(…)
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'ın,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Nâzım Hikmet’in 1959’da yazdığı, “Kore'de Ölen Bir Yedek Subayımızın Menderes'e Söyledikleri / Diyet” isimli bu şiirine döneceğiz. Ama bu şiirin Türkiye’deki güncel durumla bağlantısını kurabilmek için bugünden başlayalım.
Başkanlık sistemini hukuki olarak da tam anlamıyla uygulamaya koymak; böylelikle tüm ‘bürokratik oligarşiyi alt ederek’ hızlı ve etkin bir yönetime sahip olmak; ‘ekonomide şaha kalkarak uçuşa geçmek’ gibi parlak vaatlerle gidilen 24 Haziran seçimlerinin üzerinden 110; ‘Başkanlık Kabinesi’nin açıklanmasının üzerinden 95 gün geçti. Bu, “ilk 100 gün” kesiti, ana akım siyaset için önemli bir dilimdir. Siyasiler bir vaat termini olarak 100 günü kullanır; hükümetlerin ilk 100 günlük icraatları basın tarafından masaya yatırılır ve karne verilir, gidişat hakkında bir fikir edinilir –idi. Biz yine bu geleneğin penceresinden bakacak olursak, ‘Başkanın ilk 100 günü’ de geleceğe dair çok sayıda işaret veriyor diyebiliriz. İlk işaret; ekonominin aslında uzun süredir karşı karşıya olduğu çıkmazın geleceğe ötelenmesi ve seçimlerin gelecekten çağrılması ile oluşturulan yapay takvimin hükmünü yitirmesidir. “Kriz yok, algı operasyonu var” söylemi, politik bir kabuk olarak, nafile ve köhne bir ısrarla korunan paslı bir yol işareti gibi kullanılsa da kriz, giderek daha çok ‘hane içi’ne inen etkisi nedeniyle iktidarın da inkar edemeyeceği sonuçlar üretiyor artık. Ve görülüyor ki ülkeyi ve ekonomiyi yönetenlerin pozisyonu da, bu krize karşı sistematik bir plan geliştirmekten çok uzak ve olayların akışıyla belirlenen bir sağ kalma gayretine sürükleniyor. Erdoğan ve yönetiminin, krize karşı –zaten baştan beri sürdürülen– “ideolojik savaş” argümanlarını temel yönelim olarak belirlediği anlaşılıyor. McKinsey vakasındaki ‘çark’, sandık desteğine endeksli politik çıkarların tüm ekonomi politikalarından daha geçerli olduğunu göstermişti. Bunun ardından enflasyonla mücadele de, perakendecileri ve giderek tüm esnafı bir ‘milli gayret’in içinde (ya da dışında) gösterecek şekilde ‘etikete’ indirgenmiş; “halkımız da bu afişi asanlara teveccüh gösterir” diyerek neredeyse açıktan gözdağına vardırılmış bir seferberlik halinde tarif edildi.
Karşı karşıya olunan ekonomik zorlukların boyutu düşünüldüğünde bu akıllıca bir taktik hamle gibi görünüyor. İktidar, reel sorunları bir kez daha, en yetkin olduğu alana, bir siyasal gerginlik zeminine taşıyor. Bu alanda hem liderin belagat yeteneği, hem de medya ve yargı organlarındaki olağanüstü hakimiyetle kazanılan konuşma/susturma gücü bir avantaj sağlıyor. Dolayısıyla, meselelerin gerçek yüzleriyle değil de onlara giydirilmiş, ikincil ve genellikle çarpık ideolojik kabuklarla tartışılması; özellikle işçi sınıfı kaynaklı itirazların fiziki ve hukuki zor yolunu kullanarak sertçe bastırılmasıyla birlikte; iktidarın krizin sonuçlarıyla mücadele konusunda iki başat yönelimini oluşturuyor.
Ancak, krize karşı ‘yerli ve milli’ hassasiyetlerin kaşındığı ve krizden zarar görecek halk kitlelerinin de ‘ihbar hatları’, ‘etiket seçimi’ gibi araçlarla kendisini içinde hissetmesi hedeflenen bu çarpıtma taktiği, iktidarın kendi ideolojik bagajı nedeniyle zorluklara da yol açıyor. Bu bagaj, McKinsey olayında olduğu gibi karşısına çıkıyor ve dahası, çeşitli sermaye grupları ile ‘yeni’ devlet bürokrasisinin, hakem rolündeki bir lider etrafında örülen ittifakında ortaya çıkan çekişme ve çatlakları daha görünür hale getiriyor, kızıştırıyor. McKinsey meselesinde, ‘anlaşmayı yapanlar mı yoksa karşı çıkanlar mı hain’ sorusunun üstünden atlanmış gibi görünse de, bu soru, iktidar ve destekçilerinin göğünde de asılı duruyor. Rahip Brunson meselesi, Suudi Arabistan konsolosluğunda kaybolan gazeteciyle ilgili süreç, Avrupa ile ilişkiler gibi pek çok başka başlıkta da benzer sorular ya mevcut ya da potansiyel olarak gündemde.
Diğer yandan artık iktidarın (Erdoğan açısından da AKP açısından da) zorunlu tahkimatı haline gelmiş olan MHP ile iki ana konuda sıkıntı yaşanıyor: Seçim ittifakı ve af. Aynı ideolojik bagaj, bu iki konuda iktidarın hareket alanını daraltıyor. Bir yandan Türkiye’yi ‘yeni Türkiye’ olarak yeniden inşa eden Erdoğan-AKP organizmasının bazı yerlerde ortağı lehine seçime girmeme seçeneğiyle karşı karşıya kalması, iddialı büyük anlatıyı tahrip ediyor. Diğer yandan af konusunda İslami hassasiyetlerin harekete geçirdiği hukuki öncelikler, küçük ortağın ‘devlete karşı işlenen suçlar’ inadında en açık ifadesini bulan faşist doktrinden ilham alan hukuki öncelikleriyle çelişiyor; bu çelişki bir ‘siyasi fatura’ korkusunu da tetikleyerek pürüze yol açıyor.
Bu sıkışmışlık içinde, yine temel ‘kutuplaşma’ alanına, CHP ile kavgaya endekslenmiş bir güncel siyaset arayışı dikkat çekiyor. “İsmet İnönü’nün Amerikancılığı” ve “İş Bankası hisselerinin hazineye devri” konusundaki çıkışlar bu arayışın dolaysız iki sonucu. Ancak ilki, McKinsey mahcubiyetiyle alelacele girişilmiş, hazırlıksız ve zayıf bir “Google operasyonu” olarak ters teperken; ikincisi de daha önce Adnan Menderes ve Kenan Evren gibi iki tescilli Amerikancı tarafından sahaya sürülmüş bir hamle olarak “milliyetçi” forsunu daha baştan kaybediyor.
Burada mesele, İsmet İnönü’nün bir Amerikan karşıtı olup olmamasından öte onu Amerikancılıkla suçlayanların siyasal geleneğinin –herkesçe bilinen– pozisyonudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Türkiye’yi yöneten iktisadi ve siyasi egemenler, sınıfsal ve bürokratik ittifak, tercihini Amerikancılıktan yana yapmıştı. Ama bu Amerikancılığın, kim(ler) tarafından ve hangi iktisadi-siyasi yollarla sürdürüleceği konusundaki yarışı, CHP içindeki toprak ağaları ve büyük burjuvaziyi temsil eden kliğin oluşturduğu DP kazandı. Adnan Menderes, ABD destekli bir tarımsal kapitalizmi ihya ederken, siyasal ve diplomatik olarak da bir ABD peyki haline gelmek konusundaki kararlılığını, daha en başta, iktidara geldikten sadece 4 ay sonra, Kore Savaşı’na 5 bin askerlik ilk Türk tugayını göndererek kanıtladı. Şartlar onu iktidara tutunabilmek için farklı arayışlara yöneltene kadar Sovyetler Birliği’ne karşı bir ABD sınır karakolu gibi davranmayı büyük gönüllülükle kabullendi.
Nazım Hikmet’in Kore’de can veren askerler için diyet istediği 50’li yıllarda, 1954’te, Menderes hükümeti, dönemin popüler şarkıcısı Celal İnce’yi ABD’ye gönderdi ve Amerika’nın Sesi radyosunda “Dostluk Şarkısı” adıyla bir plak doldurttu. Bu plak onbinlerce basıldı ve Türkiye’nin dört yanında ücretsiz olarak halka dağıtıldı, okullarda çocuklara öğretildi, radyoda çalındı durdu. Türkiye sağının ikonik liderlerinden olan ve günümüzde de gururla “Menderes-Özal-Erdoğan” diye sıralanan dizgenin başlangıcındaki Adnan Menderes hükümetinin Amerika’yla ilgili ‘duygu ve düşünceleri’ni sarih bir şekilde yansıtan, bununla da kalmayıp topluma empoze etmeye çalışan şarkının sözleri aşağıda. İsterseniz bakın ve siz karar verin: Amerikan bayrağı, baştan beri kimin elinde?
Amerika, Amerika,
Türkler dünya durdukça,
Beraberdir seninle,
Hürriyet savaşında.
Bu bir dostluk şarkısıdır,
Kardeşliğin yankısıdır,
Kore’de olduk kan kardeşi,
Sönmez bu dostluğun ateşi.
Azmimizdir hür yaşamak,
Dünyada sulhu sağlamak,
Dalgalanır hep bu uğurda,
İstiklal aşkı ruhumuzda.
Senin New York’un,
Yükselir göklere,
Senin İstanbul’un,
Destandır dillere,
Ankara ile Washington,
İzmir’in ile San Francisco’n,
Benzer derler birbirine,
Doyulmaz güzelliklerine.
O muhteşem beldelerin,
Pınarların nehirlerin,
Ünlü şelalen Niyagara,
Haykırır gücünü dünyaya.
Amerika, Amerika,
Türkler dünya durdukça,
Beraberdir seninle,
Hürriyet savaşında.