1991’in Kasım ayında resmî Türkiye siyaset kumpanyası Kürtlerin af edersiniz Kürtçe konuştuğu gerçeğiyle karşılaştı. Epey gürültülü karşılaşma oldu. Sonrasında iş gürültüyle sınırlı kalmadı, karşılaşma da anlık olmadı. Siyaset girişimi kanlı bir maceraya dönüştürüldü. “Yüce Meclis çatısı altında”, üstelik yemin töreni gibi, her türlü mukaddesliğe, dolayısıyla “dokunulmazımı elledin!” yaygarasına müsait bir ayin esnasında meydana gelen müessif hadise, “Leyla Zana’nın Kürtçe yemin etmesi” olarak kaydedildi, uzun yıllar boyunca böyle zikredildi.
Oysa Leyla Zana Kürtçe yemin etmemiş, af edersiniz Kürtçe olarak, “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum,” demişti. Zana’nın yemini etmiş, esasen temenniden ibaret bu sözü yanına katmış oluşu yerine, basın başta, bilumum hizmetkârlar, cengâverler ve bezirganlar, “Kürtçe yemin etti!” öyküsünü gerçeğin yerine geçirmeyi yeğlemişlerdi. Geçerli olan, hâlâ, 6 Kasım 1991 günü TBMM kürsüsünde sahiden olan biten değil, bu öyküdür.
Niye? Çünkü uydurulmuş öyküde yamultulduğu haliyle olay, resmî dilin tanınmamasına varan, parlamento gibi bir kurumun resmî formalitesi çiğnendiğinden kategorik olarak kabul edilemez nitelikte bir asilik eylemini gözlerimizin önüne seriyor. Oysa gerçekten cereyan ettiği şekliyle anlatıldığında, yeminini olması gerektiği gibi eden bir milletvekilinin, memlekette konuşulan dillerden herhangi biriyle, olsa olsa fazladan mesaj verdiği, kimsenin yüceliğini zedelemediği anlaşılıyor. Fakat hadise türkü kasetinin Kaleşnikof’la bir tutulduğu zamanlarda geçtiğinden, Zana’nın taktığı af edersiniz yeşil-sarı-kırmızı bantın da katkısıyla, mezkûr ifade doğrudan “Meclis kürsüsünden bölücü propaganda” maddesinden işlem gördü. Bu madde yalnız mahkemede değil, kahvede, markette, okulda falan da hükmünü yürütür.
Oysa Kürt milletvekillerinin SHP çatısı altında Meclis’e girmesinde “terörün bitmesi” umudu görenler yok değildi. “Yahu işte, gelsinler, Meclis’te silahsız külahsız döksünler dertlerini” gibi bir eğilime sahip insanlarla şurada burada karşılaşabiliyordunuz. Gelin görün ki, bu insanlarımızın çoğunun kastının “devlet bu kadar eziyet etmesin, onlar da bu kadar Kürtlük yapmasın” kabilinden, “biz bize benzeriz” ekolüne yaraşır bir imkânsız temenni olduğu kısa süre sonra ortaya çıktı.
Leyla Zana’nın Kürtçe cümlesinden ilk aşamada en çok en çok basın faydalandı. Bu arada o da artık basınlığı bırakmış, medya olmuştu. Medya, Meclis’te pervâsızca af edersiniz Kürtçe konuşulmasıyla doğan felaketin ölümcül tesirlerinden yurttaşları esirgemek maksadıyla genelkurmaydan bile önce taarruza geçmişti.
Arkadaşım taksideymiş. Şöför, tam da yukarıda andığım eğilime sahip bir adammış: Bıraksınlar silahı, gelsinler meclise… Leyla Zana ve “Bu yemini anayasanın baskısı altında ediyoruz” şerhiyle günün ikinci vukuatını yaratan Hatip Dicle’ye sövüp saymıyormuş. Tepkisi, “yahu yapmayın işte siz de şunu!” seviyesiyle sınırlıymış. Af edersiniz Kürtçe konuşan Kürt milletvekillerine gösterilen -ve daha sonra feci işlere yolaçacak olan- ölçüsüz tepki ve yüce Meclis çatısı altında Meclis’in yüceliğine halel getirmeden edilen hakaretleri belli ki en azından anlayışla karşılıyormuş. Bir ara şöyle demiş: “Ya sen de işte azıcık hoşgörü göster insanların şeysine!”
Aklınızı karıştırmış olabilirim. Kusura bakmayın. Karışıklığı şöyle gidereyim: Taksi şöförü, bu sözü Leyla Zana’ya söylüyor. Hoşgörü göstermesi gereken o. Yani yüce Meclis’tekilerin hassasiyetlerini gözeterek, af edersiniz öyle konuşmasa mesele çıkmayacak!? Berikilerin, bu mesajı vesile edip, “sorunları işte burada, karşılıklı konuşarak çözeceğiz, terörle bir yere varılmaz” vs. muhabbetine girmeleri zaten akla gelecek ihtimal değil -niyeyse!?- fakat anlık hoşgörü göstererek, diyelim susarak, öbür tarafa bakarak geçiştirmeleri halinde olayı yine “bölücü terör”e karşı terörsüz yolların açılması için yararlanılabilecek vesile kimliğine büründürmeleri mümkünken, hiçbirinin bunu aklının ucundan geçirmeyişi, kamuoyumuz nezdinde hayatın olağan akışına uygundur.
Af edersiniz Kürtçe konuştu diye insanların hayatı karartılabiliyorken Kürtçe’nin görüldüğü yerde ezilmesi doğal, birisinin Kürtçe konuşması ise, bu nedenle “hoşgörüsüzlük” olarak görülebiliyor. Çünkü tepki doğal. O var. Yapısal. Öze ilişkin. Onu varsaymalı, ona göre davranmalıyız. Muhterem okurlar, toplum ortalamamıza göre basbayağı hoşgörülü bir kimse olduğu anlaşılan şöförümüz, saygısızlık diyebilir, işgüzarlık diyebilir, isyankârlık diyebilir, yol yordam bilmezlik diyebilir, bir sürü şey söyleyebilir, Zana’nın davranışı hakkında. Fakat bunları tercih etmiyor, onun “hoşgörü”süz davrandığını düşünüyor.
Çünkü içtekini, özdekini, yapısal olanı hesaba katmadı, karşısındakinin “hassasiyet”lerini gözetmedi. Karşısındaki, çoğunluğuyla, millî eğitimiyle, topu tüfeği, mahkemesi, hapishanesiyle, işkencehanesiyle koskoca bir mekanizma. “Hoşgörü” beklenen genç kadınsa, ensesine kurşunla, satırla, tenha sokakta, tarlada, yol kenarında infaz edilip cesedi asit çukuruna atılabilecek af edersiniz onlardan biri. Denkleme bakınız!
Nedense HDP’nin -geç bile kalan- “o halde kendi adayımızı çıkarırız” postası üzerine -hiç utanılıp sıkılınmadan- söylenenleri şöyle bir işittiğim andan itibaren zihnimde bu denklem. “Hoşgörü”lü taksi anekdotu bir türlü aklımdan çıkmıyor.
Lafı hiç dolandırmadan, hükmümü baştan söyleyeyim, değerli okurlar: Bu nasıl yüzsüzlüktür! Bu nasıl pişkinliktir! Bu ne hadsizliktir, ne düşüncesizliktir, ne kibirdir!
Yok. Fazla kaba kaçtı. Sonlarına soru işaretleri koyayım da +18’den +13’e inebilelim bari: Bu nasıl yüzsüzlük? Ne düşüncesizlik? Ne kibir?
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar TV’de soruyordu -mealen: “Peki, ne yapmamızı istiyorlar yani bizim?”
Ben de kalabalık caddede elindeki baltayı şuursuzca sağa sola sallayan, ipin ucunu kaçırmış sarhoş gibi davranmayayım, hakaret yüklü hükümler vermeyeyim de sorayım bari, daha münasip olacak. Şu mudur HDP’ye söylenen:
Şehirleriniz, kasabalarınız başınıza yıkılmış, yüzlerce insanınız -üstelik gayet kaba aşağılama eylemleri eşliğinde- öldürülmüş ve böylece yüzde on üç oy alıp seksen milletvekili çıkardığınız meşru genel seçim fiilen geçersiz kılınmış olabilir; bazılarımız bu süreçte fail konumunda bulunmuş, bazılarımız sessiz kalıp yapılanı onaylamış olabiliriz. Hattâ eş başkanlarınızın, yöneticilerinizin, partinin kapısından geçmiş kişiler dahil binlerce insanınızın gözaltına alınışına, milletvekillerinizin katakulliyle hapsedilip yıllardır orada tutuluşuna yardımcı olmuş, hakkınızla kazandığınız belediyelerin elinizden alınışına ses çıkarmamış olabiliriz. Kurduğumuz muhalefet blokuna sizi katmamış, katılmanızı teklif dahi etmemiş, sizi yakınımıza yaklaştırmamış, böylece resmî düzeyde size gösterilen vebalı muamelesini desteklemiş olabiliriz. Sizi görüşülebilir siyasî muhatap saydığımıza dair birkaç ufacık işareti bile utanarak çaktıktan hemen sonra gizlemeye saklamaya çalışmış, bizzat yok saymış, inkâr etmiş olabiliriz. Velhâsıl size asla beş-altı milyon insanın oyunu almış, yasal, meşrû siyasî parti muamelesi yapmamış, böylece temsil ettiğiniz, size umut bağlamış insanları da yok saydığımızı her vesileyle ortaya koymuş olabiliriz. Dahası, temsil ettiğiniz büyük sorunun çözümü konusunda geçerli-resmî kırmızı çizgilerden bir adım öteye geçmeyeceğimizi her fırsatta belli ediyoruz. Bugün yok yere ömürleri gasp edilen insanların, şayet biz iktidara gelirsek, özgürlüklerine kavuşup kavuşmayacaklarına dair minik güvenceler bile veremiyor olabiliriz. Aslına bakarsanız, sadece ortak adayımız değil, ortak programımız, somut, net hedeflerimiz, vaatlerimiz, herkesçe anlaşılabilir yol haritası taslaklarımız falan da yok. Öldürmek üzere insan kovalarken hayatını kaybeden katil adayını teessür ve hasretle anan aday adaylarımız var. Şaibeli geçmişlerinin ufacık hesabını görmeye bile yanaşmayan pişkin, toplam oyu iki çuvalı anca doldurabilecekken iktidardan pay isteyen yüzsüz, sizin yüzde onunuzu yok sayabileceğini sanan şuursuz siyasetçilerimiz var. Hepsi iyi çocuklar. Bakın, size düşmanlık yapmıyorlar. O tarafa dönüp bakmıyorlar. Sizi huzursuz etmiyorlar. Tek kelime etmiyorlar size. Nemrut komşu gibi homurdanarak değil, kazara görmemiş gibi sessizce geçiyorlar yanınızdan, döner kapıda karşılaştığınızda. Döner kapıdan geçmeyin. Yandaki servis kapısını kullanın. Mümkün olduğu kadar sabah erken girip akşam geç çıkın. Müşterilere görünmeyin. İçeride eşyanızı bırakmayın. Girip çıktığınız belli olmasın. Masaya sakın ilişmeyin. O odaya girmeyin. O kata çıkmayın. Aslında buraya da gelmeyin. Biz size döneriz. Aksiyon da alırız; hanımlar çaya gider, falan. Ha, bir de, unutmadan: bize oy vereceksiniz.
Tabiî şimdi af edersiniz Kürt seçmen kalkıp… yani kalkmayıp sandığa gitmezse de çok ayıp olur. Ne demek motivasyonum yok! Azıcık hoşgörülü olsa ya onlar da…