İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar’ın kariyeri ve sinemasının önemi, filmleri bize hitap etse de etmese de herhalde tartışılmaz. Artık 70’li yaşlarını devirmiş olmasına rağmen oldukça 'verimli' bir şekilde sinema yolculuğuna devam eden yönetmen, bizce birkaç zayıf kalmış yapım dışında her filmiyle bizi şaşırtmayı, etkilemeyi ve bir şekilde kendisine has mizahi ve duygusal dünyasına çekmeyi başarıyor.
'Hınzır çocuk' bakışını kaybetmeyen Almodóvar, bilindiği üzere filmlerinin merkezine hep kadın karakterleri koyuyor, hikâyelerini onların etrafında şekillendiriyor (ki sadece bu bile sinemada pek eşine rastlamadığımız bir durum)… Sosyal sınıf ve duygusal 'eşik' farklılıklarını asla es geçmeyen yönetmen, toplumun 'marjinal' kesiminde kalmış, cinsel yönelimleri veya toplum içindeki davranışları nedeniyle 'uçlarda' gezinen, 'dışlanmış' karakterlerini çoğu kez rastlantısal bir şekilde buluşturmayı, onların aralarında en olmadık durumlarda bir bağ kurmayı ve bunu yaparken de hikâyesini ne tamamen 'durum komedisine' ne de tamamen melodrama kaydırmamayı beceren çok özgün bir sinemacı.
Dekorlarında ve kostümlerinde 'patlak veren' 'kitsch' renklerden ve 'çatırdayan' ya da beklenmedik ortamlarda filizlenen aşk ilişkilerinden vazgeçmeyen yönetmen, sadece genelde çok beğenilse de bizim kendi adımıza en iyi filmleri arasında sayamadığımız "Talk To Her" (Konuş Onunla) (2002), bir çocukluk travmasını anlattığı "Bad Education" (Kötü Eğitim) (2004) ve tamamen 'komediye' eğildiği "I’m so Excited!" (Aklımı Oynatacağım!) (2013) filmleriyle bir form düşüklüğü yaşadı. Ancak bu her 'sönük' adımdan sonra etkileyici yapımlarla tekrar gönlümüzü kazanmayı başardı.
Bilindiği üzere Almodóvar birçok kez aynı oyuncularla çalışmıştı ve 'fetiş' oyuncularından Penelope Cruz ve Antonio Banderas’ı Hollywood sinemasına armağan etmişti. Bu 'geçişten' sonra iki oyuncu da uluslararası bir üne kavuşmalarına rağmen kendilerini 'o' mertebeye getiren yönetmeni unutmadı ve özellikle Cruz hala birçok filmde onunla çalışmaya devam etti.
POLİTİK ‘ANNELER’
Bu kadar sağlam ve derinlikli filmler çeken bir yönetmenden 'belirgin' bir politik duruş da beklemek hakkımızdı. Ancak Almodóvar çoğu kez sinemasında politik bir yönü öne çıkarmaktan imtina etti ve her ne kadar yarattığı karakterler, dönemler ve mekanlar tamamen böyle bir ortamdan kopuk olmasa da filmlerinde asla aklımızda yer eden bir politik tutum takınmadı.
Yönetmen son filmi "Paralel Anneler" ile bu tutumu 'kırıyor'. Hatta belki de kendisinden beklenilmeyecek derecede bu konuya önem veriyor. Her ne kadar filmin senaryosunun 'kalbi' doğum esnasında tesadüfen karşılaşan iki kadında çarpıyor gibi dursa da hikâyenin 'çıkış noktası', 'kırılma' yerleri ve bağlanma yeri önemli bir politik olaya daha doğrusu trajediye dayanıyor.
Hatırlanacağı üzere 1936-1939 yılları arasında İspanya’da kanlı bir iç savaş başlamış ve bu savaş seçim yoluyla başa gelmiş bir hükümeti destekleyen Cumhuriyetçilerle onlara karşı isyan bayrağı açan aşırı Milliyetçi Franco’yu karşı karşıya getirmişti. Yoğun geçen çatışmalardan sonra Franco bu savaştan galip çıkmış ve karşı tarafı sindirmek için zaman zaman acımasız, toplu infazlar yapmış ve bunları uygulamak için 'Falanjistlerden' de yardım almaktan çekinmemişti. Bu kanlı ve baskıcı ortam 1975 yılına kadar sürdü.
Bu bağlamda filmin konusuna değinecek olursak... Janis, (Penelope Cruz) 40’lı yaşlarda, profesyonel fotoğrafçılık yapan, Madrid’de yalnız yaşayan bir kadındır. Bir fotoğraf çekimi sırasında Arturo (İsrael Elejalde) ile tanışır ve 'bir gecelik' bir ilişki yaşarlar. Arturo adli antropologdur ve Janis, onunla tanıştığı gün içerisinde, İspanya Savaşı sırasında kasabasında öldürülen ve toplu mezarlara atılan 'atalarının' cesetlerinin bulunup layığıyla defnedilmesi için ondan (adli) bir yardım ister. Bir süre sonra bu 'geçici' ilişkiden hamile kaldığını anlayan Janis, tek başına büyütmek pahasına da olsa bebeğini doğurmaya karar verir. Doğuracağı gün kendisiyle aynı odayı paylaşan, çok daha genç Ana (Milena Smit) ile tanışır. Aynı gün 'anne' olan bu iki kadının başlayan arkadaşlığı beklenmedik birçok olayın fitilini ateşleyecektir.
OYUNCULARINI SEVMEK
Karşılaştırmak biraz garip gelebilir ama Almodóvar’ın bu filminde kadın oyuncularına karşı yaklaşımı ve onların etraflarını saran 'esrar' perdesi biraz efsanevi yönetmen Alfred Hitchcock’un 'imzasını' hatırlatıyor. Kuşkusuz iki yönetmen arasında, özellikle çektikleri film türü açısından 'dağlar kadar' fark var ama Almadovar’ın özellikle bu filmde Janis karakterinde belirginleşen 'kadın' karakterlerine karşı taşıdığı 'aşık' olma ve hayranlık duyma duygusu Hitchcock’un taşıdığı soğuk ve cazibeli sarışın aktris 'saplantısıyla' paralellik gösteriyor. Aynı şekilde iki başkarakterden birinin seyirciyle beraber asıl gizemi diğer başkarakterden çok önce öğrenmesi de yine 'üstat'ın gerilim tarzına 'göz kırpıyor'!
Ancak bütün bu benzerliklere rağmen yönetmen sinemasının 'özünden' vazgeçmiyor: Kendisine has renk ve dekor kullanımı iki kadının buluştuğu hastane duvarlarından (!) başlayıp filmin birçok mekanında hissediliyor. Almodóvar, adeta bir ressam gibi iki annenin birikmiş 'hayal kırıklarının', itiraf edilememiş arzularının ve gizli rekabetlerinin 'havada uçuştuğu' bir tablo çiziyor. Bütün bu duygusal dalgalanmaların yarattığı yakınlaşmalar ve uzaklaşmalar hikâyeye ciddi bir hareketlilik ve derinlik katıyor.
GEÇMİŞİN KÜLLERİ
Hikâyenin arka planında gibi duran ama aslında filme bütünüyle 'nüfuz' etmiş olan ve bizce hikâyenin 'gizli' belkemiğini oluşturan İspanya İç Savaşı konusuna gelirsek… Janis’in geçmişin(in) 'tozlanmış' ve kanlı sayfalarını tekrar açmak için 'saplantılı' derecede arayışta olması sadece yakınlaşmış olduğu ve hayatını değiştirecek bir adamdan yardım alma bahanesinden ibaret gibi durmuyor. Bu 'gerçek' ve 'geçmişle barışma' temaları, "Paralel Anneler"in neredeyse bütününü kaplayan, bir ucundan diğer ucuna kadar giden şeyler… Önce diğer kişilerin (özellikle doğmuş bebekleri karıştırmış olma ihtimali olan hastane görevlileri) sonra da kendi hatalarını 'hasıraltı' eden Janis karakterinin iç çatışmaları daha belirgin hale geliyor.
Yönetmenin bir önceki filmi "Pain and Glory" (Acı ve Zafer) (2019) romantik esintili bir otobiyografik film görüntüsü altında 'uçurumun kenarında' olan bir yönetmenin boşlukta salınan geçmişi gibi çok daha derin ve ‘kişisel’ bir noktaya ulaşıyordu. "Paralel Anneler" ise daha yaşlı veya genç, daha basit veya karmaşık bütün bu kadınların arkasında 'saklanan' Almadovar’ın ülkesinin asla yüzleşmek istemediği bir tarih sayfasına doğru 'cesur' ve örnek alınacak yürüyüşünü temsil ediyor. Üstelik bütün bu 'acı verici' yüzleşmeye yine de kendince bir umut dokunuşu eklemeyi de ihmal etmiyor.
Almadovar’ın dünyasında 'Anneler' hakkında her şeyi bildiğimizi sanıyorduk… Halbuki yönetmen bir kez daha 'ilham perisi' ve neredeyse ayrılmaz bir parçası olan bir 'kadını' sonuna kadar kullanarak (Penelope Cruz’la beraber yedinci filmi!) bizi bir kez daha şaşırtan, duygulandıran ve sarsan bir filme imza atıyor. Yönetmenin inanılmaz bir samimiyetle ele aldığı bu konu belki de yapımı Almodóvar’ın en kişisel ve en politik filmi haline getiriyor. Eğer yönetmenin eşsiz 'hınzır bakışı' yine olmasa belki bu özelliklerin yanına 'en olgun' ifadesini de eklerdik. Ama Almodóvar bu yüzden Almodóvar değil mi?