Almanya’da seçimleri sosyal demokratlar (SPD) burun farkıyla kazandı. Keza, epeydir ortalarda görünmeyen liberaller de (Hür Demokratlar – FDP) aşırı sağ AfD’nin burun farkıyla önünde bitirdi. Birkaç ay öncesine dek beklenmedik biçimde birinci parti gözüken Yeşiller ise yüzde 15 oranında konforlu bir oy oranıyla kilit parti konumuna yükseldi.
Federal Almanya’da şansölyenin birinci partiden çıkması ve birinci partinin bir koalisyon hükümeti zorunluluğu yok. Ne SPD, ne CDU/CSU (merkez sağ-Hristiyan Demokrat Birlik) tek başına hükümeti kuracak oy oranına ulaşamadıkları gibi, ikisinin birlikte bir koalisyon hükümeti kurmaya da yeterli sayıda sandalyeleri yok. Dolayısıyla, ilk kez üç partili bir koalisyon hükümet kurulması bekleniyor.
Koalisyon pazarlığı zorlu geçecek ve uzun zaman alacak. Görünen o ki, Merkel yılbaşını da şansölye makamında kutlayacak. Yılbaşından 30 Haziran’a dek AB Konseyi dönem başkanı Fransa’nın cumhurbaşkanı Macron’un Almanya ziyaretine de evsahipliği etmesi dahi gayet olası duruyor. Fransa’da da 2022’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine de sekiz ay bir süre kaldı.
En yakın duran olasılık, SPD-Yeşiller-FDP “trafik lambası” koalisyonu. Ancak birbirlerinden özellikle ekonomi ve enerji politikalarında en uzak iki parti Liberaller ve Yeşiller. Buna karşılık, Almanya’nın artık yeni bir SPD-CDU/CSU hükümetiyle yönetilmemesi gerektiğine en güçlü biçimde kani iki parti de bu ikisi. “Jamaika” seçeneğiyse, FDP+Yeşiller’in CDU/CSU’nun yanına eklemlenmesi ki, Laschet o umudu canlı tutmaya çabalasa da, o seçenek “eşyanın doğasına aykırı” duruyor.
Demek ki önce FDP ve Yeşiller’in karşılıklı oturup, uzlaşması gerekecek. Sözkonusu iki partiye “kur yapan” Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar da o müzakerelerin sonucunu bekleyecek. Belki daha önceki seçimlerde “trafik lambası” koalisyonu denemelerinin akim kalması, o eski başarısızlık, bugünün en başat teşvik unsuru. Ancak üç partili koalisyonların hareket alanlarının geleneksel ve zoraki darlığı da başat kaygı unsuru.
Almanya’da birincil mesele olarak iklim değişikliği ve çevre konuları görülüyordu. Buna rağmen Yeşiller seçimlerden güçlü çıkmalarına karşılık birinci parti olamadı. CDU/CSU lideri Armin Laschet’in donuk kişiliği ve sel felaketinin ardından kameralara kahkaha atarken yakalanması aleyhine oldu. SPD lideri Olaf Scholz’un da kişiliği o denli sönük ki otomat çağrışımlı “scholzomat” lakabı takıldı. Ancak ondaki durgunluk, “II. Merkel” izlenimi vererek biraz da lehine işledi.
Şansölye Merkel’in, Laschet’in seçim kampanyasına son düzlüğe dek pek asılmaması da çokça eleştirildi. Siyasetten emekli olduğunu duyurmuş bir lidere belki haksızlık edildi. Üstelik Merkel’in kendi döneminin ardından CDU/CSU’nun rüştünü ispat etmesi fırsatı sunduğu da düşünülebilir. Laschet’in başarısızlığı, siyasette mesajın aracısının/taşıyıcısının kimliğinin önemi konusunu da herhalde anımsattı. Esasen en az bir dönem muhalefette kalmanın Hristiyan Demokratlara düşünsel canlılık katacağı da belirtiliyor.
II. Dünya Savaşı yenilgisi ve Nazi iktidarı felâketi sonrasında bir anlamda yeni demokrasinin güvencesi konumundaki CDU/CSU’nun “kendi sağına parti sokmamak” gibi bir hafızası, DNA’sı var. Ancak bu durum örnekse komşu Fransa’da Macron’un yerlici-millici söyleme sahip çıkması gibi bir sonuç doğurmuyor. Belki Almanya’da ortak hafıza II. Dünya Savaşı’na dayanırken, Fransa’da II. Dünya Savaşı üzerine yirmi yıl süren Çin Hindi ve özellikle Cezayir Savaşı’nın toplumsal sonuçlarına dayanıyor.
Özetle, AfD’ye sırt dönülmesi gerektiği ve AfD’nin Alman demokrasisini içeriden kemirecek bir yapılanma, bir “zararlı” olduğu kanısı en soldan, en sağa yelpazenin tamamında yerleşik. Dahası, bırakalım Türkiye’yi, Fransa’yı dahi gıpta ettirip, hayrete düşüren biçimde tüm partiler, temsilcileri ve seçmenleriyle birlikte, birbirleriyle uygarca iletişim kurabiliyor ve müzakere kanalları sürekli açık tutuluyor.
Merkel’in mirasında en olumsuz başlık nükleeri terk edip kömüre bağımlı kalmak. Aynı bağlamda, VW gibi büyük Alman otomotiv şirketlerinin ABD makamlarını nasıl organize biçimde kandırdıkları ortaya çıktığında takındığı ortayolcu tutum da belleklerde. Belki bu iki arada, bir derede kalış ve mükemmel çözümün kısa erimde olanaksızlığı FDP ile Yeşiller’in en kıyasıya tartışacakları konu başlığı olabilir. İstihdam ve sosyal güvenlik ile birlikte. Başka deyişle, pandemi sonrası refah devletinin dönüşünün yorumu kararlaştırılacak olan.
Fransa’nın aksine Almanya’da, alev alan getto-banliyöler, keskin laiklik, göçmenlerin entegrasyonu gibi sorunlar pek ön planda değil. Bu durumun gerekçeleri arasında metropolleşme açısından Fransa’nın Paris, Marsilya, Lyon gibi üç büyük nüfus merkezinin olması, Almanya’da ise nüfusun onu aşkın orta boy kente dağılmış olması da sayılabilir. Ancak siyaset kültürü de herhalde bir o kadar önemli.
Ayrıca siyaset kültürü denli, “kimya” veya “sihir” denilebilecek toplumun kendiliğinden yapısı, insicamı da öyle. Almanya’nın Türkiyelileri, Fransa’nın Mağribileri ile karşılaştırıldığında kabaca, varsa bir sorunun görünürlüğü ve yakıcılığı çok daha düşük yoğunluklu. Fransa’nın nüfusa orana göre Müslüman yurttaş sayısının ABD’nin de önünde olduğunu bilvesile not düşelim.
Öte yandan Fransa beş yılda bir “monark” seçiyor, Almanya ise özellikle topluma misyon biçmeyen, yönelim vermeye kalkışmayan bir “tedvire memur CEO”. Fransa’da sandığa gitme oranı, gençlerde giderek ezici çoğunluğa varacak biçimde, düşüyor. Bizim geleneksel “Alamancı” profiliyse bulunduğu yerde işine gelen SPD, Yeşiller gibi partilere, dönüp kendi yurdundaysa AKP’ye oy veriyor.
Sözkonusu oy verme örüntüsü de belki Türkiye’de “muhafazakâr, dindar, hassasiyeti olan” bir çoğunluğun var olup, olmadığını da sorgulatıyor. Pekâlâ, bizde AKP-MHP Almanya’nın AfD’sine mi denk geliyor? Orada nepotizm, kleptokrasi, liyakat vb. konular konu-dışı. Varsıl kuzeyden görece yoksul güney ve doğuya doğru, AfD ikinci tercih olacak biçimde, oy dağılımı soldan sağa. Bunların içinde kökenine göre Türkiyeliler başka kaygılarla, kimlik dertlerine göre mi oy kullanıyor?
Ulus-devletlerin federasyona dönüşmesi vaki değil. Yerinden yönetim, adem-i merkeziyetçilik ise Fransa ve İspanya gibi ulus-devletlerde dahi sürekli mükemmelleştirilen bir yaklaşım. Bizdeyse anatema olmayı geçtim neredeyse küfür. Almanya birliğini, birleşebilmesini, bir ülke, güçlü bir devlet olarak ortaya çıkabilmesini federasyonuna borçlu. Bugün de Bremen, Hamburg, Berlin gibi kentler “eyalet” statüsünde. Bu yapıyı deneyimleyen Türkiyelilerin üçüncü, dördüncü kuşak aidiyetleri acaba nasıl gelişiyor, dönüşüyor?
SPD, Almanya’nın en eski partisi. Merkez üssü de Hamburg. Geçen gün izlediğim Hamburg’da bir liman işçisiyle yapılan söyleşide özetle, “umut verdiğinden değil gelenek olduğu için” SPD’ye oy verdiğini aktarıyordu. Nitekim Scholz da eski Hamburg belediye başkanı. Bizdeki kurucu parti CHP ile SPD arasında halihazırda zaten kurulu ilişkiler, burada seçimler yapılıncaya dek değerli olacak. Umarım CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, başdanışmanı Çeviköz’den bu alanda yararlanacaktır.
Merkel’in ardından Almanya’nın dış politikasında kökten bir dönüşüm olması beklenmemeli. Türkiye ile ilişkilerdeyse, Merkel’in Erdoğan’a sağladığı “bir numaralar arası ayrıcalık” herhalde devam etmeyecektir. Erdoğan’ın bilinçaltını dışa vurarak, belki sesli düşünerek Laschet’in adını zikretmesi ve adeta hayıflanması buna yorulmalı.
Almanya’nın önünde bir de özerk AB savunma yapılanması konusu duruyor. ABD’den sağlam bir Asya-Pasifik golü de yiyen Fransa altı ay Konsey başkanı. Bu dönemde Almanya üzerinde çalışmak isteyecek ancak dönem başkanlığının hatırı sayılır bölümü koalisyon pazarlıklarıyla geçecek. Esasen, Almanya’nın özerk savunma alanında kımıldanması uzun soluklu bir pedagoji kampanyasıyla mümkün. O yöne doğru bir evrimin gözükmesi dahi Ankara’yı telaşlandıracaktır.
Kuzey ile Güney/Doğu farklılığı denli, Katolik ve Protestan nüfus ayrımı da seçmenin oy verme eğiliminde belli belirsiz diğer bir gösterge. Laschet’in seçim başarısızlığı hatta yetersizliğinin kanıtlanması, CDU-CSU birliği (“Union”) içinde de bir hesaplaşma getirecek. Katolik ve Protestan demokratların birlikteliği bir sınama, kendini sorgulama, kendi kendini sigaya çekme dönemi yaşayacak.
Yaklaşık aynı sürelerde ülkelerini yönetmiş, Merkel sonrası Almanya ile Erdoğan sonrasına hazırlanan (hazırlanıyor mu?) Türkiye’de, AKP-MHP CDU-CSU değil de AfD ise, HDP de Sol Parti (“Die Linke”) mi, yoksa Yeşiller mi? Belki 27 Eylül’de açıklanan “tutum belgesi” buradan da okunabilir. Ya bizde kurdurulmayan Yeşiller Partisi’nin oy potansiyeli, özellikle ilk kez oy vereceklerde ne olabilir? Yahut bizim Yeşiller, Kürt Sorunu’nda, laiklikte söz söyler mi? Zira Almanya’nın Yeşiller’inin “yeşilliği” çevrecilikten ibaret değil ve çevreciliğin de “kopuş” öngöreni ayrı, “geçiş/dönüşüm” öngöreni ayrı.
Ankara’ya sorsanız, muhtemelen onlar dışişleri bakanlığının Yeşiller’e ve özellikle Cem Özdemir’e verilip verilmeyeceğini düşünüyordur. Yine muhtemelen olası “trafik lambası” koalisyonunda o kançılaryanın FDP’ye gitmesine “oh” çekeceklerdir. Oysa zamanında (1998-2005) Joschka Fisher “aslanlar gibi” dışişleri bakanlığı yapmış ve ağızlarda kekremsi bir lezzet de bırakmamıştı. Erdoğan’ın Schröder’i “bambaşka bir yere” koyuşunu anımsayın. Sahi, derin veya sığ bir “devlet” yok mu Almanya’da? Ya “kimler kimlerle yan yana” diye iç geçirecek bir babayiğit?
Bizim Cezayir Savaşı’mız Kürt Sorunu ve bitmez tükenmez “terörle mücadele” mi? I. Dünya Savaşı’nın hayaletleri halen aramızda mı dolaşıyor? “Hamit’ti Enver oldu” derken, ardından sıra yine “Kemal’e” mi gelecek? “Gelen” Kemal, o “Kemal” mi? Hem Almanya’da koalisyon pazarlıklarının sonuçlanmasını, hem burada seçimlerin yapılmasını bekleyip görmek dışında korkarım başka bir seçeneğimiz yok. Yalnızca dış politika, Almanya ile ilişkiler bölümüne odaklanacaksak, Ankara’nın “çok düşünüp az konuşmak” şiarıyla davranması en doğrusu olacak şimdilik.
Almanya, acı vatan. Almanya yenilince, biz de yenilmiş sayılıyoruz. Her Allah’ın günü şoklad olmadı haribo yiyorlar orada. Bizimkiler de “kurulu düzenleri olmasa” bir gün daha orada durmaz. Aynı bağlamda Ankara’da dümene kim geçerse geçsin, Almanya’yı dikkate almadan hatta başköşeye oturtmadan ne AB ne ekonomi politikası geliştirebilir. Ama bunun ötesinde, her yerden olduğu gibi Almanya’nın da demokrasi ve yönetim deneyiminden bize çıkacak dersler var. Yok mu?