'Anadilde, parasız, kamusal, laik eğitimi' savunan kaldı mı?
Sınıfsal aidiyetin kendine has göstergeleri var, okul da bunlardan biri. “Çocuk hangi okula gidiyor?” sorusunun cevabı sınıfsal ayrışmanın da düzeyini gösteriyor: Neye sahibiz, ne kadar yapabiliyoruz?
Gramschi, Hapishane Defterleri'nde, ki 1928-1933 arasında yazılmıştır, “Avrupa’da devrim dalgası neden başarıya ulaşamadı?” sorusunu da sorar ve buna yanıt olabilecek şekilde hegemonya kavramının etrafında döner. Genel anlamıyla hakim düşünüş, yaşayış biçimi, kabul gören pratikler olarak tanımlanabilen hegemonya; bir taraftan sınırsızlık, süreklileşen bir değişim, yer değiştirme ve devingenlik hissi verirken, diğer yandan en azından geçmişte entelektüel birikim ile devrimci ideali birleştirme olanağı da sunardı. Kimi zaman durgunluğu kabullenmenin, gerekçelendirmenin bir aracı, kimi zaman devlet zorunu görünmez kılan, kültüre fazlasıyla ağırlık veren yaklaşımın temsilcisi. Hakim söylem ve pratiği dönüştürmenin, yeniyi kurmanın uzun bir sürece yayılması, kurma ile bekleme ya da kaçış arasındaki çizginin benzeşikliği ve devletin belirsizliği nedeniyle hegemonya kavramı tehlikeli sularda dolanıldığı hissini yaratır. Sivil topluma, kamusal alanda hakim olana, genel kabul görene fazlasıyla vurgu yapmanın yaratmış olduğu tedirginlik diyelim. Bundandır ki, herkesin kendi Gramschi’si vardır, çoğu zaman kendi Marks’ı ve Althussser’i olduğu gibi.
Hegemonyanın nasıl sağlanacağı ise tartışmalıdır. Gramschi’ye göre bunun yolu “yukarıdan” “aşağıya” doğru değildir. “Yukarı” olarak ifade edilen yere-iktidara ulaşmak için de olsa “aşağıda” başka bir şey olmalı, başka pratikler kök salmalı. Kültür bu yollardan biridir ya da yine Gramschi’nin deyişiyle organik aydınlar, ideolojilerin taşıyıcıları; içinde bulunulan toplumda, grupta saygı gören, düşünceleri önemsenen bireylerin neyi ön plana çıkardığı, neyin savunusunu yaptığı, neyi konuştuğu ve nasıl yaşadığı.
Hegemonya bütünü kapsar, kamusal-özel, kolektif-bireysel ayrımın ötesinde bir kavramsallaştırmadır bu nedenle, ikili “karşıtlıkların” birbirini etkilemesi-tanımlaması-sınırlandırması ve karşıt olmaktan çıkması gibi. Onun dışında kalan tek bir şey yoktur. Ne siyaset yapma biçimi ne daha somut alanlar olarak tanımlanan sektörler örneğin eğitim veya sağlık…. İlişkilenme biçimlerinin tamamı, ilişkilerin kuruluşu hegemonik pratiklerin etrafında dolanır. Bazen parçalı yapılar da görülür, hangi düşüncenin, yönelimin hakim-hegemonik güç olacağının bilinmediği, kimi grupların alt kültürlerini yarattıkları ve yaşadıkları ara dönemlerdir bunlar az biraz. Sarmal bir yay gibi içe ve dışa doğru hareketlenmeler görülür. Ancak bunlar genellikle ara dönemlerdir, bir yere er ya da geç evrilir.
Yeni eğitim dönemine girmişken, bu alandaki hegemonik eğilimler bize ne söylüyor? Bireyler/toplum eğitime nasıl bakıyor, kimin/kimlerin görüşleri belirleyici? Hangi görüşler revaçta, bu alanda neler konuşuluyor, eğitime dair tartışmalar ve haberler neyin etrafında dönüyor, en çok hangi cümleleri duyuyoruz, kuruyoruz, ne için telaşlanıyoruz? Devlet okullarındaki altyapı, sınıf mevcudiyeti, özel okul ücretleri, ücret artışları, yıllığı 1 milyonu bulan okullar, sıraya giren veliler, vb…. Devlet okulları üzerine sayısız haber, rapor olmakla birlikte, bir tartışmanın olduğunu, varsa da popüler olduğunu, kendisine taraftar bulduğunu söylemek zor. Popüler konular özel okullar, okul ücretleri ve bu yaz olduğu gibi kimi okulların kapılarının TC vatandaşlarına kapatılması.
Kamusal eğitim, parti programlarında yer alsa da, hatta gölge bakanlar atansa da, bu siyasi parti yöneticilerinin çocuklarını devlet okullarına göndermeleri nedeniyle değil maalesef. O defter tamamıyla kapandı, sağ-sol farkı gözetmeksizin herkes özel okulların yolunu tutmuş durumda.
90’lı yıllarda kabul gören görüş anadilde, parasız, laik, kamusal eğitimdi. Buna dair talepler hem öğrenciler hem veliler hem de genel olarak toplumda kabul görendi, olması gerekendi. O dönemi bilenler YÖK eylemlerini, işgalleri (DTCF işgalini örneğin) hatırlarlar. Bunlar yüksek öğretime yönelik talepler-eylemler denilebilir elbette, ama o dönemde de özel okul furyası ilkokula kadar inmemişti daha. Küçük bir azınlığın gündemindeydi, ki o küçük azınlık her dönem özel okullarla içli dışlıydı, aileden gelen bir “gelenekleri” vardı diyelim. Dönem değişti, insanlar değişti, ideolojiler değişti. Toplumdaki hegemonik görüşler özel okullara doğru kaydı. İşçi sınıfından gelen eğitim sayesinde, kamusal eğitim olduğunun altını çizelim, kültürel ve maddi sermayeye sahip olanlar için de özel okula göndermek bir norm haline geldi. Konuşmaların, sohbetlerin önemli bir konusu “Hangi okul?” etrafında dönüyor. Bu dönemi “Özel Okulların Yükselişi” olarak adlandırabiliriz. Artık kreşten başlayarak yüksek lisans da dahil olmak üzere tüm aşamaların özel okul üzerinden çözülmesi orta sınıfın temel mottosu ve bunun temel nedeni devlet okullarının “ideoloji” aktarma aracı olması da değil. Çokça dile getirildiği için önce bunu söylemek istedim.
ÖZEL OKULLAR NEDEN POPÜLER?
- Çocukları “gerici-dinci” eğitimden korumak, din-soslu değerlerin nüfuz ettiği eğitimin dışına çıkmak.
Althusser devletin ideolojik aygıtlarından bahsederken eğitimi temel mekanizmalardan biri olarak ele alır. Biçimlendiren, hakim olan ideolojik yapıyı aktaran önemli bir araç. Pek çok başka bileşenle iç içe geçerek, ama hiçbir zaman tek başına değil, bunu bir nebze gerçekleştirir de. Ancak bu yeterli olsa, ya da temel neden bu olsa özel okulların sadece sekülerler arasında revaçta olması beklenirdi. Öyle olmadığını biliyoruz, muhafazakar-dindar kesim de özel okulları tercih ediyor. Demek ki özel okulları “seküler” / “daha az seküler” olmanın dışında popüler kılan başka şeyler olmalı, bu iki kesimi de birbirine bağlayan şeyler, ortaklıklar. Buna sınıf diyoruz.
Sınıfsal aidiyetin kendine has göstergeleri var, okul da bunlardan biri. “Çocuk hangi okula gidiyor?” sorusunun cevabı sınıfsal ayrışmanın da düzeyini gösteriyor: Neye sahibiz, ne kadar yapabiliyoruz, ne kadar yakınız ya da ne kadar uzağız? Statü bildirir gibi. Salt çocuklar değil (okulların sağlamış olduğu ilişki ağları-kültürel bağlar çocukların sosyal-kültürel çevresini etkiliyor elbette), ebeveynler de okul üzerinden “seçkin” bir konum elde edebilirler. Yığın ile ayrı olduğunu bilmek ve bunu göstermek.
- Devlet okullarında eğitim kalitesinin, başarının düşük olması. Kalabalık sınıflar, sınırlı sayıda ders, spor olanaklarının azlığı, alt yapıdaki eksiklikler, vb.
Başarı nasıl ölçülüyor? LGS, ÖSYM sonuçları bir gösterge olarak ele alınacaksa devlet okulları ile özel okullar arasında radikal bir fark var mı? Varsa da bu fark özel okullar lehine mi? Muhtemelen başarı göstergeleri bunlar değil artık. Yurtdışındaki üniversitelerden kabul almak, dil becerisi, uluslararası alana çıkmak ve o alanın gerektirdiği yeteneklere sahip olmak hakim başarı göstergeleri haline geldi.
Bu gerekçelerin üzerinde inşa edildiği şey ise inanç, özel okulların çocukların kurtuluşu olduğuna duyduğumuz inanç ve bu olanağı sunmadığımız zaman geleceğin kabusa döneceğine dair korku. Bazen umut bazen de korku inancı besler. Günümüzde hakim olan şey korku. Başka hiçbir şeyin bunu sağlayamayacağına dair oluşmuş/oluşturduğumuz, her geçen gün güçlenen kanı. Ya yereldeki(ulusal olarak anlayın) mevcut güç ilişkilerinin içinde yer alacaksın böylelikle yerel düzeyde kendine yer bulacaksın, bunun nasıl mümkün olduğunu-olmadığını hepimiz biliyoruz; ya da uluslararası alana çıkacaksın. İkincisi farklı olmayı gerektiriyor, en azından genel görüş bu. Çocuklara söylediğimiz cümleler şuna benziyor sanki “Başkasında olmayana sahip ol. Ortalamanın içinde eriyip gitme. Aksi takdirde kendine yer bulman zor”.
Sekülerler için yönetici elitlerin değişmesiyle kapanan kamu, kimi zaman özel sektör kapılarının yerine global piyasa denilen kapıyı açma uğraşı; muhafazakarlar için ise o elitin içinden sıyrılma, aynı ağın içinde bulunan insanların bir adım önüne geçebilmenin bir yolu.
Öte yandan çoğunluk özel okulun yolunu tuttuğunda, okulun yaratmış olduğu değer de kendiliğinden aşınır. O noktada ikinci aşamaya geçilir: “En iyi özel okul hangisi? Kaynaklarımız neye yeterli?” “Bizim kaynaklarımız yeterli değilse aileden kimler harekete geçirilebilir?” Okul-çocuk için tüm kaynaklar seferber edilir.
Bu gerekçelerin üzerinde inşa edildiği diğer şey ise kolektif taleplerin gözden düşmesi, inanç yitimi. Hakim olan hegemonik görüşler kamusal-parasız-anadilde eğitimin dile getirilmesine uygun değil. Bu yaklaşım bir yanıyla benzemeyi gerektiriyor. Şu an hakim olan söylem ise “farklılık” ve “seçkincilik”. Olmayanı olabilmek. Sadece eğitimde değil, sağlıkta da aynı eğilim söz konusu değil mi? Ücretimizin dörtte biri SGK adı altında kesilirken, özel sağlık sigortası yaptırmayı zorunluluk olarak görmek…. Özel sağlık sigortası yaptıranların gün geçtikçe artması kamusal hizmetlerin yapısal sorunlarıyla mı ilgili sadece, yoksa özel sigortanın ve gidilen mekanların bize dair bir şeyler söylemesiyle mi?
Devlet okullarında eğitimin kalitesinin düşük olması, altyapı yetersizliği kamusal eğitime yönelik bir talep olarak formüle edilmiyor. Örneğin tam gün eğitim, ilkokuldan başlayarak ikinci bir dilin öğretilmesi, temizlik hizmetlerinin yaygınlaştırılması talep düzeyinde ortaya çıkmıyor. Kağıt üstünde fazlasıyla yer alan, raporlar yazılan, haberlere konu olan, dile getirilen bu talepler kendisine alıcı bulmuyor. Söylemsel düzeyde herkes tarafından sahiplenilen ama pratiğe yön vermeyen talepler. Söylem/eylem arasındaki karşıtlık ilk defa karşılaştığımız bir durum değil. Yapabiliyorsak çocuğu özel okula gönderiyoruz ve rahat bir nefes alıyoruz. Çocuğa karşı sorumluluğumuzu yerine getirmiş olmanın verdiği bir rahatlama. Kamusal eğitim yoksulların sorununa dönüşüyor ki hepimiz toplumsal taleplere-hareketlere en altta bulunanların, kent yoksullarının öncülük etmediğini-edemediğini biliyoruz.
Anadilde eğitim talebi ise, daha ayrıntılı ele alınmalı elbette, ama şimdilik seçmeli ders arasında eriyip gittiği söylenebilir. 2023-2024 eğitim öğretim döneminde toplam 24 bin 60 öğrenci Yaşayan Diller ve Lehçeler dersini seçmiş. Çoğunlukla Kürtçe olmak üzere, 20 bin 379'u Kurmancî, 2 bin 607'si ise Zazakî. Haberden anladığımıza göre 2015 de bu rakam 80 bin imiş. Devlet okullarında olduğu gibi özel okullarda da seçmeli dil dersi verilebilir. Ama hiç birimiz bunu biliyor gibi değiliz, eğitime dair her şeyi bilirken. Ya da milyonlar verdiğimiz özel okullardan seçmeli ders, örneğin Kürtçe, talebinde bulunmayı düşünmüyoruz-istemiyoruz demek daha doğru. Çünkü çocukları ileriye taşıyacak olan şey Kürtçe değil, başka şeyler, başka diller olduğu inancı içimize işlemiş durumda. Kürtçe eğitim talebi yoksul Kürtlerin talebi olsa gerek, mevcut tablo böyle olduğunu gösteriyor. Evet, burada devletin zorunu bir tarafa bırakıyorum, oraya yeterince bakılıyor çünkü.
Son olarak, özel okullar ebeveynler için kurtuluş mu? Eğitime dair kaygılarımızı azaltıyor mu, çocuğun geleceğini daha mı az düşünüyoruz? Maalesef hayır. Tam bir günü bulan okul toplantıları (o kadar para verince çocukla ilgilenildiğinin gösterilmesi gerekiyor sonuçta), öğretmen-veli grupları, hafta içi yetmezmiş gibi hafta sonunda da devam eden kurslar…. Kaygıyı azaltmak şöyle dursun artırıyor. Merkez çocuktur ve sizden beklenen onun etrafında dönmeniz. Dışlanma olanaklar arasında olsa da bu kolay kolay tercih edilmez. O okula gönderirken benzediğinizi söylemişsinizdir zaten, şimdi geriye sizi çekmek kalıyor. Direnmek anlamsız. Annemiz-babamız bizi en yakın devlet okuluna gönderir, bunun dışında bir şey düşünmezdi. Başka uğraşları mı vardı? Bizlerin başka uğraşı mı kalmadı? Hayata dair kaygıları mı daha azdı? Ya da beklentileri? Korku nedir bilmiyorlar mıydı? Topluma güvenleri mi vardı? Herhangi biri olmanın/olmamızın sıkıntısından habersizler miydi?