Alper Kul: İnsanlığın sonunu açgözlülük getirecek
Alper Kul'un 'Dışarıdakiler' romanı İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı. Kul, “İnsanlığın sonunu açgözlülük getirecek gibi görünüyor. Bu sürece katkı verenler de var, karşı durup savaş verenler de... “ dedi.
DUVAR - Bir köy düşünün 100 yıl öncesinden kalma… Kendini dış dünyaya kapatmış ütopik bir köy... Hatta öyle bir köy ki, kültürel ritüellerini devam ettiriyor. Rızalık alınıp “el veriliyor”. İmtihana da tabii oluyorsunuz vicdanınızın yüküyle ama bu dünyanın sisteminden haberdar değilsiniz; maden varmış, doğayı katledenler sıraya dizilmiş… Peki, sistemin çarklarına dâhil olmuş bir maden mühendisi doğayla iç içe bir vadiye düşerse ne olur?
Alper Kul, bizi bu köye davet ediyor. Kültürünü, doğasını, ağacını, suyunu, evini korumuş bu köye… İnkılâp Kitabevi etiketiyle raflarda yerini alan 'Dışarıdakiler' romanı okuru Trabzon’un el değmemiş bu köyünün sokaklarında dolaştırıyor. Suç işlendiğinde düşkün ilan edilen, dara çekilen bu köyün sisteminin dışarıdakileri nasıl mı?
Alper Kul’a sorduk, yan yana gelip içeridekilerin 'Dışarıdakiler'ini konuştuk.
'Dışarıdakiler', ‘öteki’nin dışarıdakisi… Biraz bu hikâyeden başlayalım mı?
Ütopik bir köy vardı zihnimde. İzole bir yaşam alanı. Başka topluluklarla ilişkisi olmayan, dışarıya kapalı bir toplum. Harici bir etkileşim olmadığı için tamamen kendi kültürünü oluşturabilmiş bir köy. Çıkış noktam bu oldu. 100 yıldır kendilerinden başka kimseyle bir etkileşim yaşamamış mülkiyet kavramı bilmeyen bir köye günün birinde dışarıdan bir adam gelir. Adamımız da kapitalist sistemin tüm nimetlerinden faydalanmış ‘başarılı’ bir maden mühendisidir. İki tarafın hayat görüşlerinin çatışması, mühendisimizi kendi dünya görüşüyle ilgili bir muhakemeye sürükler.
Sözünü ettiğimiz Demir karakteri; zengin, hali vakti yerinde… Kitabı anlatmayalım ama gerçekten Türkiye’nin ciddi bir sorununa parmak basarken maden gibi, doğa gibi ama aynı zamanda kültürel mirasın aktarılması diyelim. Neydi sizi buraya sürükleyen?
Bana dert olmuş bir konu başlığı bu. İnsanın kendini doğaüstü bir yerde konumlandırarak tabiat üzerinde her türlü tasarrufa sahip olmaya cüret etmesi beni hayli rahatsız ediyor. İnsanın, doğanın kendisine sunduğu nimetler için minnet duyacağı yerde onu umarsızca tüketip yok etmesi bana çok şımarıkça geliyor.
Demir tesadüf eseri Vadi’ye düşüyor. Bu bir distopya diyelim ama gerçeğin kendisi… Trabzon’da sözünü ettiğiniz köyler var mı? Kültürel dokuyu koruyan, her şeyden daha önemlisi kendini koruyan, dış dünyaya kapatan?
Karadeniz zor bir coğrafya olduğu için köyler zaten birbirlerinden çok farklı farklı. Arasından dere geçen iki komşu köyün bile kültürleri hatta şiveleri birbirinden farklı olabiliyor. Hele hele yukarı bölgelere çıktığınızda bambaşka bir dünyada yaşayan insanlarla karşılaşıyorsunuz. Kendi kültürünü korumak için bu yolu tercih etmiş topluluklar da var tabi ki.
Biliyorsunuz Kazım Koyuncu Karadeniz sahil yolu projesinde Artvin ve Bergama’da siyanürle altın aranmasına ve Fırtına Vadi’sinde HES yapılmasına karşı büyük mücadele veren sanatçılarımızdandı. Romanınız belki ütopik, belki bir distopya ama hepimizin derin yarası… Burada siz birini yüzleştiriyorsunuz, insanın özüne dönmesini soracağım size?
Kazım Koyuncu, sanatıyla, kişiliğiyle örnek aldığım, tanıdığım için onur duyduğum bir halk kahramanıdır benim için. Hayatın her alanında, herkes için, her şey için eşitlik ve adalet arayan, bu arayışını dillendirmekten çekinmeyecek cesarette olan, aza kanaat getiren, dik duran, onuru ve doğru bildikleri için savaşan gerçek bir kahramandır, sanatçı tanımına da örnektir. Saygıyla anıyorum.
‘İnsanın özüne dönmesi’ dediğinizden; ‘insanın kötülüklerden arındırılmış saf, temiz hali’ gibi bir kavram anlıyorum. Dünyaya zaten öyle geldiğimiz için yolu yordamı uzakta aramamıza gerek yok. Bebekler kin gütmez. Her toplum ve inançta melek olarak görülürler. Bu dünyaya ait olamayacak kadar iyi oldukları düşünülür yani. Büyürken öğrendiklerimizi bir kenara koyup bizim için tabu diyebileceğimiz en katı konulara dahi empatiyle yaklaşabilsek, adaletli bir muhakeme yapabilsek, vicdanımızın sesi daha yüksek çıkacak, bize yol gösterecek. Özümüze dönmemiz, kalbimizi temiz tutabilmemiz anlamına geliyor benim için. Romanda sık sık geçen ‘özünü dara çekmek’ de vicdan muhakememiz.
Romanı okuyan ya da o kültürle yolları kesişmiş biri Alevi kültüründen söz ettiğinizi anlayacaktır. Burada Trabzon’un Alevi köylerini gezdiniz mi?
Tabii. Tek tek. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli öğretisi ve düşüncelerini kendine yol edinmiş bir gönül dostu olarak yarenlerime her gittiğimde uğrarım.
Nereye kadar gideceğini bilmek? Adını Bilmediği Kız’ın Demir’e söylediği... Tabii burada Alevi öğretisi ile konuşursak “adap erkan bilmek… “
Evet, had, hudut bilmekten bahsediyor orada. Bunu da porsuk ağacı tohumu üzerinden anlatıyor. Porsuk ağacının kırmızı, boncuk boncuk meyveleri vardır. Çok güzeldir. Ben bayılırım. Bu meyvelerin içerisinde de sert çekirdekleri vardır. Bu çekirdekler çok zehirlidir. Bir tanesi bile yanlışlıkla yutulursa sizi öldürebilir. Çekirdeklerini ayıklayıp yemeniz gerekiyor yani. Ama o kadar cezbedici ki tadı da rengi de... Ağzınıza bir tane attınız mı devam etmek istiyorsunuz. Arada bir tane tohumun boğazınızdan aşağı kaçması riskini ala ala ne kadar bulursanız tüketmek istiyorsunuz.
Vadi, gerçekten çok özel olan, imtihanlarla sınan bir halkın yaşadığı yer… İsmail mi Demir mi? Ya da Fidan mı Seher mi de diyebiliriz?
Ben kendi nefsiyle savaş veren İsmail’i çok seviyorum. Çok net ve çok tatlı bir karakter. Seher’e duyduğu tertemiz aşk da sınır tanımıyor.
Bir insanın değişip dönüşmesini izlerken Türkiye gerçeğini de sunuyorsunuz okura. Maden şirketi, doğa tahribatı… Gerçekten bir arada barış, sevgi, hak, adalet gibi kavramları özümsemiş bir topluluk… Derdiniz farkındalık mı? Ve bu sözünü ettiğiniz bu sistemi mümkün kılmak mümkün mü?
Farkındalık yaratabilirsem ne mutlu. Ben bu vadinin naif insanlarını ve onların sevgi, barış odaklı hayat görüşlerini çok seviyorum. Okuyan herkese de böyle bir hayatın mümkün olduğunu anlatarak gönüllerini ferahlatmak istiyorum.
Şu anda Türkiye’nin pek çok yerinde maalesef maden çıkartılıyor. Siyanür gerçeğini biliyorsunuz. Ama yaşadığımız şu günlerde insanlar şimdi tahrip ettiği doğaya dönmek istiyorlar. Bu çelişkiyi nasıl anlatırsınız?
Romanda ‘dışarıdakiler’ ve ‘içeridekiler’ olarak anlattığım şey bu. ‘Yok oluşa’ adım adım yaklaşıyoruz. Bu tevatür değil. Bilim de bir ‘yok oluştan’ bahsediyor, tüm dinler de ‘kıyamet’i en ince ayrıntısına kadar tasvir ediyor. İnsanlığın sonunu açgözlülük getirecek gibi görünüyor. Bu sürece katkı verenler de var, karşı durup savaş verenler de var.
Peki, hayat sizin için sınav mı?
Hepimiz için öyle bence. Ben kendi adıma arif insan olmayı hayal ediyorum.