57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin en fazla ilgi gören bölümü Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, 4 Ekim akşamı iki filmin gösterimiyle başladı. Gösterimlerin ilk gününde Atalay Taşdiken’in “Kar Kırmızı” ve Reis Çelik’in “Ölü Ekmeği” filmleri çıktı seyircinin karşısına.
“Mommo- Kız Kardeşim” ve “Meryem” filmleriyle tanıdığımız Atalay Taşdiken, festivalin kataloğunda, “Kar Kırmızı”nın “Bazı coğrafyaların kader olmuş erkeklik fenomeni üzerine bir özeleştiri” olduğunu ifade etmiş. Film gelmeden önce, muhtemelen daha önceleri de yazdım birkaç kez, Türkiye sinemasında dertlere gark olmuş erkek karakterlere Yusuf adını vermek bir süre yasaklansın lütfen. Filmden çıktıktan sonra Türkiye sinemasının yılda en az 3-4 tane Yusuf karakteri ürettiğini; Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Zeki Demirkubuz, Özcan Alper ve daha nice yaratıcı ismin ‘kör kuyularda unutulan’ Yusuf’u filmlerinin başrolüne taşıdığını fark ettik. Bir süre Yusuf’tan uzak durun lütfen…
KAR KIRMIZI
Adı Yusuf olduğu için “Kar Kırmızı”daki karakterimiz de ihanete uğramış, acılar çekmiş, bedeller ödemiş bir erkek kişi nihayetinde. Yusuf, haksız yere olduğuna inandırılmak istendiğimiz ama pek de öyle olmayan bir şekilde dokuz yıl kadar hapis yatıp döndükten sonra, içeri girdiği sırada hamile olan eşinin evi terk ettiğini görüyor ve onları aramaya başlıyor. Bir yandan da kendisini içeri düşüren süreçteki bazı soru işaretlerini çözmeye çalıştıkça, uğradığı ihanetin boyutları ortaya çıkıyor.
Temelde bir intikam hikayesi “Kar Kırmızı” ama daha açılışta yanlış bir sahne tercihi yaparak çıkıyor yola. Böylece daha ilk sahnede, karakterimizin yolunun nereye varacağını görmüş oluyoruz. İkinci olarak, Yusuf’un cezaevindeyken boşandığı karısının gitmiş olmasına neden bu kadar şaşırdığını ve tabii şimdiye kadar nasıl olup da öğrenememiş olduğunu da anlamıyoruz. Film boyunca bu çocuğun kimi kimsesinin yokluğu ya da neden olmadığı gibi sorular aklımıza gelse de esas mevzu bu değil diyerek yola devam ediyoruz. “Kan Kırmızı”nın iki tane iddiası var. İlki, bir erkeklik eleştirisi yapmaya çalışması. Kanımca bunda başarılı değil. Evet, ‘erkeklik’ mitinin dönüp dolaşıp yine ‘erkekleri’ de vurabileceği teması güzel ama bunun şahikasını “Yol”da Şerif Gören- Yılmaz Güney yapmıştı. Üstelik burada Yusuf’un başına gelen her şeyin, dönüp dolaşıp yine kadının başının altından çıkması söz konusu. Kaldı ki, bir yandan ihanet eden, halkı zehirleyen, paragöz erkeklik eleştirileri yapılırken; diğer yandan cezaevinden yeni çıkmış, kendince adalet dağıtan abilerin asaleti farkında olmadan övülüyor…
İkinci olarak film, bir ‘intikam’ öyküsü ve bizim sinemamızda pek de rastlanmayacak özellikler barındırıyor. Gerçi arada “namus belasına gardaş kıydığımız can bizim” havası estirse de ihanet sarmalının ufak ufak açılması ilgiyi diri tutuyor. Ve fakat entrikanızın tutarlılığına mizansen ve oyunculuk gücü ekleyemezseniz filminiz kadük kalıyor maalesef. "Fargo"dan "Eşkıya"ya bir sürü estetik gönderme ile ilerliyoruz ama görsel dil sürekli sallanıyor ve tutarlılık kazanamıyor. Karakterini ciddiye almak ile hikayeyi iyice absürt bir noktaya götürüp kara komedi yapmak arasındaki kararsızlık bize o sözü hatırlatıyor: “En kötü karar, kararsızlıktan iyidir.” Haliyle eli kanlı bir katille empati kurmak ile bazı hallere gülmeye davet edilmek arasında kalıyoruz. “Sigaran var mı?” esprisi ne kadar iyiyse, sıcak memlekette ev, küresel ısınma mavraları da o kadar olamıyor bu arada kalmışlık yüzünden.
ÖLÜ EKMEĞİ
Arada kalmışlık meselesi, Reis Çelik’in “Ölü Ekmeği” filminin de ana sorunu olarak dikkat çekiyor. Hem de birçok açıdan. Film, hangi zamanda geçtiğine karar veremediği için katalog yazısından öğreniyoruz 60’lar olduğunu. Karakterlerden birisi “cihan harbi” diyor ama hangisi belli olmuyor. 60’lar kıyafetleri yalnızca ana karakterlerde var. Köy kahvesindeki amcalar bildiği bugünün emeklileri… İkincisi, film bize bir büyüme/aşk hikayesi mi anlatıyor yoksa yitip giden Âşık geleneğinin ardından ağıt mı yakıyor ona da karar veremiyor. Mustafa adlı bir çocuğun, usta bir Âşık’ın yanında saz tutmayı, söz söylemeyi öğrenme sürecini izlerken, bir anda kendimizi bir köy odasında âşık atışmasının içinde buluyoruz. Ancak bu sahneler filmin ana hikayesinin bağlamından o kadar kopuk ki, kendimizi canlandırmalı TRT belgeseli içinde olmadığımıza inandırmak için etrafa bakınıp bir sinemada olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor.
Bu da bizi başka bir soruna götürüyor. Estetik olarak ne olacağına karar verememe hali. Çünkü film ana hikayesine, yani Mustafa’ya onun ergenlik dertlerine, âşık olma hallerine, diğer çocuklarla ilişkilerine odaklandığında sinemaya ne kadar yaklaşıyorsa; âşık güzellemesi yapmaya başladığında “geleneklerimiz göreneklerimiz” programı havasına bürünüyor ve seyirciyi dışarı atıyor.
Ve son olarak şunu söylemek gerek: Reis Çelik’in doğup büyüdüğü coğrafyanın (her iki film de Kars- Ardahan’da geçiyor bu arada) kadim kültürüne bağlılığı takdire şayan. Ancak geçmişe ağıt mı düzüleceği, yoksa bu kültürün bugüne ulaşan damarlarında bir anlatı mı geliştirileceği çok önemli. “Ölü Ekmeği”, bu konuda da çok kararsız bir film. Son bir not daha. Filmde karakterler haliyle yöre aksanıyla konuşuyorlar. Benim doğup büyüdüğüm yerlere yakın olduğu için fazla sıkıntı çekmedim ama filmi izlediğimiz birçok insan konuşulanları anlayamamış. Kimi yerlerde altyazı var ama vizyon için tekrar bir elden geçirilip, biraz takviye yapılabilir sanki…
İki film için tek bir cümle kuracak olursak; ilki yeni bir hikayeyi eski bir estetikle, ikincisi ise eski bir hikayeyi daha eski bir estetikle aktarmaya soyunuyor maalesef…