Alt-emperyalizmden yarı-çevre olmaya doğru

Türkiye, kendi gündemini de oluşturabildiği bir alt-emperyalist ülke olma konumunu bile kaybetmeye başladı. Bunun mutlaka olumsuz bir gelişme olduğunu savunacak değilim. Ama AKP’nin bu hamlelerinin Türkiye’ye siyasal maliyet getirme, ekonomik kayıp, bölge insanlarına zarar verme gibi sonuçlarının olduğunu belirtmek gerek.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Bir süredir AKP iktidarı altındaki Türkiye’nin küresel sistem içindeki yerini tartışıyorum. Geçen yazıda AKP ve ulusalcı çevreler tarafından da paylaşılan Batı’nın yükselen Türkiye’yi kuşatmaya, durdurmaya çalıştığı iddiasını ele almıştım. Bu yazıda aynı hattan ilerleyerek, küresel sistem içinde yer alan Türkiye gibi “yarı-çevre-alt-emperyalist-eksen” ülkelerin 2000’lerde ne tür bir hareket alanı kazandıkları üzerinde duracağım ve Türkiye özelinde nelerin yanlış gittiğini günümüz küresel siyasetin veri koşulları içinde tartışacağım. Başlıktan da anlaşılacağı üzere Türkiye’nin bir süredir bir “stratejik geri çekilme” içinde olduğunu savunuyorum ve deneyip başarılı olamadığı “stratejik özerklik” elde etme çabasının sonuna geldiğini, bağımlı ama kendi stratejik hamlelerini kuramadığı bir yarı-çevre pozisyonuna doğru gittiğini ileri sürüyorum.

KÜRESEL GÜNEY OLGUSU

Batı sistemi Marksist kökenden gelen azgelişmişlik, çevre, yarı-çevre gibi kavramları kullanmaz. Emperyalizm ve alt-emperyalizm kavramları zaten hem akademik hem siyasal olarak radikal kabul edilir. Gelişmekte olan ülkeler, yükselen pazarlar ve 2000’lerde Global South/Küresel Güney, ekonomik büyüme sağlayan ülkeleri tanımlamak için kullanıldı. Bu dönemde küresel kapitalizmin gelişimi ve ömrünü uzatabilmesi açısından çelişkili ve eşzamanlı iki önemli dönüşümden biri bu Küresel Güney olgusuydu. Türkiye gibi bazı yarı-çevre ülkelerde yaşanan büyüme Batı merkezliydi, kapitalizme ve neoliberal küreselleşmeye daha çok entegre olmanın sonucuydu. İçte eşitsizliklerin artması pahasına ekonomik büyümeyi tetikleyen, gerektiğinde tedarik zincirlerinin parçası haline getiren, finansal bağımlılığı derinleştiren, üretimi ithalata bağlı hale getiren bir büyüme programı uygulandı. Böylelikle bu ülke kapitalizmleri uluslararasılaştı, içte pazar imkanları genişledi, bu yarı-çevre ülkeler bulundukları bölgelerde kapitalizmin yayılmasına aracı oldular. Küresel kapitalizmdeki diğer bir dönüşüm ise çok daha karmaşık olan Çin’in bu sürece dahil olması ama bunun koşullarını kendisinin belirlediği farklı bir sürecin işlemesiydi.

DIŞ POLİTİKADA ÖZERKLİĞİN KURULUŞU

Ekonomik büyüme ve Rusya ve Çin’in stratejik aktörler olarak daha aktif hareket etmeye başlaması küresel jeopolitiğin işleyişinde farklılıklar getirdi. Öncelikle, çevre ve yarı-çevre ülkeler bir yandan küresel kapitalizme daha derinden bağlanırken aynı zamanda gerektiğinde Rusya ve Çin ile de ilişkilerini geliştirebiliyorlar ve bölgelerinde daha geniş bir dış politika alanı yaratabiliyorlardı. Daha önce değindim Mısır’ın yanında Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Filipinler, Brezilya, Meksika, Pakistan, Güney Afrika gibi ülkeler hem birbirleriyle hem de Rusya ve Çin ile ekonomik ve siyasal bağları güçlendirebildiler. Burada özerkliğin kaynağının küresel sistemden kopuş değil, ona daha fazla eklemlenme olduğunu ileri sürüyorum. Tıpkı AB üyesi olan bir ülkenin, üye olmayanlara göre hareket alanının daha fazla genişlemesi gibi. Küresel kapitalizmin işleyişine zarar vermediği sürece bu türden özerklik arayışları sistem içi pazarlıklar olarak görülüyor. Tarihsel deneyimleri, konum ve iç yapıları birbirinden farklı olsa da bu ülkelerin hepsi bir şekilde Batı sistemine bağlı ya da bağımlı. Türkiye’yi bu ülkelerle ortaklaştıran özellik de bu. Farklılaştığı yön ise özerkliği bir tür bölgesel hegemonya için kullanmaya çalışması ve bu ısrarında bir türlü başarılı olamaması.

TÜRKİYE’NİN ÜÇ ALT-EMPERYALİST DENEMESİ

Türkiye’nin ilk bölgesel güç projeksiyonu 1990’lerin hemen başında Türk dünyası üzerinde nüfuz kurmak isteme politikasıydı. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” sloganıyla sunulan ve ABD tarafından desteklenen bu jeopolitik hamle başarılı olamadı. Rusya erken bir tarihte, 1993’te Yakın Çevre doktrinini ilan ederek müdahale etti, önce Azerbaycan Ermenistan savaşını tetikleyip, ardından Orta Asya ülkeler üzerindeki nüfuzunu yeniden tesis ederek, Türkiye’yi dışarıda tutabildi.

Türkiye’nin ikinci bölgesel nüfuz alanı oluşturma denemesi Erdoğan-Davutoğlu döneminde 2000’lerin sonu ve 2010 başında yaşandı. Bu dönemeçte bir yandan sermayenin hem seküler hem de İslamcı kanadının desteklediği hem de İslamcı iktidarın heveslerinin canlandığı bir Yeni-Osmanlıcı yayılma fikri uygulamaya kondu. ABD ilk başlarda bu projenin model ortaklık boyutunda kalmasına destek oldu. AKP kendi dönüşümünü Arap Ortadoğu’suna yayacak, bölge siyaseti ılımlı İslamcılar aracılığıyla Batı’ya yeniden eklemlenirken, piyasacılık bölgeye daha derinden nüfuz edecekti. Fakat AKP yönetimi bunu kendisi için tarihi bir fırsat olarak gördü. ABD’nin düşüşte, Türkiye’nin yükselişte olduğu sanısına kapılıp model (ortak) olmak yerine lider (ortak) olmayı tercih etti. O dönemdeki ekonomik büyümeyi ve devletin kapasitesindeki artışı hazırlıksız bir şekilde Osmanlı nostaljisiyle birleştirerek bir bölgesel hegemonya projesine yöneldi. AKP yönetiminde Türkiye Akdeniz havasında iktidara gelen Müslüman Kardeşler hükümetleri aracılığıyla bölgeyi kontrolü altına alacak, bu güçle Batı karşısına çıkacak, yeni bir pazarlık yapacaktı. Bu hırslı politika Tunus, Mısır ve Suriye’de çöktü. Geriye ne kaldığını herkes biliyor artık. Bu dönemde kullanabileceği özerklik alanını bu gerçekçi olmayan hayalle harcadı, hepimize ama en çok bölge halklarına zarar verdi.

ÜÇÜNCÜ EVRE OLARAK ASKERİLEŞME VE MAVİ VATAN

Üçüncü evre ise AKP’nin milliyetçi-ulusalcı-Avrasyacı çevrelerle kurduğu ittifakla, bu kez dış politikada askeri güç kullanımına dayalı, Akdeniz ve Libya’da Mavi Vatan doktriniyle uygulandı. Suriye’de Fırat’ın batısında, özellikle İdlib’te sorun yaratmayan hatta desteklenen askeri güç kullanımı, Libya’da kısmen tolere edildi ama Doğu Akdeniz’de işlemedi. Öncelikle Mavi Vatan doktrini AKP yönetiminin Avrasyacılarla kurduğu ittifakın bir uzantısıydı. İkincisi, Mavi Vatan doktrini devlet çıkarıyla hareket eden, bölgeyi deniz kuvvetleriyle kontrol altında tutarak kendisine alan açmaya çalışan bir siyasetti. Bunun başarılı olması Batı sisteminin önde gelen aktörlerinin gerilemesi anlamına gelecekti. Mavi Vatan tekil, tıpkı S-400 füzeleri gibi, Batı sistemine entegre edilemeyen bir proje olarak kaldı. Hatta Türkiye bu bölgede hem ABD hem AB, hem de onların üyeleri ve yakın müttefikleriyle karşı karşıya geldi. Erdoğan yönetimine içeride bir süre Avrasyacı gruplarla işbirliği imkanı tanımanın ötesinde bir faydası olmadı.

MAVİ VATAN’A NAVTEX İLE VEDA

Türkiye bir süredir sıkıştığı Doğu Akdeniz’de elinde kullanabileceği başka araç kalmayınca aslında teknik bir uygulama olan Navtex ilan etmeye başlamıştı. Belli bir alanda tatbikat, arama, sondaj gibi faaliyetler yapılması nedeniyle denizcilere uyarı niteliği taşıyan bu uygulama hükümet medyası tarafından dünyaya meydan okuma olarak sunulmuştu. Kamuoyunda yeterince dikkat çekmeyen bir gelişmeyle Türkiye Oruç Reis gemisi için 12 Aralık’ta bu kez Haziran ayının ortasına dek Antalya körfezinde araştırma Navtex’i yayınladı. Zaten Oruç Reis, Yunanistan ile Mısır’ın ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge alanına girmiyor, böylece bu iki ülkenin deniz alanlarını tanıdığını zımnen kabul ediyor, adaların MEB’i olmaz iddiasını geri çekmiş oluyordu. Şimdi bu son Navtex ile araştırma alanını Antalya Körfezi'ne çekerek AB’nin istediği noktaya gelmiş oldu. Böylece hem içte kamuoyuna Oruç Reis için Navtex ilan edildiği gösterilmiş oldu ama içerikte ciddi bir geri adım atılmış oldu. Daha önce Oruç Reis’in geri çekilmesi, Yunanistan’la istikşafi görüşmelere önkoşulsuz başlanacağının açıklanması, bir Akdeniz zirvesi toplanması gibi çağrılar Mavi Vatan fikrini ortaya atanları rahatsız etmişti. Bu son Navtex ise tam tersinden Batı’ya Mavi Vatan’dan vazgeçildiğini gösteren, kendi kendini sınırlandırdığını ilan eden bir uyarı oldu. AKP uyarıyı bu kez kendisine yaptı. 

AKP iktidarının son dönemdeki militarize dış politika anlayışı epeydir sınırlarına dayanmıştı. Küresel sistemin giderek karmaşıklaştığı, ABD’nin her bir müttefikini eskisi gibi kontrol altında tutmakta zorlandığı, kendi politikalarını dikte ettirme kapasitesinin zayıfladığı bu dönemde, Türkiye hem de küresel kapitalizme bu kadar derinlemesine entegre olmuşken, dış politikada özerklik alanını S-400 alımı ve Mavi Vatan doktrini gibi iyi tanımlanmamış politikalarla harcadı. AKP’nin her iki dönemdeki bölgesel üstünlük sağlama, nüfuz bölgesi kurma çabaları, yumuşak güç unsurlarla da, sert askeri araçlarla da başarılı olamadı. Giderken yüksek sesli, dönüşü sessiz olan düşüşlere bir yenisi eklendi.

Türkiye, kendi gündemini de oluşturabildiği bir alt-emperyalist ülke olma konumunu bile kaybetmeye başladı. Bunun mutlaka olumsuz bir gelişme olduğunu savunacak değilim. Ama AKP’nin bu hamlelerinin Türkiye’ye siyasal maliyet getirme, ekonomik kayıp, bölge insanlarına zarar verme gibi sonuçlarının olduğunu belirtmek gerek.

Oysa, içeride demokratikleşme, hukukun üstünlüğüne uymak, dışarıda Suriye, Yemen, Libya gibi ülkelerdeki çatışmaları sonlandırmaya çalışmak, çatışmalara taraf olmak yerine, bu ülkelerde açlık, baskı altındaki insanlara uluslararası yardımı örgütlemek, Suriyeli sığınmacıları şantaj için kullanmak yerine bir uluslararası girişim başlatmak, bölgesel bir silahların kontrolü girişiminin öncülüğünü yapmak gibi şu anki bağımlılık ilişkisi içinde bile şu anda akla gelen bazı girişimlerde bulunulabilirdi.

Tüm yazılarını göster