Bu hafta sonu vizyona giren ‘Civil War’ (İç Savaş), ABD’de yakın gelecekte bile değil, bugünlerde geçen hayali bir iç savaşı, dört gazetecinin savaş bölgesindeki seyahati üzerinden anlatıyor. Sarsıcı bir film ama ABD’de geçtiği için sarsıcı değil. İç savaş ortamındaki zombileşmeyi, milisleşmeyi, halden vazife çıkaranların, fırsatçıların ve hep bir fırsat bekleyenlerin canavarlaşmasını iyi anlattığı için sarsıcı… Herkes için bir uyarı notu.
1.
Sessiz bahçeler, tarlalar, korular… Asfaltta terk edilmiş araçlar. Perdeleri sımsıkı kapalı, kimsesiz görünen evler. Tekinsiz benzin istasyonları… Dört gazeteci, yürekleri ağızlarında bu tuhaf ıssızlığın ortasından geçip gidiyor. Her an bir şey olacak, her an önlerine bir yerlerden bir şey fırlayıverecekmiş gibi.
Bir şey olmuş zaten. Bir savaş kopmuş. Bir şeyler fırlamış, bir şeyler budanmış, çiviler çıkmış, insanlar birbirlerinin boğazına sarılmış, insanlar ölmüş. Kalanlar da pek yaşıyor gibi durmuyor. Bu bir iç savaş. Her ölüm, iki defa eksiltiyor ülkeyi. Her kurşun iki katı zarar veriyor.
Dört gazeteci New York’tan Washington DC’ye gidiyor. Google Maps’e bakarsak, beş saatlik mesafe. Ama günler sürüyor. Çünkü cepheler var, hatlar var; yolu uzatmak, dolanmak, yavaşlamak, bazen hızlanmak lazım. Ancak öyle varılıyor başkente.
Varabilirlerse. Yolda karşılaştıklarından kurtulabilirlerse…
2.
Yolda karşılaşılanlara gelmeden…
Britanyalı Alex Garland’ın yazıp yönettiği, bizde bu hafta sonu vizyona giren film Civil War’u (İç Savaş) önümüzdeki günlerde çok konuşacağız. Kirsten Dunst ve Wagner Moura’nın savaş muhabirlerini canlandırdığı film, her şeyden öte, iyi çekilmiş, iyi oynanmış ve bence iyi de yazılmış bir film olduğu için konuşulmayı zaten hak ediyor ama Amerikan topraklarında patlak veren bir iç savaşı, hem de epey sert bir şekilde işlediği için sinemanın da dışına taşan bir sohbet konusu olacaktır.
Filmin konusunu da bir iki cümleyle özet geçeyim. Başkent Washington DC merkezli federal güçler bir yanda California-Teksas İttifakı’na bir yanda Florida Birliği’ne karşı savaşıyor ama neden savaşıyor, ne zamandır savaşıyor, zaman hangi zaman, kim haklı, biri haklı mı; bunları bilmiyoruz. Bilebildiğimiz, Amerika’nın esasen Doğu kıyısı ile Güney’inin savaşa tutuştuğu; ülkenin geri kalan önemli bir kısmının da oturup seyrettiği. Film ilerledikçe, mevcut Başkan’ın görülmemiş şekilde üç dönemdir hüküm sürdüğünü, FBI’ı lağvettiğini de öğreniyoruz. Demek ki bu, diktatör eğilimleri olan bir başkan ama partisi belli değil. Birbirleriyle asla uzlaşamayan Teksas ve California eyaletlerinin nasıl bir araya geldiği, nasıl iki yıldızlı bir Amerikan bayrağı altında toplandıkları da belli değil. Şunu biliyoruz esasen: Bir iç savaş var, ABD mahvolmuş; şehirlerde, yollarda neredeyse hiçbir yerde otorite yok; insanlar ya gruplar halinde ya tek tek başlarının çaresine bakıyor. Birçok durumda başlarının çaresine bakmaktan da öteye gidiyorlar.
İşte şimdi dört gazetecinin yolda karşılaştıklarına geliyoruz.
Yolda kim var? Zombiler…
Gerçek zombiler değil. Zombivari insanlar ve onlardan kaçanlar, saklananlar… Gün ışığında, gecede herkes saklanıyor, sığınıyor, gözlüyor, gözetliyor. Herkes kendi adaletini kendisi sağlıyor; herkes kurunun yanında yaşı da yakıyor. Bazıları zaten en başından beri yaşı yakmak istiyor ve iç savaş sırasında fırsat bulunca elinden geleni ardına koymuyor.
Vatandaşın vatandaşla savaşı zaten epey aşınmış sınırları tümden berhava etmiş; fırsatçılığa, ırkçılığa, ayrımcılığa, yerelciliğe, bölgeciliğe, yabancı düşmanlığına yepyeni bir kuvvet vermiş. Eline silah alan kasabanın yeni şerifi olmuş. Eline silah alan hızla milisleşmiş. Zombileşmiş. Eline silah alan gelene geçene ateş etmek, geleni geçeni toplu mezarlara gömmek için mevzilenmiş.
Biz bu hayatları Dunst’ın oynadığı efsane konumundaki savaş fotoğrafçısı Lee ile genç Cailee Spaeny’nin canlandırdığı çaylak fotoğrafçı Jessie’nin kameralarından görüyoruz. Çektikleri fotoğraflar o kadar gerçek ki… Zombilerin, zombileşmiş hayatların fotoğrafları. İç savaş fotoğrafları.
Yolda başka kim var? Zombilerden kaçanlar var… Birbirine sığınmış gençler, çocuklar, yaşlılar, kadınlar, yeni evsizler, yeni şehirsizler, yeni ülkesizler... Bir iç savaşın önüne hemen katıp sürükleyeceği güçsüzler, isteksizler, hazırlıksızlar, donanımsızlar… En güçsüzlerin yine de her koşulda birbirinin yardımına koşması, birbirinin üzerini örtmesi var. Savaş bitmezse sağ kalıp kalmayacakları belirsiz.
Başka kimler var yolda? Yollarını da zamanlarını da taraflarını da şaşırmış askerler var. Coğrafya o kadar geniş, insanlar o kadar aynı ki… Kimin kime ateş ettiğinin artık önemi kalmamış. Bir video oyunu gibi. Tek gereken hayatta kalmak. Bekliyorlar. Ateş ediyorlar. Artık umursamıyorlar.
Muhabirlerin kameralarında bir fotoğraf olarak geçip gidiyorlar hayattan. Bir gazete haberi, bir sayı olarak. Gazetecilerin not defterlerinde kalmış bir isim olarak.
3.
Civil War, bir gazeteci filmi. Bu yüzden de ona sempatim fazla. Sadece gazeteci filmi de değil, gazetecileri kayıran da bir film üstelik. Çaylak veya tecrübeli, hevesli veya bilge, hepsi iyi karakterler. Gazetecilik yapmak, görmek ve göstermek istiyorlar.
Yazar ve yönetmen Garland verdiği birçok röportajda, “filmin merkezine gazetecileri koymama karşı çıkanlar vardı” diyeanlatıyor. “Bana ‘insanlar gazetecilerden nefret ediyor, onları filme koyma’ diyorlardı. Bence burada ciddi bir problem var. ‘Gazetecilerden nefret ediyorum’ demenin, ‘doktorlardan nefret ediyorum’ demekten ne farkı bulunuyor? Doktorlara ihtiyacın var. Onları sevip sevmemen önemli değil, gazetecilere de ihtiyacın var; çünkü bir hükümeti kontrol edecek güç onlardadır.”
Garland haklı ama herhalde başka türlü de düşünemezdi. Zira babası Daily Telegraph gazetesinin siyasi karikatürlerini çizen Nicholas Garland. Vaftiz babası ise bir savaş muhabiri. Çocukluğu gazetecilerin sofralarında geçmiş. O bakış açısına alışmış. Gazetecilere yönelik bakış açısınınsa çok fazla çarpıldığını düşünüyor: “Bu mesleğe yönelik bir güvensizlik var. Sebepleri karmaşık. Bir sebebi, gazetecilerden korkan ve bu yüzden onları baskılayan siyasetçiler; bir sebebi de reklam gelirlerine bağımlı olduklarından reklamverenin borusunu çalan gazeteler. Oysa gazetecilik bir lüks değildir. Ortadan tümüyle kalkarsa, çok büyük bir problemle karşı karşıyayız demektir. On yıl sonra falan değil. Şimdi…”
Evet, şimdi…
Tıpkı filmin ‘şimdi’sinde olduğu gibi. ‘Civil War’a dair en büyük sorulardan biri bu. Bu film hangi zamanda geçiyor? Cevap: Bugünde geçiyor.
Önceki senenin Oscarlarını, alternatif gerçeklikler filmi ‘Everything Everywhere All At Once’ (Her şey Her Yerde Aynı Anda) süpürmüştü. O filmin mantığındaki gibi, bugün bir paralel evrende, ABD’de iç savaş yaşanıyor. Trump taraftarlarının 6 Ocak 2021’deki Senato baskını bir iç savaşa evrilmiş olabilir. Neden olmasın ki? Bunca kutuplaşma, bunca fitil, bunca barut ve bunca silahlanma varken, neden olmasın? Savaşlar daha büyük sebeplerden mi çıkıyor? Sadece ABD’de değil, dünyanın her yerinde bu böyle.
Filmde Kirsten Dunst’ın oynadığı fotomuhabir, “Sağ çıktığım her savaş bölgesinden eve bir uyarı notu gönderdiğimi düşünürdüm: ‘Siz de bunu yapmayın’ diyen bir not.”
İşte bu da bir uyarı notu. Sadece ABD için değil, dünyanın her yeri için. Siz de bunu yapmayın.
PS: Kirsten Dunst’ı filmde çok beğendim. Ona yazılan rolün karizmasını sade ve abartısız oyunculuğuyla katladığını ve inandırıcı kıldığını düşünüyorum.
PS2: Bu son derece ‘erkek’ bir film olabilirdi. Birçok yönetmen de böyle yapardı. Kariyerli fotomuhabirin de çaylağın da kadın rolleri olarak yazılması, savaş muhabirliğinde az rastlanan bir oran olsa da, bence hem zamanın ruhunu yakalayan hem de filme fazladan katman ekleyen doğru bir tercih.