İktidar her zaman “yer” ile ilintilidir; sınırları çizer ve
“burası benim” der. Yani iç ve dış yaratır. İçerideki düzeni
korumak adına sürekli dışarısı ile mücadele halindedir. Bu
mücadele, aynı zamanda, içerideki muhalefete karşı da yapılır.
Devletin ordusu, polis gücü, gizli servisleri bunun için vardır.
Ama yeterli midir? Hayır. İktidarın en ufak çatlağa tahammülü
yoktur. Fakat muktedir bile her an, her yerde olamaz. Sauron’un
gözü onda yok ki, her yeri görsün, hiçbir şey dikkatinden
kaçmasın.
Peki iktidarın kendi hakimiyet sınırları içindeki yeri
neresidir? Aklınıza hemen eskinin/yeninin şatoları, sarayları,
meclisleri, yönetim binaları gelmesin. Muktedirin de sıradan bir
insan olduğunu hatırlayın. Daha basit ve işlevsel düşünün. Gücü
nerede cisimleşir? Tabii ki, bir koltukta. Herkesin içinde sürekli
ayakta duramaz. Hatta kendi oturmalı, diğerleri ayakta durmalı ki,
kimin kim olduğu belli olsun.
Bahsettiğim koltuk, zihinlerdeki soyut bir imge. Nesnesi yok.
İmge ve nesne ancak “şimdi ve burada” ölçeğinde buluşunca, ortaya
sadece iktidarı elinde tutanın oturabildiği bir koltuk, iktidar
koltuğu ortaya çıkar. Koltuk, tahtın günümüze evrilmiş halidir.
Dilimizde “koltuk kavgası,” “koltuk sevdası,” “koltuğu ele
geçirmek,” “koltuğundan olmak,” “koltuğuna sahip çıkmak” gibi
koltuktan türetilmiş onlarca deyim var. Koltuğu sadece koltuk
olarak görmek zor. Siyasetin dilinin dışına çıkıldığında da durum
farklı değil. Aynısı iş hayatında, bir toplantıda masanın başına
(ve tabii onun sağına soluna) ya da evdeki koltuğa, baş köşeye
kimin oturacağı için de geçerli.
BABAMIN KOLTUĞU
Babaların evde hep oturdukları tek bir koltukları olur. Başka
yere oturmazlar. Orası onlarındır. Eğer oturmuşsan, baba gelince,
kalkar yer verirsin. En azından, benim eski evimde durum
böyleydi.
Annem, pencerenin önüne iki koltuk, araya küçük bir sehpa
koymuş, bir fiskos köşesi oluşturmuş, birkaç saksı menekşe ile
süslemişti. Hem dışarıyı seyret, hem sohbet et, hem aralarda
çiçeklerle konuş (Evet, annem çiçekleri ile konuşur). Ama o köşe
hiç annemin düşündüğü gibi olamadı. Babam, sağdaki koltuğu zapt
etti. Annem soldaki koltuğa oturur, dışarıyı seyrederken, babamın
koltuğunun arkası manzaraya dönüktü. Koltuk, evin giriş kapısını,
salonu ve televizyonu görecek şekilde konumlanmıştı. Tüm dikkati
eve, evdekilere, eve giren çıkana yönelikti. "Nereye gidiyorsun?",
"Nereden geliyorsun?", "Arkadaşın kim?", "O elindeki büyük
poşette ne var?”
Kendince kuralları vardı. Üniversitede okuduğum yıllar benim ve
kardeşimin gece yarısından sonra eve gelmemizi sevmezdi. Her ne
kadar “Sizler için meraklandığımdan” dese de, 23:45 ile 00:15
arasındaki farkı hiç anlayamadım. Peri masalında yaşamıyoruz ki.
Kadın ise eve asla erkekten sonra gelmemeli. Annemin konken partisi
uzamış, trafiğe takılmış falan, hiç önemi yok.
Mekan üzerinde hakimiyet kurmanın ilk şartı, mekanın sürekliliği
yani zaman üzerinde hakimiyet kurmaktır.
Sabah uyanır, ilk işi koltuğuna yerleşmek olurdu. Annem küçük
bir tepside kahvaltısını, hemen yanındaki sehpaya koyardı. Kahvaltı
yapmak için oldukça rahatsız bir pozisyon. Zaten annem bir tek
babamın koltuğunun üzerine ikinci bir örtü sermişti, kirlenmesin,
eskimesin diye. Sonra faturaları ödemek (halen bankadan öder),
kahvede arkadaşları ile buluşmak ve evin günlük alışverişini yapmak
için dışarı çıkardı. Artık soldaki koltuk ve annemin orada kurduğu
küçük, sevimli dünya ona aitti. Eve gelince, babam tekrar koltuğuna
geçerdi. Uzaktan kumanda onda. Zaten ben ve kardeşim odalarımıza
çekilmiş çalışıyoruz.
Anlattıklarımdan sanılmasın ki, kötü bir baba. Tam tersi aşırı
duygusal. Bizlere, anneme bir şey olacak diye ödü kopar. Koltuğuna
oturduk diye laf etmez ama yer verilmesini bekler. Televizyonda iyi
bir film varsa, kumandayı biraz isteksizce de olsa teslim eder.
Şimdi düşünüyorum da, yıllarca banka müdürlüğü yapmış, emrinde
onlarca kişi çalışan, istediği kişiye kredi verme gücü bulundurmuş
bir banka müdürü. Emekli olmuş ve elinde yalnızca dandik bir koltuk
kalmış. Zor olmalı. Yeni evlerinde de durum aynı. Koltuk, yine
manzaraya sırtını dönmüş. Ama artık ev boş. Annem kendi odasında,
Facebook arkadaşları ile oyalanıyor, babam da televizyon
seyretmekle yetiniyor.
Benim içinse kanepeler önemlidir. Kendi evimde yazmıyorsam,
çalışmıyorsam istisnasız yatay konumdayımdır. Film seyreder, kitap
okur ya da en çok anlamın olduğu yere, boş duvara bakarım.
Koltukta oturmak zor. Hep dikey durumdasın. Sürekli etrafının
farkındasın, çevreyi kolluyorsun, tetiktesin. Kanepede ise
gevşemişsindir, rahatsındır, artık kimsenin sana karışmadığı, emir
vermediği evinde olduğunu bilirsin. Bir kere bile babamı boş
salonda, kanepeye uzanırken görmedim. Hatta bir kere söyledim ama
anlamadı. Bunca yıl insanın ömrü bir koltukta geçince,
yapamıyor.
AKADEMİANIN KOLTUKLARI
Unvanların olduğu yerde hiyerarşi vardır. Hiyerarşinin olduğu
yerde emir vardır. Emrin olduğu yerde zorla yaptırılan işler
vardır. Zaten, iktidarın en basit tanımı, iki kişi arasında birinin
diğerine normalde yapmayacağı bir işi yaptırmasıdır. Akademia
iktidarın ta kendisidir.
Akademia (üniversite) katı bir hiyerarşiye sahiptir. En yukarıda
mütevelli heyeti, ardından rektör, rektör yardımcıları,
profesörler, doçentler, yardımcı doçentler ve en altta kalan
zavallı asistanlar. Fakülteleri yöneten dekanlar ve bölüm
başkanlarını da unutmamak lazım. Daha önce profesör olup da (yani
kıdemli) adı niye en üste yazılmadı diye çocuk gibi kavgaya tutuşan
profesörler gördüm. İnsan bekler ki, o kadar bilgi, deneyim,
olgunluktan sonra bu olmasın, ama öyle değil. Kibir, en doğal
uyuşturucudur ve birkaç özel örnek dışında hepsinin zihnine
hiyerarşinin katı kuralları işlemiştir.
Bir akademisyenin rutin hayatı şöyledir. Bir an evvel doktora
tezini bitirip, en altta olmaktan ve angaryalardan kurtulmak ister.
Üstelik yardımcı doçent (artık doktor öğretim görevlisi deniyor)
olmak önemli bir eşiktir. Artık hocasındır, kendi dersini
verebileceksindir. Not verme gücünü eline geçirince, öğrencilerin
sana davranışları değişir, daha temkinli (saygılı değil) olurlar.
Ancak pek bir şey değişmez. Yukarıdan emirler yağmaya devam eder.
Çoğu yardımcı doçent, asistan olduğu yılları unutur ve asistanlara
emir vermenin tadını çıkarırlar. Mazeret hazırdır: “E, zamanında
biz yaptık, şimdi sıra onlarda.” Akademik iktidar kendini beslemeye
devam ediyor.
Bütün ömür, bir üst unvan çabası ile geçer. Uyumlu ol, önüne
bak, işini yap, yönetimle iyi geçin, akademik puanları topla ve
uygun zamanı kolla. Uygun zamanı kolla? Evet. Çünkü ilişki dikey
olduğu gibi aynı zamanda piramidaldir de. Yukarı çıktıkça unvan ve
koltuk sayısı azalır, rakip sayısı artar.
Akademiada, gücün görünür olduğu yerler koltuksu sandalyelerdir.
Hani, şu ofis sandalyeleri. Asistanlarınki en basit ve ucuz
olanlardan. Yukarı çıktıkça ofis sandalyesi mutasyona uğrar; oturma
yeri genişler, sırt kısmı yükselir, iki yanından kolluklar çıkar.
Yanında kolluğu olanlara hiç alışamadım. Yazmamı yavaşlatıyorlar.
Onun için, doçent olunca istemedim. Çünkü evde de, sırtımı
destekleyen, basit bir sandalyede çalışıyorum.
En uzun çalıştığım (10 yıl) üniversitede, dayanamamış bir kanepe
almıştım. Normal koşullarda hiç almayacağım türden bir kanepeydi.
Fransız stili, sırt kısmı “S” yapan açık yeşil ve parlak kumaş
kaplı bir kanepe. Üniversitenin tek kanepesi. Onca soğuk ofis
mobilyasının arasında parlardı. Herkese açıktı. Kanepeler unvan
ayırt etmez, yeter ki keyifle uzanmayı bilin.
'İSTERSEN OTURABİLİRSİN'
Yazıyı bir anekdotla bitiriyorum.
Fakültede her ay, dekanın odasında, o ay doğanlar için doğum
günü kutlaması yapılırdı. Bilerek hep geç giderdim, mum üfleme
faslını atlamak için. Bir defasında içeri girdim, nedense tüm
fakülte firesiz gelmiş. Görüntü şu: Dev toplantı masasının
sandalyeleri dolu ve masanın üstündeki pastanın mumu henüz
yanmamış. Sağ köşedeki oturma bölümü kapılmış. Diğerleri ise
ayakta. Dekan, bu samimi ortamda, tam kapıya bakan koltuğundan
kalkmış, masasının önüne yaslanmış, konuşuyor. Bir tek onun koltuğu
boş. Nasıl bir kafaysa, hiç düşünmeden gittim, koltuğa oturdum.
Önümde sırtı bana dönük Dekan, konuşmasına devam ediyor ve tüm
fakülte şaşkınlıkla bana bakıyor. Hemen kalkmasına kalkacağım ama
kendime yediremedim ve bir o yana bir bu yana kıçımı yerleştirmeye
çalışarak Dekan’ın konuşmasını bitirmesini bekledim.
Dekan bir şey demedi, aslında yakın sohbetimiz vardı. Ama
akademik iktidarın sembolik düzenini tüm fakültenin önünde bozmuş,
asla düşünemeyecekleri bir şey yapmıştım.
Akşam çıkarken, koridorda karşılaştık.
- Koltuk şu an boş, istersen oturabilirsin.
- Yok hocam, bir defa yeterli, zaten hiç rahat değildi.
İyi adamdır. İTÜ’den eski hocamdır. Kendisine saygı duyarım.
Duydum, emekli olmuş. Acaba ne yapıyordur?