Geçtiğimiz hafta sanırım uzun zamandan beridir ilk kez, ABD’den
gelen Allah’ın lütfu politik bir gaf, siyasi iktidarın bu tür
durumlardaki taşkın ilgisine layıkıyla mahzar olamadı. Halbuki
dolar da neredeyse sekiz dirhem bir çekirdeğe yaklaşmıştı. Dolar
yükseldiği yerden alıp söz konusu gafın sahibinin alnına şak diye
yapıştırmak işten bile değildi. Yurttaşın bankaya koşturması
elindeki üç beş doları Türk Lirası'na çevirerek birbirine
kenetlenmiş bir toplumun mutlu ve kutlu bir üyesi olarak evine
dönmesi de sağlanabilirdi. Fakat şaşırtıcı bir biçimde ölçülü bir
tepkiyle yetinildi. “Bu Nancy Pelosi de taktı bize, taktı taktı”
mealindeki sözlerle söz konusu gaf az aşağıdan alınarak kapının
dışına koyuldu. Öyle ya, Pelosi’nin münasebetsiz
sözlerinin bizimle ne ilgisi vardı? Bu yüzden de erken davranıp
ellerimizi kulaklarımıza götürmüş olsak da “Eyyy Nancy, Beheyyy
Pelosi” ünlemeleri de haliylen duyulmadı. Fakat ben o Nancy’i öyle
bırakmam.
Adı geçen kişi ABD Temsilciler Meclisi Başkanı'ydı. Seksen
yaşındaydı ve tam adı yaklaşık yarım batman gelmekteydi;
Nancy Patricia D'Alesandro Pelosi. Fuşya, portakal çiçeği
ve parlament mavisi gibi canlı renkleri sever, formuna dikkat eder,
altmıştan fazla da göstermezdi. Beş çocuk annesiydi. İş insanı Paul
Pelosi ile evliydi. Bu bilgileri ne yapacağınızı gerçekten
bilmiyorum ama Nancy’nin bize niye taktığını anlamaya çalışırken
zihnime not etmişim, sizinle de paylaşayım istedim. Paylaşmak
güzeldir. Neyse işte bu Bayan Pelosi, seçimleri kaybederse görevi
barışçıl bir şekilde teslim edip etmeyeceğiyle ilgili sorulara
Başkan the Trump’ın “Why should I ?” demeye getiren
mızıkçı cevaplar vermesi üzerine, “Burası Türkiye değil” diyerek
tepki göstermişti.
Şimdi normal koşullardaki bir dünyada bu gafın bedeli ağır
olurdu. Fakat olamadı. Çünkü nihayetinde bir seçimin sonucunun
vakarla, haysiyetle, barışçı biçimlerde kabullenilmesinden söz
ediliyordu. Cuma sabahıydı ve de 25 Eylül’dü. Aynı gün ve saatlerde
Türkiye’de legal bir siyasi partinin seçilmiş vekillerine, belediye
başkanlarına ve MYK üyelerine bitmek bilmez operasyonlardan bir
yenisi yapılmaktaydı. Üstelik iktidar partisinin sicilinde az
geriye gitsen İstanbul seçimlerinin “Bunu saymam” diyerek iptal
edilmesi vardı. Seçmen iradesinin hiçe sayılması ve HDP’nin 2019
yerel seçimlerinde kazandığı belediye başkanlıklarının sayısının
bir yıl içinde 65’ten 12’ye düşürülmesi vardı. YSK’nin
adaylıklarına sorunsuzca onay vermiş olduğu belediye başkanlarının
seçimlerden sonra hızla cezaevlerine tıkılması ve 18 belediye
başkanının halen tutuklu olması vardı. Kayyımlar vardı...
Son operasyonla birlikte anlaşılıyordu ki kalan 12 HDP
belediyesine de kayyımlar eliyle “barışçı bir biçimde el
değiştirtme” projesi kapsamında Kars sıradaydı. Kars Belediyesi
Başkanı Ayhan Bilgen’in daha evvel aynı davadan beraat etmekle
kalmayıp hak ihlali nedeniyle devletten tazminat kazanmış olmasını
kim takardı? Kısaca ya da uzunca nasıl bakarsanız bakın yerel
seçimlerin sonuçlarının barışçı bir tutumla kabullenilmesi
konusunda
Türkiye manzarası buydu. Genel seçimlerle ilişkili fikir
edinmek için de cezaevlerinde seçilmiş vekil sayımı almak
mümkündü... Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım da bir bakalım.
Pelosi’nin “Türkiye’de değilsiniz” mealindeki lafına mı kızıyorduk?
Ama Türkiye’deyiz efendim!
Bizimkilerin hemen her gün bir başka ülkeye yönelik olarak çok
daha ağırını ferahfeza savurduğu salvoların bir benzeri bize
yöneltildiğinde, Türkiye’de şikayet edip durduğumuz birçok politik
meseleyi genel bir “rıza” çerçevesinde göz ardı ediyor ve hep
birlikte ülkenin itibarını savunma yarışına giriyoruz. Bu
itibarsızlaşmanın legal bir siyasi partinin hukuk hiçe sayılarak
çökertilmesi uygulamalarıyla ilişkisi de adeta tümüyle birbirinden
bağımsız iki olay oluveriyor! Oysa sen seçim sonuçlarını saymazsan
birileri de çıkar bunları sayar döker ve demokrasi ile
yönetilmediğini ima eder. Bu kadar şaşıracak ne var?
Onlar da Kızılderilileri öldürdüler, siyahların boğazına
çöktüler demekle varacağımız bir demokrasi uğrağı yok. Mesele buysa
Pelosi’de de bir sıkıntı yok zaten. Floyd’un şahsında korkunç bir
polis şiddeti sonucunda öldürülmüş bütün kurbanların adlarını tek
tek sayarak özür dileyen ve adalet isteyen de aynı Pelosi.
Siyahların yüzlerce yıllık trajedisi karşısında ve köleleştirme
karşısında bir kez daha özür dileyen de oydu. Konuşmasının
bitiminde de Demokrat Parti’nin diğer üyeleriyle birlikte tam “8
dakika 46 saniye” Floyd’un aziz hatırasını onurlandırmak üzere
sessizce dizleri üzerine çökerek bu özrü bütün dünyaya seyrettiren de
o. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın Pelosi’nin
Türkiye’nin Başkan Trump’la olan iyi ilişkisine saldırdığını
söylemesi nedense bu görüntüleri aklıma getirdi.
Pelosi’nin ABD’deki hak hukuk ihlallerine karşı genel olarak
nasıl bir tepki verdiğini ve hakim ideolojiye ne ölçüde
eklemlendiğini pek bilemiyorum doğrusu. Fakat ABD’nin
emperyalist dünya politikalarına ve ırkçı geçmişine olduğu kadar
bugünkü yeni ırkçılığına ve polis şiddetine karşı muhalefet ederken
en azından dünyaya ABD aleyhine kullanılacak bir resim vermemek
gibi “arkaik” bir politik tutumu sürdürmediğini
görebiliyorum.
Demokrasi, dışarıya kötü bir resim vermemek için kötülüklerin
inkar edildiği ve gizlendiği yerde değil, kötü resimlerin hiç
oluşmaması için mücadele edilen yerde güçlenir. Bu kadar basit.
İçeriye bakmadan dış cephelerde hak, hukuk, demokrasi ve itibar
savunuculuğu yapılamaz. Kol kırıldığında uzun müddet yen içinde
kalamaz... Türkiye demokrasi ve hukuk dışılığa örnek ülkelerden
biri haline geliverir. Ama onlar da Kızılderilileri öldürdüler,
berikiler de Cezayir’i sömürgeleştirdiler, bunlar da Aborjinleri
katlettiler demek, mahalledeki ergen kavgası dilinden ve
demagojiden başka da bir şey ifade etmez. Hiçbir ülkenin geçmişinin
bir diğerinden çok da “temiz” olmadığı bir dünyada, bu tür
cevaplar, bugün dünyanın gözü önünde yaşananların üstünü örtmeye
yetmez. Bizde de öyle yapmıyorlar mı? Mesela George Floyd’un ölümü
karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan şunları söylememiş miydi?
"ABD'nin Minneapolis kentinde George Floyd'un işkence
sonucu öldürülmesine yol açan ırkçı ve faşist yaklaşım, sadece
hepimizi üzmekle kalmamış aynı zamanda tüm dünyada karşı durduğumuz
adaletsiz düzenin en acı verici tezahürlerinden biri olmuştur.
Bize, yaratandan ötürü insanlığı sevmeyi öğreten İslam
medeniyetinin bir üyesi olarak bu insanlık dışı mentaliteyi
kınıyorum. Nerede, ne bağlamda, ne şekilde olursa olsun Türkiye,
daima insanlığa karşı her türlü saldırıya karşı durmuştur."
Kürtleri haydi bir kez daha bir tarafa bırakalım, insan ister
istemez Hopalı emekli öğretmen
Metin Lokumcu’yu hatırlıyor. Elinde limondan başka bir şey
olmayan bir emekli öğretmenin barışçı bir gösteri ortamında polisin
biber gazlı müdahalesi sonucu ölmesi karşısındaki tutumu kendisine
sorulduğunda, dönemin başbakanı Erdoğan küçücük bir üzüntü bile
belirtmemişti. Kendisine “Ama öldü efendim” diyen Ruşen Çakır’a,
hiçbir zaman ortaya çıkmamış bazı görüntülerden söz ederek, Metin
Lokumcu’nun biber gazına bağlı kalp krizi sonucu ölmeyi neredeyse
hak ettiğini ima
etmişti.
Pelosi’nin sözleri karşısında “Ahahah hiç güleceğim yoktu,
dinime küfreden bari Müslüman olsa” diyen herkes kendi demokrasi
anlayışı üzerine ve düşüncesinin hakim ideoloji tarafından kör ve
tutsak edilmiş olup olmadığı üzerine durup düşünmelidir. Hak hukuk
savunuculuğu içeriye karşı ayrı dışarıya karşı ayrı verilemez.
Bir ülkeyi özgürleştirici biçimde sevmek de böyle olmaz. Yanlış
iktidar uygulamalarının uluslararası alanda yol açtığı krizler ya
da sansasyonel gaflar sonrasında, dış politikamız neredeyse
“kusursuz” idare ediliyormuş gibi parti devletiyle aynı gemiye
doluşmaktan vazgeçmek gerekir. “Dış görüntüyü” kurtarma işi
muhalefetin işi değildir. Böyle devam edersek iç siyasetin dış
siyasete kurban edilmesinden ilanihaye kurtulamayız.