Almanya 'açık kapı' mı, 'acı vatan' mı?

Almanya’da yaşayan klasik emek göçü bağlamında Türkiye'den göç edenlerin istatistiklerine baktığımızda, Almanya’da yaşayan 18.6 milyon göçmen arasındaki en büyük nüfus 2.8 milyon ile Türkiyeli göçmenlerden oluşmaktadır. Bu 2.8 milyonun neredeyse yarısının Alman vatandaşlığına geçmiş olduğu kabul edilmektedir, diğer yarısı ise Türk vatandaşlığında kalmıştır.

Abone ol

Tamer İlbuğa / tamerilbuga07@gmail.com

Almanya’da Eylül 2017’de yapılan seçimlerin en önemli sonuçlarından biri de aşırı sağ/sağ popülist bir partinin (AfD-Alternative für Deutschland- Almanya için Alternatif) oyların yüzde 12.6’sını alarak 94 milletvekiliyle parlamentoya girmesi oldu. AfD bu seçim başarısıyla diğer partileri geride bıraktı ve ana muhalefet partisi olarak meclisteki yerini aldı. Bu seçimde Almanya’da aşırı sağ bir partinin bu kadar güçlenmesinin nedenleri arasında, partinin göçmenlere ve göç politikaları üzerine geliştirdiği söylemler de oldukça etkiliydi.

Bugüne kadar Almanya’da merkez sağın (CDU/CSU) daha da sağında güçlü bir partinin oluşmaması için, özellikle Güney Almanya’dan CSU sağ popülist söylemleriyle bu tip partilerin önünü kesmekteydi. Ancak AfD için bu strateji son seçimlerde tutmadı. Merkez sağ bu seçim “yenilgisinden” ders çıkaracağı yerde, aynı strateji üzerinden hareket etmeyi tercih etti ve parti siyasetini daha da sağa çekti. CSU bu stratejisiyle AfD’nin önünü keseceğini düşünmektedir. Örneğin yeni kurulan federal hükümetin, İçişleri Bakanlığı’nın kapsam alanını daha da genişleterek “İçişleri, İmar ve Yurt Bakanlığı” adıyla yeniden yapılandırılması, bu yönde atılan adımlardan biri olarak değerlendirilebilir. Çünkü bakanlığa “yurt” kavramının eklenmesindeki stratejik amaç, Alman olmaya yapılan vurguyu artırmak ve “Almanların” ön plana çıkmasını sağlamaktı.

Dolayısıyla İçişleri Bakanlığı’nın bu değişim ile göçmenlerin entegrasyonunu amaçlayan politikalardan ziyade, ayrımcılığı ve dışlanmayı teşvik edeceği yönündeki eleştiriler de bu bağlamda okunmalıdır. Özellikle son yıllarda Almanya ve bazı Avrupa ülkelerinde söz konusu tartışmalar “muhafazakâr devrim” adı altında yürütülmektedir. Ancak toplumun sosyo-ekonomik açıdan bölünmesini sağlayan neoliberal politikalar devam ettiği sürece, bu söylem üzerinden yürütülen stratejilerin aşırı sağ seçmeni tekrar merkez sağa çekeceği anlayışı, büyük bir yanılgıyı da beraberinde getirmektedir.

Bu yazının amacı Almanya’da sağ popülist siyaseti tartışmaktan ziyade, bir göç ülkesi olarak istatistikler üzerinden Almanya’nın göçmen profilini ortaya koymaktır. Son istatistiklere göre, Almanya’da yaşayan göçmenlerin sayısı 18.6 milyondur. Bu ise toplam nüfusun yüzde 22’sine tekabül etmektedir. Ancak göçmenlerin 10.6 milyonu geldikleri ülkelerin vatandaşlıklarını korurken, 8 milyon göçmen Alman vatandaşlığına geçmiştir. Bu durum 8 milyon göçmenin en azından yasalar karşısında Almanlarla eşit haklara sahip oldukları anlamına gelmektedir.

Yabancıların uyruklarına baktığımızda, birinci sırada 1 milyon 480 bin ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını görüyoruz. İkinci sırada 870 bin ile Polonya, üçüncü sırada 700 bin ile Suriye, dördüncü sırada 640 bin ile İtalya ve beşinci sırada ise 620 bin ile Romanya gelmektedir. Böylece beş ülkeden gelen insanlar neredeyse Almanya’da yaşayan yabancıların yarısını oluşturmaktadır. Diğer büyük göçmen gruplar ise Hırvat, Yunan, Bulgar, Afgan ve Ruslar olarak sıralanmaktadır.

Almanya’da göçü klasik emek göçüne dayalı göçmenler ve mülteciler olmak üzere iki grup üzerinden sınıflandırmak mümkün.

EMEK GÖÇÜ 

Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan yıkım büyük sanayi tesislerinden ziyade, yerleşim merkezleri ve ulaşım altyapısını vurdu. Büyük sanayi tesislerinin önemli bölümü daha az zarar gördüğünden, 1950 ve 1960’lı yıllarda Almanya eski ekonomik gücüne kavuşabildi. Ancak savaş sonrası yeni yapılanma döneminde ekonominin önünde iki büyük engel söz konusuydu. Bu engellerden biri ulaşım ile ilgili altyapı, bir diğeri ise işgücü kapasitesi sorunuydu. Almanya ulaşım ile ilgili altyapı yatırımlarını Amerika’dan aldığı Marshall yardımları kapsamında çözerken, yüksek büyüme oranlarının gerçekleştirilmesi için gerekli olan işgücü kapasitesi için çözüm arayışlarına girdi.

Özellikle 1950’lerde Batı Almanya’da kadın istihdamının artması, savaş esirlerinin geri gelmeye başlaması ve Doğu Avrupa’dan Alman olup da Alman vatandaşı olmayan azınlık grupların göçe zorlanması, buralardan gelen kalifiye insanlar aracılığı ile ihtiyaç karşılanmaya çalışılsa da işgücü sorununun çözümü için bütün bu unsurlar yeterli olmadı. Bundan dolayı da Batı Almanya birçok Güney Avrupa, Kuzey Afrika, eski Yugoslavya ve Türkiye gibi ülkelerle emek göçü kapsamında anlaşmaya girdi. Özellikle 1961’de Berlin Duvarı’nın inşa edilmesinden sonra Doğu Almanya’dan işgücü akışının durması, bu anlaşmaları daha da hızlandırdı. İtalya (1955), Yunanistan ve İspanya (1960), Türkiye (1961), Fas (1963), Portekiz (1964), Tunus (1965) ve Yugoslavya (1968) Batı Almanya’ya anlaşmalı işgücü veren ülkeler oldu.

İlk işçiler genellikle uzmanlık gerektirmeyen ağır ve düşük ücretli işlerde çalıştırıldılar. Anlaşmalı işçi alımı 1973’e kadar sürdü. Bu yıllarda dünya genelinde ve Almanya’da da başlayan ekonomik kriz nedeniyle Almanya işgücü göçü anlaşmalarını durdurdu. 1973’e kadar yaklaşık 14 milyon işçi Almanya’ya geldi; ancak bu işçilerin 11 milyonu ülkelerine geri döndü. Kalan üç milyon işçi ise aile birleşimi seçeneğiyle memleketlerinde bıraktıkları eşlerini, çocuklarını yanlarına getirme yolunu seçti.

ÇOĞU “MİSAFİR İŞÇİ” GERİ DÖNMEDİ

2000'li yılların başına kadar işgücü olarak Almanya’ya gelen göçmenler “misafir işçi” (Gastarbeiter) olarak adlandırılmışlardı. Ancak birinci kuşak göçmenler, Almanya’da doğup büyüyen ikinci ve üçüncü kuşak çocuklarıyla birlikte Almanya’da kalıcı oldular. Artık onlar doğup büyüdükleri toplumda, kreşten, yüksekokula uzanan eğitimleriyle, ebeveynlerinden farklı olarak siyasette, sporda, sanatta ve farklı iş kollarına uzanan bir yelpazede kendilerine yer açtılar. Doğal olarak uzun yıllar göçmenleri geçici gören Almanya, artık göç toplumu olduğu gerçeği ile yüzleşmek durumunda kaldı. Göçmenlerin sorunları kültürel, eğitsel, siyasal boyutlarıyla farklı mecralarda tartışılmaya başlandı.

Almanya’da yaşayan klasik emek göçü bağlamında Türkiye'den göçmen istatistiklerine baktığımızda, Almanya’da yaşayan 18.6 milyon göçmen arasındaki en büyük nüfus 2.8 milyon ile Türkiyeli göçmenlerden oluşmaktadır. Bu 2.8 milyon göçmenin yaklaşık olarak yarısının Alman vatandaşlığına geçmiş olduğu kabul edilmektedir, diğer yarısı ise Türk vatandaşlığında kalmıştır. Almanya’da toplam nüfusun yaş ortalaması 44.3 iken Türkiyeli göçmenlerin yaş ortalaması 33.2’dir. Bu nüfusun Almanya’da ikamet süreleri ise ortalama 30.4 yıldır. Dolayısıyla Türkiyeli göçmenler hem genç nüfus olma özellikleriyle hem de misafirlik süresini çoktan aşmış bir grup olmalarıyla, Almanya toplumunun bir parçası oldular. Fakat Türkiyeli göçmenlerin birçok alandaki başarılarını önemsemekle birlikte, yine de yaklaşık her dört Türkiyeli göçmenden birinin sosyal yardıma ihtiyacı olduğunu vurgulamak gerekir.

İkinci büyük göçmen grubunu 1.9 milyon ile Polonyalılar oluşturmaktadır. Polonyalıların da yarısı Alman vatandaşlığına geçmiştir ve AB vatandaşlığı üzerinden statülerini Alman vatandaşlarıyla eşitlemişlerdir. Polonyalılar aynı zamanda Alman toplumuna en hızlı uyum sağlayan grubu oluşturmaktadır. Polonyalı göçmenlerin kolay uyum sağlamalarında hem Almanya ile coğrafi yakınlıkları hem tarihsel bağları hem de Katolik olmaları önemli etkenler olarak görülebilir.

Bununla birlikte, Avrupa Birliği ülkelerinden de Almanya’ya çok fazla göç hareketi olduğunu biliyoruz. AB vatandaşlarının önünde yasal bir engel olmadığından, bu ülkelerden gelen insanların çoğunun ekonomik nedenlerle geldiği bilinmektedir. Örneğin Romanya ve Bulgaristan’dan serbest dolaşım hakları sayesinde önemli bir göçmen kitlesi gelmektedir. Ayrıca 2010 euro krizi esnasında Yunanistan, İspanya ve Portekiz’den de çok sayıda genç ve eğitimli insanın Almanya’ya gelerek iş aradıkları bilinmektedir. Bunların da birçoğu Almanya’da ikamet başvurusunda bulunmadıkları için istatistiklere girmemiştir. Diğer taraftan, Avrupa ülkelerinden gelen genç ve eğitimli insanların birçoğu, iş bulamadıkları için tekrar ülkelerine geri dönmektedirler. Bir bakıma Almanya, Güney Avrupa’nın yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle eğitimli genç insanları da ülkesine çekmektedir ve krizden faydalanmaktadır.

Sonuç olarak emek göçü büyük oranda Avrupa ülkelerine yönelik gerçekleşmiştir. Son 6-7 yıla kadar Almanya’daki göçmen “sorunu” daha çok işgücü göçüyle gelen göçmenler üzerinden yürütülmüştür. Dolayısıyla Türkiye’den gelen göçmenlerin en büyük grup olma özelliği nedeniyle, genel olarak göçmenlerin sorunları ya da göçmenlerin entegrasyonuna ilişkin çoğu tartışma da Türkiyeli göçmenler üzerinden yapılagelmiştir.

MÜLTECİLERİN DURUMU

Batı Almanya, Nazi dönemine tepki olarak 1949’da hazırlanan yeni anayasasına (Grundgesetz-Temel Yasa) dünyanın mültecilerle ilgili en ilerici maddelerinden birini koymuştu. Aslında Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) Anayasası’nda da ilerici maddeler vardı; ancak Nazilerin 1933’te iktidara gelmesiyle birlikte bu uygulama sona ermişti. 1949’da hazırlanan, sığınma haklarına da odaklanan ve 1993’de değiştirilene kadar yürürlükte olan 16'ncı madde, oldukça sade ve net olarak şu şekilde ifade edilmişti: “Siyasi nedenlerle kovuşturulanlar, sığınma hakkına sahiptirler.” Bu maddeye göre dünyanın herhangi bir yerinde sayıları ne kadar olursa olsun, siyasi nedenlerle “başı dertte” olanların Almanya’da sığınma hakkı bulunmaktaydı.

Bu “davet edici” duruma karşın 1970’lerin sonuna kadar fazla sığınma başvurusu yaşanmadı. 1979 İran Devrimi, Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi, Polonya’da “Solidarnosc” (Dayanışma) hareketi gibi olaylardan sonra Almanya’ya iltica başvurusunda önemli bir artış oldu ve bu başvurular 100 bin sınırını aştı. 1992’ye gelindiğinde yaklaşık 500 bin iltica başvurusuyla yeni bir rekor kırıldı. Bu yıllar aynı zamanda Doğu ve Batı Almanya’nın birleştiği ve o yıllara kadar bu düzeyde pek de bilinmeyen yabancı düşmanlığının arttığı dönemlerdir.

Helmut Kohl hükümeti, SPD’yi ve kamusal alanda geniş bir siyasi desteği yanına alarak anayasanın ilgili maddesine kısıtlama getirdi. İlgili maddeyle (16a) getirilen kısıtlamada şu ifadelere yer verildi: “Avrupa Birliği’nin bir üye devletinden veya Mültecilerin Hakları Hakkında Antlaşmanın ve Avrupa İnsan Hak ve Özgürlüklerin Korunması Hakkında Sözleşmenin fiilen uygulandığı üçüncü bir devletten giriş yapan kimse, birinci fıkradan yararlanamaz.”

Bu yeni maddeye göre, Almanya’ya kara yoluyla gelerek sığınma başvurusunda bulunmak imkânsız hale getirildi. Çünkü Almanya’nın bütün komşuları ya AB üyesi ya da Cenevre Konvansiyonu’nu imzalamış ülkelerden oluşmaktaydı. Aslında iki Almanya’nın birleşmesi ve dolayısıyla kazanılan özgüven, Almanya’nın ilk anayasasında hakim olan antifaşist ruhun terk edilmesinde etkili oldu.

GÖÇ ARTARKEN TOPLUMSAL TEPKİ SERTLEŞİYOR

Özellikle son yıllarda ise Almanya’ya yönelik ne zaman fazla bir göç hareketi olsa, hemen toplumsal atmosfer sertleşmekte, göç ve sığınma ile ilgili yasalar daha katı bir biçimde yeniden düzenlenmektedir. Özellikle mültecilerle ilgili düzenleme Mülteciler Yardım Yasası’na göre yapılmaktadır. Mültecilere verilen sosyal yardımlar için ayrı bir yasanın yürürlükte olması bile, burada yapılan ayrımcılığa işaret etmektedir. İlgili yasaya göre mültecilere verilen asgari yardımlar diğer insanlara verilen asgari yardımlardan daha düşük tutulmuştur. Böylece Almanya’nın mülteciler için çekiciliğini yitirmesi ve daha az insanın gelmesi amaçlanmıştı. Ancak 2012 yılında Alman Anayasa Mahkemesi, mültecilere yönelik bu ayrımcılığı anayasanın birinci maddesinde belirtilen “insanın onur ve haysiyeti dokunulmazdır” ibaresine aykırı buldu ve ilgili yasanın yeniden düzenlenmesi yönünde karar verdi. Bu karara rağmen hükümet 2015’ten sonra yavaş yavaş Mülteciler Yardım Yasası’nda mülteciler aleyhinde düzenlemeler yapmaya devam etti.

Almanya özelinde mültecilerle ilgili son istatistiklere baktığımızda karşımıza şu tablo çıkmaktadır: 1953’ten günümüze kadar yaklaşık 5.6 milyon mülteci sığınma başvurusunda bulunmuş, bu başvuruların ise 4.7 milyonu 1990’dan sonra gerçekleşmiştir. Son dört yıla (2014-2017) baktığımızda ise 1.65 milyon mültecinin Almanya’ya geldiği görülmektedir. Mültecilerin sayısı ve ülkelerine göre; birinci sırada 500 bin ile Suriye, ikinci sırada 180 bin ile Afganistan, üçüncü sırada ise 150 bin mülteciyle Irak yer almaktadır. Yukarıda 1992’lerde Helmut Kohl hükümetinin yapmış olduğu anayasa değişikliğinden dolayı ve AB Dublin Anlaşması’ndaki düzenlemeye göre mültecilerin kara yoluyla Almanya’ya girmelerinin mümkün olmadığını söylemiştik. Ancak 2015 sonbaharında özellikle Türkiye’den geçen Suriyeli mültecilerin Balkan rotasında ilerleyerek Almanya’ya gitmek istemeleri karşısında, bu insanların ülkeye girişlerine izin verilmesi yönünde Almanya’da büyük bir ahlâki baskı oluştu. Mültecilerin zorlu koşulları ve toplumdaki baskı karşısında Başbakan Angela Merkel “zorda olan insanlara yardım edilmesi gerektiğini” söyleyerek ‘açık kapı politikası’ uygulamaya başladı. Angela Merkel hükümeti, bu kararı ile aslında büyük bir siyasi risk aldı ve bu yönde gelen tepkilere karşın, bugün hâlâ bu politikanın doğru olduğunu vurgulamaya devam etmektedir. Bu ‘açık kapı politikası’nın yasalara uygun olup olmadığını Hür Demokratik Parti (FDP) bir meclis araştırma komisyonu tarafından incelenmesini istemektedir.

DAHA FAZLA MÜLTECİ İSTENMİYOR

Bununla birlikte Avrupa ve Almanya, mültecileri kendi ülkelerinden uzak tutmak amacıyla birçok ülkeyle, özellikle Türkiye’yle yaptıkları anlaşmalar sayesinde mülteci sayılarında büyük bir düşüş sağlamayı başardılar. Örneğin mültecilerin 2017 yılında Almanya’ya yapmış oldukları başvuru oranı 2016 yılına göre yüzde 70 azalmıştır. Mültecilerin geldikleri ülkelere baktığımızda, ülkelerin neredeyse hepsinde savaş ya da iç savaş koşulları bulunmaktadır. İnsanları göçe iten faktörlerin başında ekonomik nedenler değil, can güvenliği bulunmaktadır.

Sonuç olarak, Almanya’yı birçok konuda eleştirsek de Almanya dünya genelinde göçmenlerin gözde ülkelerinden biri olmaya devam etmektedir. İnsanlar, Almanya’da mülteciler için yaşam koşulları ne kadar “kötü” olursa olsun, yine de bu koşulların kendi ülkelerindeki koşullardan çok daha iyi olduğunu, Almanya’nın kendileri ve aileleri için umut vaat ettiğini düşündükleri için Almanya’ya gitmek istemektedirler.

Almanya’da göçmenleri; yerleşik statüde olanlar, vatandaşlığa geçenler ya da vatandaşlıklarını koruyanlar ve mülteciler başlıklarında değerlendirdiğimizde, hiç de homojen bir grup olmadıklarını görebiliriz. Her bir grup farklı ülkelerden farklı nedenlerle ve koşullarla bu ülkeye gelmiştir ve dolayısıyla sorunları da çeşitlilik göstermektedir. Almanya’nın bir göç ülkesi olma gerçeğini kabullenmesiyle birlikte göçmenlerin topluma entegrasyonları için ekonomik, siyasal, eğitsel boyutlardaki çalışmaların da mevcut gerçekliklere göre güncellenip geliştirilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki Almanya’da özellikle sağ yönelimli ve sağ popülist partiler, göçmenleri toplumun bir parçası olarak görmekten uzak ve sorunları çözme yönünde yapıcı siyasi programlar geliştirmekten ve gerçeklikten uzak durmaktadır. Bu partiler, yazının başında da vurguladığımız gibi, göçmenleri kendilerine seçim malzemesi yaparak oy potansiyellerini artırma yönünde politikalar yürütmeyi tercih etmekte ve bunda da kısmen de olsa başarılı olmaktadırlar.

Kaynakça

http://www.bamf.de/SharedDocs/Anlagen/DE/Publikationen/Flyer/flyer-schluesselzahlen-asyl-2017.pdf?__blob=publicationFile

https://www.destatis.de/DE/Publikationen/Thematisch/Bevoelkerung/MigrationIntegration/Migrationshintergrund2010220167004.pdf?__blob=publicationFile