Bundan önceki yazılarda Türkiye’nin küresel sistemdeki yerini tanımlamaya çalışmış ve özellikle son dönemde giderek artan dış politikadaki militerleşmeyi emperyalizm/alt-emperyalizm kavramlarıyla açıklamaya çalışmıştım. Bu yazıda aynı hattan devam ederek yalnızca Türkiye’nin küresel kapitalist sistem içindeki yerini değil aynı zamanda tekil dış politika eylemlerini de alt-emperyalizm tartışmaları bağlamında ele almaya çalışacağım. Amacım dış politika ile sermayenin ihtiyaçları arasındaki ilişkileri Türkiye ve bazı diğer ülke ve örnek olaylar üzerinden tartışmak. Bunlar tabii ki ucu açık tartışmalar ve bu kısa yazıda bu kadar kapsamlı bir sorunsalı çözmek mümkün değil. Daha çok anlamaya çalıştığım, dış politika sürecinin sınıfsal boyutu, kapitalist üretim ilişkileriyle olan ilişkisi. Burada dış politikayı sermayeden, sınıfsal ilişkilerden bağımsız, devletin kendi çıkarının sonuçları olarak gören realist/devletçi yaklaşım ile her bir dış politika eyleminin sermayenin ihtiyaçlarından kaynaklandığını varsayan Marksist yöntem arasındaki alana yoğunlaşarak, bu sürecin karmaşık ve çok faktörlü boyutunu tartışacağım.
DIŞ POLİTİKA, MARKSİZM VE DEVLET ÇIKARI
Uluslararası sistemin işleyişi ve dış politika konuları Marksizm içindeki tartışmaların ana eksenini oluşturmadı. Buna en yakın duran Lenin-Buharin çizgisinden başlayan emperyalizm teorileri merkezi kapitalist devletlerin dış politikalarını açıklamaktan çok kapitalizmin çelişkileri, bunun sermaye ve işçi sınıfı üzerindeki etkileri ve devrim için sağladığı imkanlar üzerine yoğunlaştı. Hatta, bu hat Batı/Avrupa merkezci bir analiz çerçevesi çizer ve dönemin koşulları gereğince (kolonyalizm nedeniyle bağımsız çevre ülke sayısı çok azdır) emperyalizmin çevre ülkeler üzerindeki etkisinden çok, merkezi kapitalist ülkeler arası ilişkilerin ekonomik boyutuna ağırlık verir. 1960’larda ortaya çıkan Latin Amerika merkezli Bağımlılık Okulu ve Dünya Sistemi tartışmaları ise daha çok kalkınma ve çevre/yarı-çevre ülkelerin merkeze bağımlılığı, bundan kurtulma stratejileri üzerine yoğunlaştı. Burada da söz konusu devletlerin dış politikalarına dair inceltilmiş analizler geliştirilmedi. Bunun belki tek istisnası, geçen yazıda bahsettiğim, Ruy Marini’nin alt-emperyalizm kavramıydı. Markizm literatürü ağırlığı dış politikadan çok devlet konusuna verdi, tartışmalar kapitalist devletin niteliği ve sermaye sınıfı ile devlet arasındaki ilişki üzerine yoğunlaştı. Devletlerin dış politikasını incelediğinde de ağırlık yine merkezi kapitalist ülkeler oldu. Monthly Review çevresinden David Harvey’e kadar, Marksist yaklaşımlar emperyalizm olgusuna merkezi kapitalist ülkeler penceresinden bakmaya devam ettiler, ABD’yi ve onun eylemlerini öne çıkardılar.
Öte yandan anaakım uluslararası ilişkiler yaklaşımları da, devlet tartışmasından kaçınıp, doğrudan dış politika konusuna yoğunlaşırken, toplumsal sınıflar, üretim ilişkilerini ve küresel kapitalist hiyerarşiyi göz ardı ettiler, hatta Marksizm kaynaklı yaklaşımları hakim analizlerin dışında tutmaya özen gösterdiler. Dolayısıyla, dış politika konusu, Marksizmin yeterince teorize etmediği, anaakımın da konunun en kritik boyutuna karşı kör olduğu bir “arada” kalan bir alan olarak kaldı.
JEOPOLİTİĞİN VE GÜVENLİĞİN ÖZGÜLLÜĞÜ (MÜ?)
Öncelikle belirtmek gerekir ki, günümüz küresel sistemin en temel özelliği kapitalist üretim ilişkilerinin Küba ve K. Kore dışında girmediği, değmediği bir coğrafi alanın kalmamasıdır. Dolayısıyla, hangi analizi yaparsak yapalım, bu tartışmaların hepsinin altında, “son kertede” kapitalizme, varolan sınıfsal ilişkilere varmak zorunda kalıyoruz. Yine, küresel sistemin hiyerarşik niteliği, yani merkezde kapitalist ülkelerin bulunduğu yarı-çevre ve çevre, yani en az gelişmiş ülkelerin en altta bulunduğu bir dünya düzeni varlığını devam ettirmektedir. 2000’lerde ise küreselleşme tartışmaları bağlamında yalnızca sermayenin değil, devletin de uluslararasılaştığı, küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştüğü, diğer bir deyişle eylemlerinin artık ulusal sermaye değil uluslararasılaşmış, vatansız ve kimliksiz bir sermayeye hizmet eder hale geldiği görüşü ortaya atıldı. Burada da tekil devlet eylemleri yerine, daha toptancı, devletlerin yapısal olarak, sermayenin birikim rejimindeki dönüşümlerine paralel bir şekilde hareket ettiği üzerinde duruldu. Bu yaklaşımlar bize belli bir dönemde herhangi bir devletin dış politikasını analiz etmek için yeterli bir çerçeve sağlayamayabilir. Dış politika ve güvenlik konularıyla hakim kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki bağlantı anlık ve kısa erimli olmayabilir. Ayrıca, ekonominin genel durumuyla dış politika aktivitesi arasında her zaman birebir negatif ilişki kurulamaz. Bunlara sonraki yazılarda daha detaylı değineceğim. Devletlerin dış politika eylemleri sermayenin ve kapitalist sistemin genel ve uzun erimli çıkarlarına aykırı olamaz, bu kapitalizmin ve kapitalist devletin mantığına aykırı olur. Ama sermaye birikimi dinamikleri ve burjuvazinin ihtiyaçları, her zaman doğrudan dış politikaya yansımayabilir. Hatta, bazı dış politika eylemleri sermayenin kısa erimli çıkarlarına aykırı da olabilir. Bu açıdan bakıldığında Poultanzas’ın 1970’lerde ileri sürdüğü devletin göreli özerkliği tezinin, dış politika ve güvenlik konusunda hâlâ geçerliliğini koruduğunu söyleyebilirim. Toparlamak gerekirse, dış politika ve güvenlik, sermayenin anlık ve kısa erimli ihtiyaçlarından, alt-emperyalistler de küresel kapitalist merkezinden belli bir özerkliğe sahiptirler. Burada belirleyici olan bu özerkliğin küresel kapitalist sistemin işleyişine ve sermayenin birikim dinamiklerine zarar vermemesi ve “son kertede” onun çıkarlarına hizmet etmesidir.
ALT-EMPERYALİSTLER VE DEVLET KAPASİTESİ SORUNU
Alt-emperyalizm küresel sistemdeki gelişmelerin ve kapitalist dönüşümün gündeme getirdiği bir olgudur ve bu sistemin işleyişini kolaylaştıran bir katkı sağlamıştır. Bilindiği gibi küresel kapitalist sistem 1945 sonrasında jeopolitik olarak ABD hegemonyası etrafında örgütlenmiştir ve bu sistemin özellikle güvenlik ve finansal ayaklarını hâlâ ABD domine etmektedir. İşte bu süreçte özellikle 1990’larda ABD belli bölgelerde kendisinin eksen ülke (pivotal state) dediği ama aslında alt-emperyalist rol yüklediği bu ülkelerin, ABD’nin duyduğu ihtiyaç sonucunda pazarlık güçlerinin arttığına değinmiştim. Zaten söz konusu alt-emperyalist ülkelerin bu rolü oynayabilmeleri için belli bir güce ve devlet kapasitesine sahip olmaları gerekir. Yani, ABD ya da kapitalist merkez karşısında özerkliğe sahip olamayacak kadar zayıf devletler bu rolü de yerine getiremezler. Örneğin, ABD Ortadoğu bölgesinde, kendisine doğrudan bağımlı olan Ürdün’e alt-emperyalist bir rol atfedemezdi. Yine İsrail’in gündemi farklıdır ve yapabilecekleri çok sınırlıdır. Hem coğrafi konum, hem diğer güç bileşenleri açısından Türkiye geniş bir coğrafi alanda ABD açısından, bu rolü yerine getirme konusunda çok daha işlevseldir ama karşılığında da, birçok alanda Türkiye ile pazarlığa oturması gerekir. Yine, Latin Amerika’da bu rolü, örneğin Uruguay ya da Peru yerine getiremez. Bunun için en uygun ülke Brezilya’dır. Burada alt-emperyalistlerin sistem karşıtı olmadığını ama zaman zaman “sistem dışı” gündemlerini oluşturmaya çalıştıklarını savunuyorum. Burada en fazla sistem içindeki ekonomik konumlanışı aşan, daha yukarıda bir bölgesel nüfuz arayışı görülebilir. Bunun izini Türkiye’nin dış politikasından sürebilmek mümkündür.
ALT-EMPERYALİST OLARAK TÜRKİYE’NİN MACERALARI
Burada yine iki konu öne çıkıyor. Türkiye’nin dış politikadaki eylemlerinin ve artan askeri faaliyetinin birinci olarak kapitalist merkez ve ABD’nin bölgesel stratejilerinden ne ölçüde özerkleştiği, ikinci olarak ise bunların içte sermaye birikim süreçleriyle ilgisi.
Türkiye’nin bölgesel siyasetinin ve şu anda Azerbaycan’dan Libya’ya uzanan çok sayıdaki askeri angajmanlarının genel olarak ABD’nin bölgesel stratejisiyle uyumlu olduğu ama bunun içinde bazı pazarlıkların yapıldığını ve Türkiye’nin kendi gündemiyle, ABD’nin bölgesel stratejisini uzlaştırabildiğini söylemek mümkün. ABD, örneğin Türkiye’nin Irak’taki operasyonlarına sessiz kalmakta, Suriye’de, PYD dışında, genelde işbirliği içinde bulunmakta ve Türkiye’nin bu ülkeye yönelik operasyonlarına üstü örtülü destek olmaktadır. Libya’da ise ABD yine arka planda Türkiye’nin askeri angajmanını desteklemektedir. Görüldüğü gibi bu alanlarda Türkiye, uzun süredir oynadığı bu rolün gereklerini iyi bir şekilde yerine getirmekte, ABD ile işbirliği alanları genişledikçe, kendi gündemini kabul ettirebilme imkanı artmaktadır.
Türkiye bu noktada bağımlı bir alt-emperyalist olarak iki alanda sorun çıkardı. İlki Fırat’ın doğusuna yönelik Barış Pınar’ı harekatı, diğeri ise Doğu Akdeniz jeopolitiğidir. Türkiye alt-emperyalist olmaktan kaynaklanan imkanını kullanarak aslında ABD’nin kendi alanı olarak gördüğü Fırat’ın doğusuna girebilmiştir. İlginç bir şekilde Türkiye’nin Batı kapitalizmine bağımlılığı, içine girdiği sermaye girişine dayalı büyüme dinamiği harekat yapmasını önlemeye yetmedi ama aynı bağımlılık ilişkisi ilan ettiği 480 km. alanı kontrol etmesini de önledi. Süreç ABD Başkanı'nın “ekonomini yıkarım” notası ve başkan yardımcısını göndererek harekatı durdurmasıyla sonuçlanabildi. Bir inisiyatif alarak askeri operasyon başlatabilecek özerkliğe sahip olma ama bağımlı olmanın getirdiği sınırlamaya tabi olma şeklinde tezahür eden bu tekil olay bağımlı bir alt-emperyalist olmanın anlamını gösteren çok çarpıcı bir örnek oldu. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yürüttüğü siyaset ise küresel kapitalizmin önde gelen aktörlerini rahatsız ettiği bir bölgeye dönüştü ve ABD ve AB’den gelen tepkiler üzerine Oruç Reis sondaj gemisinin araştırmalarının askıya alınması, yine Türkiye’nin sınırlarını gösteren bir işaret oldu. Türkiye burada, cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir dış politika yalnızlığına mahkum edildi, bölge enerji jeopolitiğinden tamamen dışlandı, neredeyse 50 yıllık bölgesel denge Türkiye aleyhine yeniden revize edildi.
Konu çok geniş ve daha değinilecek birçok boyutu var. İçte sermaye ile ilişkiler, özerk hamlelerin sürdürülebilirliği sorunu bunlardan bazıları. Kısaca belirtmek gerekirse, dış politika içinde kapitalist üretim ilişkilerinin, sınıf çıkarlarının ve kısa ve uzun erimli güvenlik kaygılarının kesişim noktasında gerçekleşiyor. Marksist literatür merkeze gelişmiş kapitalist ülkeleri alıp, Türkiye, Brezilya, Güney Afrika gibi alt-emperyalist rolü yerine getiren ülkelerin dış politikalarını ve güvenlik ihtiyaçlarını, merkezin doğrudan bir uzantısı olarak alıyor. Bu ülkelerin bağımlı konumları içinde, kendi gündemlerini oluşturması, özerklik elde etme çabaları hâlâ teorize edilmeye muhtaç bir alan olarak duruyor. Bunun için Marksist bir jeopolitiğin mümkün olup olmadığı tartışmasını yapmak gerekiyor.