Bir süredir AKP iktidarı altındaki Türkiye’nin küresel sistem
içindeki yerini tartışıyorum. Geçen yazıda AKP ve ulusalcı çevreler
tarafından da paylaşılan Batı’nın yükselen Türkiye’yi kuşatmaya,
durdurmaya çalıştığı iddiasını ele almıştım. Bu yazıda aynı hattan
ilerleyerek, küresel sistem içinde yer alan Türkiye gibi
“yarı-çevre-alt-emperyalist-eksen” ülkelerin 2000’lerde ne tür bir
hareket alanı kazandıkları üzerinde duracağım ve Türkiye özelinde
nelerin yanlış gittiğini günümüz küresel siyasetin veri koşulları
içinde tartışacağım. Başlıktan da anlaşılacağı üzere Türkiye’nin
bir süredir bir “stratejik geri çekilme” içinde olduğunu
savunuyorum ve deneyip başarılı olamadığı “stratejik özerklik” elde
etme çabasının sonuna geldiğini, bağımlı ama kendi stratejik
hamlelerini kuramadığı bir yarı-çevre pozisyonuna doğru gittiğini
ileri sürüyorum.
KÜRESEL GÜNEY OLGUSU
Batı sistemi Marksist kökenden gelen azgelişmişlik, çevre,
yarı-çevre gibi kavramları kullanmaz. Emperyalizm ve
alt-emperyalizm kavramları zaten hem akademik hem siyasal olarak
radikal kabul edilir. Gelişmekte olan ülkeler, yükselen pazarlar ve
2000’lerde Global South/Küresel Güney, ekonomik büyüme sağlayan
ülkeleri tanımlamak için kullanıldı. Bu dönemde küresel
kapitalizmin gelişimi ve ömrünü uzatabilmesi açısından çelişkili ve
eşzamanlı iki önemli dönüşümden biri bu Küresel Güney olgusuydu.
Türkiye gibi bazı yarı-çevre ülkelerde yaşanan büyüme Batı
merkezliydi, kapitalizme ve neoliberal küreselleşmeye daha çok
entegre olmanın sonucuydu. İçte eşitsizliklerin artması pahasına
ekonomik büyümeyi tetikleyen, gerektiğinde tedarik zincirlerinin
parçası haline getiren, finansal bağımlılığı derinleştiren, üretimi
ithalata bağlı hale getiren bir büyüme programı uygulandı.
Böylelikle bu ülke kapitalizmleri uluslararasılaştı, içte pazar
imkanları genişledi, bu yarı-çevre ülkeler bulundukları bölgelerde
kapitalizmin yayılmasına aracı oldular. Küresel kapitalizmdeki
diğer bir dönüşüm ise çok daha karmaşık olan Çin’in bu sürece dahil
olması ama bunun koşullarını kendisinin belirlediği farklı bir
sürecin işlemesiydi.
DIŞ POLİTİKADA ÖZERKLİĞİN KURULUŞU
Ekonomik büyüme ve Rusya ve Çin’in stratejik aktörler olarak
daha aktif hareket etmeye başlaması küresel jeopolitiğin
işleyişinde farklılıklar getirdi. Öncelikle, çevre ve yarı-çevre
ülkeler bir yandan küresel kapitalizme daha derinden bağlanırken
aynı zamanda gerektiğinde Rusya ve Çin ile de ilişkilerini
geliştirebiliyorlar ve bölgelerinde daha geniş bir dış politika
alanı yaratabiliyorlardı. Daha önce değindim Mısır’ın yanında Suudi
Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Filipinler, Brezilya,
Meksika, Pakistan, Güney Afrika gibi ülkeler hem birbirleriyle hem
de Rusya ve Çin ile ekonomik ve siyasal bağları güçlendirebildiler.
Burada özerkliğin kaynağının küresel sistemden kopuş değil, ona
daha fazla eklemlenme olduğunu ileri sürüyorum. Tıpkı AB üyesi olan
bir ülkenin, üye olmayanlara göre hareket alanının daha fazla
genişlemesi gibi. Küresel kapitalizmin işleyişine zarar vermediği
sürece bu türden özerklik arayışları sistem içi pazarlıklar olarak
görülüyor. Tarihsel deneyimleri, konum ve iç yapıları birbirinden
farklı olsa da bu ülkelerin hepsi bir şekilde Batı sistemine bağlı
ya da bağımlı. Türkiye’yi bu ülkelerle ortaklaştıran özellik de bu.
Farklılaştığı yön ise özerkliği bir tür bölgesel hegemonya için
kullanmaya çalışması ve bu ısrarında bir türlü başarılı
olamaması.
TÜRKİYE’NİN ÜÇ ALT-EMPERYALİST DENEMESİ
Türkiye’nin ilk bölgesel güç projeksiyonu 1990’lerin hemen
başında Türk dünyası üzerinde nüfuz kurmak isteme politikasıydı.
“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” sloganıyla sunulan ve ABD
tarafından desteklenen bu jeopolitik hamle başarılı olamadı. Rusya
erken bir tarihte, 1993’te Yakın Çevre doktrinini ilan ederek
müdahale etti, önce Azerbaycan Ermenistan savaşını tetikleyip,
ardından Orta Asya ülkeler üzerindeki nüfuzunu yeniden tesis
ederek, Türkiye’yi dışarıda tutabildi.
Türkiye’nin ikinci bölgesel nüfuz alanı oluşturma denemesi
Erdoğan-Davutoğlu döneminde 2000’lerin sonu ve 2010 başında
yaşandı. Bu dönemeçte bir yandan sermayenin hem seküler hem de
İslamcı kanadının desteklediği hem de İslamcı iktidarın
heveslerinin canlandığı bir Yeni-Osmanlıcı yayılma fikri uygulamaya
kondu. ABD ilk başlarda bu projenin model ortaklık boyutunda
kalmasına destek oldu. AKP kendi dönüşümünü Arap Ortadoğu’suna
yayacak, bölge siyaseti ılımlı İslamcılar aracılığıyla Batı’ya
yeniden eklemlenirken, piyasacılık bölgeye daha derinden nüfuz
edecekti. Fakat AKP yönetimi bunu kendisi için tarihi bir fırsat
olarak gördü. ABD’nin düşüşte, Türkiye’nin yükselişte olduğu
sanısına kapılıp model (ortak) olmak yerine lider (ortak) olmayı
tercih etti. O dönemdeki ekonomik büyümeyi ve devletin
kapasitesindeki artışı hazırlıksız bir şekilde Osmanlı
nostaljisiyle birleştirerek bir bölgesel hegemonya projesine
yöneldi. AKP yönetiminde Türkiye Akdeniz havasında iktidara gelen
Müslüman Kardeşler hükümetleri aracılığıyla bölgeyi kontrolü altına
alacak, bu güçle Batı karşısına çıkacak, yeni bir pazarlık
yapacaktı. Bu hırslı politika Tunus, Mısır ve Suriye’de çöktü.
Geriye ne kaldığını herkes biliyor artık. Bu dönemde
kullanabileceği özerklik alanını bu gerçekçi olmayan hayalle
harcadı, hepimize ama en çok bölge halklarına zarar verdi.
ÜÇÜNCÜ EVRE OLARAK ASKERİLEŞME VE MAVİ VATAN
Üçüncü evre ise AKP’nin milliyetçi-ulusalcı-Avrasyacı çevrelerle
kurduğu ittifakla, bu kez dış politikada askeri güç kullanımına
dayalı, Akdeniz ve Libya’da Mavi Vatan doktriniyle uygulandı.
Suriye’de Fırat’ın batısında, özellikle İdlib’te sorun yaratmayan
hatta desteklenen askeri güç kullanımı, Libya’da kısmen tolere
edildi ama Doğu Akdeniz’de işlemedi. Öncelikle Mavi Vatan doktrini
AKP yönetiminin Avrasyacılarla kurduğu ittifakın bir uzantısıydı.
İkincisi, Mavi Vatan doktrini devlet çıkarıyla hareket eden,
bölgeyi deniz kuvvetleriyle kontrol altında tutarak kendisine alan
açmaya çalışan bir siyasetti. Bunun başarılı olması Batı sisteminin
önde gelen aktörlerinin gerilemesi anlamına gelecekti. Mavi Vatan
tekil, tıpkı S-400 füzeleri gibi, Batı sistemine entegre edilemeyen
bir proje olarak kaldı. Hatta Türkiye bu bölgede hem ABD hem AB,
hem de onların üyeleri ve yakın müttefikleriyle karşı karşıya
geldi. Erdoğan yönetimine içeride bir süre Avrasyacı gruplarla
işbirliği imkanı tanımanın ötesinde bir faydası olmadı.
MAVİ VATAN’A NAVTEX İLE VEDA
Türkiye bir süredir sıkıştığı Doğu Akdeniz’de elinde
kullanabileceği başka araç kalmayınca aslında teknik bir uygulama
olan Navtex ilan etmeye başlamıştı. Belli bir alanda tatbikat,
arama, sondaj gibi faaliyetler yapılması nedeniyle denizcilere
uyarı niteliği taşıyan bu uygulama hükümet medyası tarafından
dünyaya meydan okuma olarak sunulmuştu. Kamuoyunda yeterince dikkat
çekmeyen bir gelişmeyle Türkiye Oruç Reis gemisi için 12 Aralık’ta
bu kez Haziran ayının ortasına dek Antalya körfezinde araştırma
Navtex’i yayınladı. Zaten Oruç Reis, Yunanistan ile Mısır’ın ilan
ettiği Münhasır Ekonomik Bölge alanına girmiyor, böylece bu iki
ülkenin deniz alanlarını tanıdığını zımnen kabul ediyor, adaların
MEB’i olmaz iddiasını geri çekmiş oluyordu. Şimdi bu son Navtex ile
araştırma alanını Antalya Körfezi'ne çekerek AB’nin istediği
noktaya gelmiş oldu. Böylece hem içte kamuoyuna Oruç Reis için
Navtex ilan edildiği gösterilmiş oldu ama içerikte ciddi bir geri
adım atılmış oldu. Daha önce Oruç Reis’in geri çekilmesi,
Yunanistan’la istikşafi görüşmelere önkoşulsuz başlanacağının
açıklanması, bir Akdeniz zirvesi toplanması gibi çağrılar Mavi
Vatan fikrini ortaya atanları rahatsız etmişti. Bu son Navtex ise
tam tersinden Batı’ya Mavi Vatan’dan vazgeçildiğini gösteren, kendi
kendini sınırlandırdığını ilan eden bir uyarı oldu. AKP uyarıyı bu
kez kendisine yaptı.
AKP iktidarının son dönemdeki militarize dış politika anlayışı
epeydir sınırlarına dayanmıştı. Küresel sistemin giderek
karmaşıklaştığı, ABD’nin her bir müttefikini eskisi gibi kontrol
altında tutmakta zorlandığı, kendi politikalarını dikte ettirme
kapasitesinin zayıfladığı bu dönemde, Türkiye hem de küresel
kapitalizme bu kadar derinlemesine entegre olmuşken, dış politikada
özerklik alanını S-400 alımı ve Mavi Vatan doktrini gibi iyi
tanımlanmamış politikalarla harcadı. AKP’nin her iki dönemdeki
bölgesel üstünlük sağlama, nüfuz bölgesi kurma çabaları, yumuşak
güç unsurlarla da, sert askeri araçlarla da başarılı olamadı.
Giderken yüksek sesli, dönüşü sessiz olan düşüşlere bir yenisi
eklendi.
Türkiye, kendi gündemini de oluşturabildiği bir alt-emperyalist
ülke olma konumunu bile kaybetmeye başladı. Bunun mutlaka olumsuz
bir gelişme olduğunu savunacak değilim. Ama AKP’nin bu hamlelerinin
Türkiye’ye siyasal maliyet getirme, ekonomik kayıp, bölge
insanlarına zarar verme gibi sonuçlarının olduğunu belirtmek
gerek.
Oysa, içeride demokratikleşme, hukukun üstünlüğüne uymak,
dışarıda Suriye, Yemen, Libya gibi ülkelerdeki çatışmaları
sonlandırmaya çalışmak, çatışmalara taraf olmak yerine, bu
ülkelerde açlık, baskı altındaki insanlara uluslararası yardımı
örgütlemek, Suriyeli sığınmacıları şantaj için kullanmak yerine bir
uluslararası girişim başlatmak, bölgesel bir silahların kontrolü
girişiminin öncülüğünü yapmak gibi şu anki bağımlılık ilişkisi
içinde bile şu anda akla gelen bazı girişimlerde
bulunulabilirdi.