26. Altın Koza Film Festivali pazartesi akşam düzenlenen açılış töreniyle başladı. Kuşkusuz festivalin en çok merak edilen bölümü Ulusal Yarışma. Bu seçkide yer alan 12 film, başkanlığını Serra Yılmaz’ın yaptığı yönetmen İlksen Başarır, yapımcı/ senarist Emine Yıldırım, oyuncu Öykü Karayel, müzisyen Aytekin Ataş, görüntü yönetmeni Soykut Turan ve sinema eleştirmeni Uğur Vardan’dan mürekkep jüri tarafından değerlendirilecek ve cumartesi gecesi düzenlenecek törenle ödüller sahiplerini bulacak.
Ulusal yarışma programının ilk filmi güncel sanat çalışmalarıyla tanınan “Aşure” ve “Bayrak” isimli belgeselleriyle dikkat çeken Köken Ergun imzasını taşıyan “Şehitler”di. Film, Çanakkale Savaşı’nın yıl dönümünün yanı sıra buraya düzenlenen turlara eşlik eden kameranın ortaya çıkardığı görüntülerden oluşuyor. Köken Ergun’un kamerası, şehitliği dolaşan insanların arasında çoğu zaman kendisini hissettirmeden gezinirken, tarih mitinin yeniden yaratılma sürecinin bir tür ‘Türk usulü’ ortaya çıkışına da şahitlik ediyoruz. Tur rehberlerinin kahramanlık hikayelerini kendilerinden geçercesine anlatmalarındaki teatrallik, Çanakkale efsanelerinin yeniden canlandırıldığı demagojik gösterilerle birbirini tamamlıyor adeta. Film, Çanakkale Savaşları’na Türkiye’de yüklenen anlam ile atalarını anmaya gelen Avusturya ve Yeni Zelandalı gençlerin kavrayışı arasındaki farkı göstererek ‘mit’ inşasının dünyanın iki ucundaki halini göstermekte de oldukça mahir. Mahir olduğu bir diğer nokta ise, milliyetçilik duygularının, şehit söyleminin nasıl ticari bir alana dönüştürüldüğünü gözler önüne sermek.
Gel gelelim, “Şehitler”den geriye kalan koca bir eksiklik duygusu. Film için ‘kötü’ demek zor ama ‘eksik’ tanımını rahatlıkla yapabiliriz. Köken Ergün’ün işi daha çok bir video çalışması gibi durumlar, karşılaştırmalar, çarpışmalar üzerine inşa edilmiş. Elindeki malzemeyi en etkili şekilde kullanırken, malzemenin eksikliğinin farkına varılmamış belli ki. “Milliyetçilik” ve “şehitlik” gibi iki kavram üzerine Çanakkale’de ortaya çıkan duruma kamera aracılığıyla mesafe koyup seyirciye aktarırken, bütünlüklü olmaktan uzak kalıyor. Haliyle bir süre sonra da tekrarlara düşmeye, filmin katılımcılarının performansıyla kendisini ayakta tutmaya çalışıyor. Milliyetçiliğin “şehit turizmi”nin lokomotifi olduğunu gösterirken, siyasal alana dair hiçbir şey söylemiyor. Bu milliyetçi dil, kuşkusuz ki siyasal alanda üretiliyor. Bu dilin siyasal alanda nasıl üretildiğine, filmde gördüğümüz insanların Çanakkale’ye bakarken aslında ne gördüğüne dair arka plan yeterince açık edilemeyince, önde gördüğümüz “kandırılmış” insanlar topluluğu gibi oluyor. “İstismar” edeni göremeyince, “kandırılmış” olanlarla başbaşa kalıyoruz. Ki bu da bizi bir başka çıkmaza sürüklüyor. ‘Kavramlar’ üzerinden iş üretmeyi politikleşmenin ileri karakolu haline getiren ve ondan bir adım öteye geçemeyen ‘güncel sanat’ın (ve tabii ki sinema) sorununa... “Vatan”, “millet”, “bayrak”, “milliyetçilik”, “ırkçılık”, “iklim”, “patriarka”, “tüketim” sorunların kaynağının değil, kendisinin sürekli merkeze oturtulduğu o çıkışsızlığa bir bakıma...
BİTMEYEN DERTLİ ERKEK DERTLERİMİZ
İlk elden söyleyelim. Türkiye sinemasında “susuyorum çünkü çok büyük bir yüküm var” temalı erkek karakterleri bir süre yasaklamak gerek. Erkekliklerine halel gelmesin diye yapıp ettiklerinin ya da yapamadıklarının ağırlığıyla ezilen, görüntü güzel diye ters ışık altında sessizce sigara içen, ya içine doğru büzülmüş boynu bükükleri, ya dışarıya dönmüş nobranları izlemekten yorulduk biraz. Bir de bu olamamış adamların, zaten hiç olmamış babalarıyla bir türlü oldurulamayan, anlatılamayan dertleri durumu var.
Cihan Sağlam imzalı “Uzun Zaman Önce” yukarıdaki paragrafta andığım Türkiye sinemasının bütün hastalıklarından mustarip. Üstüne, gözüne kestirdiği bu ‘yükün’ altından kalkmayı da beceremiyor. İki saat boyunca, hikaye ya da karakter göremeden birbiri peşi sıra eklenmiş ‘durumları’ takip ediyoruz. Bu durumlar arasındaki geçişlerin, bağlantıların hem olay örgüsü hem de kurgu açısından birbiriyle bağlantısızlığı finalde “şimdi kim kimi öldürmüş, ölen kimmiş, peki o niye içeri girmiş de bu dışarıda kalmış” gibi sorulara neden oluyor ki, bu da ortada çok ciddi sorunların varlığını gösteriyor.
İkinci elden şunu söyleyelim. Türkiye’de yönetmenlerin kurgu masasına oturması KHK ile yasaklansın! Şaka bir yana, kendi yaratımına kıyamama durumu filmleri hem gereğinden uzun hale getiriyor hem de kopuk kopuk, sık sık sarkmaların ortaya çıktığı bir filmle karşı karşıya bırakıyor seyirciyi. “Uzun Zaman Önce”nin yaklaşık on dakikalık giriş bölümünden sonra, birinci saatte hikaye başlıyor diyebiliriz. Aradaki 50 dakika boyunca, iç geçirmeler, sigara içmeler, uzağa bakmalar, dalıp gitmeler, anlamsız ve birbirini tekrar eden yemeklerle karakterlerimizi tanıyoruz. Oysa (kuşkusuz malzemeye bağlı olarak) işinin ehli bir kurgucunun elinde bu 50 dakikanın 15 dakikada toparlanabilmesi o kadar mümkün görünüyor ki... Bir görüntünün şehvetine kapılıp ona kıyamamak Türkiyeli genç yönetmenlerin en büyük sorunu. Görüntü yönetmeni Deniz Pişkin’in ışık kullanımı ve görüntü yaratımındaki maharetinin ortaya çıkardıklarının güzelliği, aynı zamanda işlevli oldukları anlamına gelmiyor çünkü. Benzer bir şekilde görüntünün üzerine ‘gerilimli müzik’ koyduğunuzda gerilim de inşa edilmiyor. Yani görüntü ve müzik, ancak hikaye, mizansen ve oyunculuk gibi diğer unsurların da işlevlerini tam olarak yerine getirmesiyle anlam kazanıyor. “Uzun Zaman Önce”nin temel sıkıntısı, birlikte hareket etmesi gereken bu unsurların bir türlü harmoni kuramaması. Olan Serdar Orçin’in oyunculuğuna oluyor tabii…
Adana Altın Koza’dan bildirmeye devam edeceğiz…