardak yeni bir özgürleşme hamlesini kaçınılmaz “kılmıyor.” İsyan, erkek hamaset ve riyakârlığının da sinsi “katkısıyla” tek seçenek olmaktan uzaklaştırılıyor. Tıpkı Özgecan Aslan’ın vahşice (veya erkekçe) öldürülmesinden sonra oluşan toplumsal infialin yerini hamasete, “uzlaşıya” ve giderek feminist karşıtı söyleme bırakması gibi!
Ayşegül Terzi’ye daha sonra “İslam hukuku” uyguladığını söyleyerek saldıran Abdullah Çakıroğlu isimli şahıs mahallesine başı önde gitmeyecek, büyük olasılıkla. “Kadına el kaldırılır mı ulan?” diyecek mahalle delikanlıları bile, söz konusu “İslam hukuku” ve tabii “Türk örf ve adetleri” olunca Çakıroğlu’nun sırtını sıvazlayacaklardır. “Kadına el kaldırılır mı ulan” sorusunu kendilerine sordurtan ataerkil rejim kodları bile Türk-İslam ideolojisi söz konusuyken hükmünü yitirir. Nitekim onların ve giderek mahallenin kahir ekseriyetinin nazarında A.Ç., savunmasız bir kadına değil, “son derece tehlikeli bir cehenneme” saldırmıştır. A.Ç. zaten “mahallesine” gitmeden önce, daha saldırı anında, taltif edilmişti. Etrafta Terzi’yi savunacak tek bir insanın çıkmaması, A.Ç.’nin mahallesinin ne kadar genişlediğini ve ataerkil tahakküm ortaklarının ne kadar arttığını gösteriyor zaten.
CİZRE’DEN İSTANBUL’A TAŞINAN SAVAŞ
Devletin anti-Kürt savaşı derinleştikçe, kadınların ve “laiklerin” yaşam alanları daha da daralacak, daralıyor. Ayşegül Terzi olayı görünürdeki vak’alardan sadece bir tanesi. Nihayetini dehşet içinde gördük: Saldırgan evine yollandı. Taşrada her gün benzer kaç saldırının yapıldığını veya erkek saldırganlığından korunmak için kaç kadının daha etek boyunu uzattığını bilmiyoruz bile. Fakat bildiğimiz bir şey var ki, ataerkilliği olduğundan daha da güçlendiren bu İslamcı-Türkçü motivasyonlu savaş sürdükçe, mevcut hukuk sistemi de bu motivasyona göre yeniden kurgulanmaya devam edildikçe, kadınlar her gün daha fazla baskı altında kalacak, daha fazla saldırıya uğrayacak ve saldırganlar daha fazla kayrılmaya başlanacak.
Bu noktaya, kilometre taşlarını tek tek takip ederek nereden ve nasıl gelindiğini çok iyi idrak etmek gerekiyor. Şu an ülkenin bir kısımını yakan, diğer kısmını da çürüten savaşın ilk günlerine, askerler tarafından öldürülen bir kadının çıplak bedeninin teşhir edilişi damgasını vurmuştu. Sonrasında ilçe ve kasabalarda uygulanan sokağa çıkma yasakları boyunca kadın bedenine yönelik saldırılar sürdü ve bu saldırıların failleri de A.Ç.’yi pışpışlayıp evine yollayan o malûm hukuk tarafından “fisebilillah” görüldü. Zira bu savaş “Allah yolunda”, “millet adına” yürütülüyordu! Cizre’nin, Nusaybin’in, Yüksekova’nın, Sur’un duvarlarına cinsiyetçi, saldırgan yazıları yazanlardan güç aldığını hepimiz biliyoruz. Biliyor muyuz? Hepimiz değil galiba.
TARIK AKAN: TÜRK SOLCU, TÜRKİYELİ SANATÇI
Tarık Akan’ı kaybedişimiz üzerine yapılan tartışmalardan bir kez daha anladık ki Türkiye’de birbirine bilenmemiş hiçbir kesim yok artık. Ortaklık vurgusu, “büyük aile” tahayyülü yapmak için epey saldırıyı göze almak gerekiyor. Herkesin kendi hayat alanında ayrı sebeplerden dolayı büyük saldırı altında olduğu bir dönemde ortak bir paydada buluşmak şöyle dursun birbirinin yasını tutmak bile epey süredir imkânsızlaşmış durumda. Herkesin kendine göre haklılığı olabilir ama haklılık kimseye bir ilerleme bahşetmiyor.
Şu anda tâli bir mesele ama kendisini uğurlarken şu hakikati de teslim etmek gerekiyor: Tarık Akan için “Türkiyeli sanatçı, Türk solcu” tarifi akla yatkın görünüyor. Oynadığı karakterler içinde Kürt emekçisi de oldu Türk işçisi de. Zampara delikanlıyı da oynadı, patron çocuğunu da. Bu açıdan, kusursuz bir Türkiyeli sanatçıydı. Fakat politik açıdan Türkiyeli solcu değil, Türk solcu tabirine daha iyi uyuyordu. Laikliğin savunucusu gibi görünen ama kadın düşmanlığının billurlaştığı alanlardan biri olan militarist çevrelerin tam da mevcut İslamcı yükselişin motor gücünü oluşturduğunu, TSK’nın, yeri geldiğinde İslamcı ideolojiye kolaylıkla eklemlenebildiğini belki de idrak etmedi, bilemiyoruz. Evet, devletin anti-Kürt savaşına güçlü bir itirazı olmadı ama anti-Kürt söyleme de tevessül etmedi. Türkiyeli solcu olmak yerine Türk solcusu kalmayı tercih etti. Bu onu solcu olmaktan çıkarır mı, asla! Tekel direnişi günlerinde çekim yaptığımız bir çadırdaki Kürt kadının dediği gibi: “Tarık Akan gelmiş buraya ama galiba ulusalcıların yanında takılıyormuş. Keşke bizim çadıra gelseydi ama olsun, sonuçta direnişe gelmiş.” Türkiye sanat dünyası için de Türk solu için de büyük bir kayıp olan Tarık Akan’ın arkasından çok övgü ve çok yergi oldu, olacak ama bir arkadaşımızın dediği gibi “öncelikle yasını tutalım.”