Adana Altın Koza Film Festivali ulusal yarışmada ikinci günün iyi geçtiğini söyleyebiliriz. İlk yazıda değerlendirdiğimiz “Sanki Her Şey Biraz Felaket” ile gülümseterek başlayan yarışma seansı Eylem Kaftan’ın dokunaklı, can yakıcı ama bir o kadar da cesaret ve umut dolu filmi “Bir Gün, 365 Saat” ile başka bir boyuta taşındı. Perşembe günü izlediğimiz ilk iki film “Kıyıda” ve “Annesinin Kuzusu” da aile meselesini merkeze alıyordu.
Sinemaya belgesel yapımlarla başlayan Kaftan, “Kovan” adlı ilk kurmacasının ardından bir kez daha eski sularına geri dönmüş. “Bir Gün, 365 Saat”, aile içi cinsel tacize ve şiddete uğramış üç kadının birbirlerini bulma, birbirlerine tutulma ve yeniden inşa etme hikayesi. Reyhan, babasının cinsel istismarı yüzünden evi terk edip annesinin, akrabalarının karşı çıkmasına rağmen dava açtığında kendisiyle benzer süreçlerden geçen Leyla ve Asya ile karşılaşıyor. Daha onlu yaşlarının sonundaki bu üç genç kadın, bir yandan birbirlerinin açık yaralarını başkalarından korurken, faillerle de hukuk önünde hesaplaşmanın olanaklarını sonuna kadar zorluyorlar. Diğer yandan da birlikte yeni bir hayat inşa etmek ve geçmişin geleceklerini tahakküm altına almaması için mücadele etmek için birbirlerini cesaretlendiriyorlar. Kendileri gibi mağdur olan insanlarla temas ediyorlar, onlarla hikayelerini paylaşarak destek oluyorlar. “Bir Gün, 365 Saat”, Türkiye’de toplumsal muhalefetin en önemli öznelerinden biri haline gelen kadın mücadelesinin vazgeçilmez sloganlarından “Kadın kadının yurdudur”un hayata geçmiş hali gibi adeta. Bir yandan bu üç cesur kadının çocukken başlarına gelenlerin hiç de uzağımızda olmayacağı gerçeğiyle, yaşananların ağırlığıyla sarsılırken, diğer yandan dayanışma ve mücadelenin gücünü görerek ferahlıyoruz. Bu üç genç kadının cesaretle öne atılmaları, film sonrası soruları samimiyetle cevaplamaları, umarız ki başka mağdurların harekete geçmesine, filmde sıkça gördüğümüz gibi bir biçimde harekete geçemeyen annelerin adım atmasına vesile olur.
Tabii belgeselin bu kadar etkileyici olmasında Eylem Kaftan ve görüntü yönetmeni Florent Herry’nin payını atlamayalım. Kaftan, böylesine ağır, sinir uçları açık ve en ufak bir hatada istismara dönüşebilecek bir meselenin sınırlarını çok iyi çiziyor. Kimi yerler kurmaca hissi verse de sahiciliğinden bir şey eksilmiyor yapımın. Florent Herry de, bu ağır mevzuyu görselleştirirken aynı hassasiyeti gösteriyor. Bu tür çalışmalarda kamerayı unutturmayı başarmak çok önemli, bir noktadan sonra bunun başarıldığı hissediliyor.
Filmin sıkıntılı tarafı ise, konu edindiği kadınların hukuk mücadelesinin başarılı sonuçlanması ve bu görselleştirilirken ortaya çıkarılan durum. Şöyle ki, adalet sarayı, mahkeme salonu vb. görüntüler hikayeye konu olan kadınların hedeflerine ulaştığı alanlar. Ancak yer yer, film bunun hep böyle olduğu gibi bir hava yaratma riski taşıyor. Oysa biliyoruz ki, her hukuki mücadele mağdur kadınlar/çocuklar lehine sonuçlanmıyor. Tabii yaratıcı ekibin, başarısız karşı koyuşlar yerine hedefine ulaşmış olanları tercih etmesi, benzer durumda olanlar için bir motivasyon kaynağı. Yine de bu riske dikkat çekmek gerekti. “Bir Gün, 365 Saat” jürinin de dikkatinden kaçmayacaktır.
‘NASİP’İ AÇIK OLSUN!
Çarşamba gününün son film, Tunahan Kurt’un yazıp yönettiği “Karganın Uykusu” oldu. Tunahan Kurt, halen bir polis memuru. Festivale de yıllık izniyle katılmış. Daha önce çektiği kısa filmler ilgi görünce ilk uzun metrajı için harekete geçmiş, kendisine inanan bir yapımcı da bulunca “Karganın Uykusu”nun serüveni de başlamış. İyi ki de öyle olmuş. “Karga’nın Uykusu”, hem memleket sinemasının hem de ilk filmlerin sıkça karşımıza çıkan kimi zaaflarını taşısa da özel bir karakter hediye ediyor sinemamıza. Ahmet Ağgün’ün etkileyici bir performansla ete kemiğe büründürdüğü Nasip, alışık olmadığımız karakterlerden. Çocukluğundan itibaren uyurgezerlik sorunu yaşayan Nasip, karısının şüpheli ölümünün ardından yedi yaşındaki oğluyla birlikte çalıştığı tesiste kalmaktadır. Tesis artık işlevli olmadığı için ikisinden başka kalan da yoktur. Geceleri, kendisini zincirlediği için uyurgezer halde istemediği şeyler yaptığı anlarız Nasip’in. Bir yandan da oğluna bakamayacağını düşünür ve onu başka bir aileye vermenin yollarını arar.
Nasip, bir olumlu karakter değil. Sevmesi zor ve seyir boyunca da hep şüphe ile yaklaşmamızı istiyor yönetmen. Ama öte yandan nefret etmemize de izin veriyor. Tunahan Kurt’un sonraki filmlerini merakla beklememize neden olacak becerisi de burada gösteriyor kendini. Bu dengeyi çok iyi koruyor. Haliyle Nasip, filmin sonuna kadar izleyici için cazibesini koruyor. Onun motivasyonunu, nefessiz kalmalarını, oğluyla kurduğu mesafeli ilişkiyi, yasa dışı işlere bulaşmaktaki kayıtsızlığını anlamlandırmaya çalışırken daha da büyüyen bir karaktere dönüyor.
Ancak ilk uzun metrajını çeken yönetmenlerin tekrarına düşmekten Tunahan Kurt da kurtulamıyor. Çok fazla şeyi anlatma telaşı ve kısadan uzuna geçerken aslında hikayenin orta metraj kalması. Bu ikisi bir çelişki gibi görünse de değil. Belli ki, ana hikayeye pek de faydası olmayan yan hikayeler, karakterler de yazılmış. Ancak yine belli ki birçoğundan vazgeçilmiş. Bu da kimi boşluklar oluşmasına neden oluyor. Öte yandan, karakteri tanıdıktan, olaya, çevreye hakim olduktan sonra Leyla hikayeye dahil olana kadar çok fazla tekrar içeriyor yapım. Bu da film başlarda seyirciyi içine almış olsa bile, kopmalara neden oluyor. Yine de, güçlü bir karakteri olan, sinema duygusu taşıyan bir ilk film “Karganın Uykusu”.
O KADAR ‘KIYIDA’ Kİ!
Perşembe gününün ilk filmi Büşra Bilginer’in “Kıyıda”sıydı. Festival kataloğunda da belirtildiği gibi, yönetmenin henüz 23 yaşındayken çektiği bu yapım bir üniversiteden mezuniyet projesi. Açıkçası öyle de kalsaymış iyiymiş. Genç bir sinemacının umudunu kırmak istemem ama daha kat etmek gereken çok mesafe varmış gibi. Babalarının ölümünün ardından yıllar sonra bir araya gelen dört kız kardeşin geçmişin kanayan yaralarını deşip, kanatıp tekrar pansuman ettikleri bir hikaye anlatıyor “Kıyıda”. Ancak, hem teknik olarak hem senaryo olarak hem de oyuncu yönetimi açısından tutulacak çok az dalı var yapımın. Daha ilk dakikadan anladığımız büyük bir kapışma olacağına dair his gerçeğe dönüşüyor dönüşmesine ama aradan geçen bir saatte, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar malzemeyle idare etmek zorunda kalıyoruz. En nihayetinde 5-10 dakikada anlatılabilecek bir geçmiş, sürekli tekrar eden diyaloglar ve olgularla konuluyor önümüze. Bir saat geride kalıp hikaye nihayet başladığında ise artık nasıl biteceğini anlamak da zor olmuyor.
“Kıyıda” hasbelkader memleketin en önemli film festivallerinden birisinin ulusal yarışmasına seçilmiş olabilir. Ancak genç yönetmenimiz için umarız bu yanıltıcı bir özgüven yaratmaz. Çünkü film bu haliyle sinemanın kıyısına bile yaklaşamıyor. Umarız bu Büşra Bilginer’in kariyerinde dersler çıkarılmış bir başlangıç olur.
ANA GİBİ YAR OLMAZ…
İlk uzun metraj filmi “Ben Bir Denizim”, benim de ön jürisinde yer aldığım Adana Film Festivali’nde gösterilen Umut Evirgen, üçüncü filmiyle konuktu bir kez daha. Yönetmenin ikinci uzun metrajı “Kimya”yı izlemediğim için bir şey diyemeyeceğim ama Perşembe günü seyirciyle buluşan “Annesinin Kuzusu” ilk filmin bile gerisine düşüyor maalesef.
Çocukluğunu baskın annesinin ve sert babasının arasında kalarak geçirmiş Murat, 30 yaşına gelmiştir ama hala o travmaları atlamamıştır. Film kabusların, halüsinasyonların, zaman atlamaların iç içe geçtiği bir aile draması olma iddiası taşıyor. Ancak ne görsel olarak ne de senaryo açısından tutarlılık taşıdığını söylemek zor. Çocuk yaşta babası gözleri önünde vurulan bir kadın, yıllar sonra mafyatik bir adamın evlilik dışı ilişkisinden doğurduğu erkek çocuğu bütün dünyaya karşı savunuyor. Bu aşırı ilgi, Murat’da travmalar yaratıyor. Film Murat’ın kafasında kurduğu bir mahkemede anne babanın karşılıklı birbirleriyle kavga ettiği ve durmadan aynı şeyleri tekrarladığı bir düzlemde geçiyor.
Bu mahkemeden geri dönüşlerle geçmiş yıllara da gidiyoruz. Ve fakat, hikaye çoğunlukla dış sesle anlatılıyor, kopuk kopuk ilerliyor ve bir film senaryosundan çok ham tredmanı andırıyor bu haliyle. Bu tutarsızlıklara, anlatıyla uyumsuz görsel dünya da eklendiğinde hem filmin hem de seyircinin kafası fena karışıyor. Ne karakterin travması, ne annenin ‘acılı’ geçmişi ikna edici oluyor. Buna bir de babanın giderek karikatüre dönüşmesi eklendiğinde film içinden çıkılmaz hal alıyor maalesef.