Anadolu: Maktul diller mezarlığı-1

Dilin ilk vatanı ana rahmidir. Ana karnında bebek konuşulanları muğlak bir biçimde duyar ve dille, ana(nın) diliyle tanışıklık rahimde başlar.

Abone ol

Şahap Eraslan*

Yeryüzünde binlerce dil olduğu tahmin ediliyor. İbrahimî din anlatısına göre Âdem ve Havva nesnelere ve canlılara isimler veriyor, dili yaratıyorlar. Kitabı Mukaddes’e göre, Tanrı Babil’e inerek insanları çok dilli olmaya, dolayısıyla birbirlerini anlamamaya mahkûm etmiştir. Dillerin çokluğu, bu anlatıya göre aslında bir cezadır…

Bu yazıda, anadil ve Kürtçe üzerine yapılan tartışmalara başka bir açıdan bakmayı deneyeceğim. Anadilin ve ikinci dilin anlamları üzerine çağrışımsal bir metin bu...

VATANIN ANLAMI VE DİLİN VATANI

Kutsal olarak nitelendirilen vatanın kanlı, kanla yıkanmış bir toprak olması sadece bizim kan düşkünü bir kültürde sosyalleşmemizle ilişkilidir. Sevinçlerimizde kurbanlar keserek, sevinçlerimize kan sürerek eğlenebiliyoruz. Düğün ve derneklerimiz de kanlı; belki de bu yüzden kirve kucaklarına kan döker, gerdek gecelerinde kan ararız. Vatanın kanlı, kanımızın döküldüğü bir yer olması, ırkçı söylemde gizlenen bir gerçeği de gözler önüne serer: “Vatan kan döktüğümüz ve dökebildiğimiz yerdir!” Mithat Cemal Kuntay’ın sözünü ettiği “vatan” sorgulanmaz ve uğruna ölünen bir coğrafya gibi gözükür. Vatan, yaşam ve yaşamın oluştuğu coğrafyadır aslında; kanlı bir yer olması gerekmez.

Vatan, yaşam alanımız ve bu alanda oluşan anılarımızla ilişkiliyse, bir grubun ya da ulusun, ilişkisinin olmadığı kocaman bir mekan nasıl vatanı olabilir? Aydınlı bir öğretmen için, hayatında gitmediği, gitmeyeceği ve hiçbir ilişkisinin olmadığı bir mekan -mesela Rize- nasıl vatanı olabilir? Ya da Balıkesirli bir emekli memur Van için ölümü göze almayı nasıl ve neden savunabilir? Son yüzyıllarda ulus, ulus devlet ve ulusalcılığın bir kurgusu bu: Ulus nasıl “Hayalî bir cemaat” ise (Benedict Anderson), vatan da bu hayalî cemaatin yaşam alanı olan bir kurgudur. Ulus ideolojisi eğitimiyle bize bu hayal (bu hayal bir homojenliği de içerir) belletiliyor ve biz yıllarca bu anlatıyı içselleştiriyoruz. Vatan, grubun kurgulanmış bir mekanıdır aslında. Reel olarak ilişki kurmadığımız, kurguyla özdeşleşerek hayalî bir bağ kurduğumuz mekandır. Böyle bir özdeşleşme insanlarda uğruna ölünebilir bir mekân tasarımını ortaya çıkarabiliyor.

Bunlar size ne kadar saçma gelse de bizde vatan bayağı kurgudur. Bin yıl önce terk ettiğimiz, haritada bile yerini bulmakta zorlandığımız Orta Asya bile hâlâ “Anavatan”ımız değil mi? Hiçbir ilişkimiz olmayan, duygusal bir bağ kuramadığımız mekan nasıl vatan oluyor? Biz vatanı da bir aile gibi kurgularız: Bizim “ana” vatanımız (Orta Asya), “yavru” vatanımız (Kıbrıs), reel vatanımız (Anadolu), “karnımızın doyduğu yer” olarak vatan tayin edildiğimiz yer, seçilmiş vatanımız (Almanya, Hollanda), hayalimizdeki vatan (Amerika, Kanada), yazlık vatanımız (Didim, Kuşadası) var... Bu kadar vatan size problemli gelmiyor mu? Bir yerlerde “yarı göçebelik” tanımının bilimsel olmadığını okumuştum. Bilimde bile bu halimize, yurtsuz ama çok yurtlu bu garip halimize henüz isim bulunamamış. Çoğumuzun nereli olduğunun bile yanıtı yok... “Ben İzmir’de okuyorum, ailem Ankara’da oturuyor, orada doğdum ve büyüdüm. Annem aslen Elazığlı, onun ailesi de Kars’tan Elazığ’a göçmüş. Aslen Karapapak. Okul bitince Kanada’ya gitmeyi deneyeceğim…” Bu türden anlatımlar size de tanıdık geliyor mu? Bu insan nereli? İsmimizin önüne eklediğimiz “hakiki”, “öz” ya da bazen “aslen” söylemi bu yurtsuzluğumuzu ya da çok yurtluluğumuzu gizleme biçimi mi? Aslında hibrit (melez) bir vatanımız ve kimliğimiz olduğunu kabul etsek, çok kültürlü ve çok kimlikli olmanın zenginliğini fark etsek, bu mono vatan, mono kültür, mono kimlik derdinden vazgeçsek rahatlarız belki de: Bazen Sivaslı, bazen Ankaralı, bir yanımız da Trabzonlu...

BİR VATAN OLARAK ANA RAHMİ VE DİL

Birey için ilk vatan anasının rahmidir, sonra anasının koynu ve kucağı... Her insanın vatanı aslında anılarıdır; vatan çocukluğumuzdur. Edip Cansever haklı: “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor.” Bu çocukluk ve bu anılar bir mekanda yaşandığından, biz bu mekanı çoğu kez vatan sanıyoruz; mekanı dış belleğe dönüştürür ve onun üzerinden anımsarız çünkü. Çocukluğumuzu yaşadığımız bu mekanla duygusal ilişki ve bağ kurarız ve onu sahipleniriz. Ayağımızın takıldığı ve düştüğümüz yer, aşık olduğumuz komşu kızının oturduğu ev, ağaçlarından erik çaldığımız bahçe... İşte biz bu anıları anımsarken belli mekanlarla anımsarız ve böylece bu mekanlar bizim dış belleğimiz işlevini görür. Bu mekana sahip çıkmamız, kendimizi ve anılarımızı da sahiplenmek anlamına gelir...

Dilin de ilk vatanı ana rahmidir. Ana karnında bebek konuşulanları muğlak bir biçimde duyar ve dille, ana(nın) diliyle tanışıklık rahimde başlar. Dilin ilk okulu anne kucağıdır, anneyle bakışmaların ayna gibi kullanılması ve bebeğin bu ayna fonksiyonu üzerinden kendini tanıması da aynı dönemde gerçekleşir. Bebek anneyle duygusal bir bağ kurarken, dille de duygusal derin bir ilişki kurar. Annenin hareketleri ve onunla konuşurken oluşan ritim üzerinden de tanışır dille. Dili, anneyi ve ana dilini, annesinin kendisiyle konuşurken algıladığı sıcaklık üzerinden sever. Her bebek anne ve onun dili üzerinden kendi olur. ‘Kendi’ ve ‘ben’ dediğimiz şeyler annenin adlandırmasıyla olur. Bir bebek acıktığı için ağladığında acıktığının bilincinde değildir, sadece keyifsizdir. Acıktığı için, midesinin sinyallerini anlamlandıramadığı için keyifsizdir. Ağlayarak bu keyifsizliği dillendirir. İşte anne çocuğuna yaklaşırken, “Ay benim kızım/oğlum acıkmış mı?” diyerek çocuğun durumunu, halini, duygusunu adlandırarak çocuğun ‘kendi’sini tanımasını sağlar. Böylece çocuk ‘ben’ ve ‘kendilik’ sistemini oluşturur.

ANA DİLİ ASLINDA YABANCI BİR DİLDİR

Ana dilimizi dışımızdaki ‘ben olmayan’ birinden, yani anneden öğreniriz; bu bağlamda ana dili aslında yabancı bir dildir. Doğduğumuzda annenin sesi ve konuştuğu dil, ana rahminde duyduğumuz ve alıştığımız bir dildir aynı zamanda. Böylelikle tanıdık bir yanı da vardır. Bebek, anne kendisinin dilini öğrenmeden annenin dilini öğrenmez. Anne bebeğin farklı ağlamalarını deşifre ederek, az sayıdaki iletişim araçlarını tercüme edip anlamlandırarak onun dilini öğrenir ve iletişimine yanıtlar verir. Daha sonra ise bebek ve anne aktif olarak annenin dilini öğrenmeye başlarlar. Anne bebeğin dilini öğrenirken onun dilini kendi diline tercüme ederek bebeğe ana dilini öğretir. Örneğin bebeğin ağlamasını duyduğunda onu kendi diline tercüme ederken, “Benim canım kızım/oğlum acıkmış mı?” derken, işte tam da bu anlattığım şeyi yapıyordur. Bunu da genelde bebek dilinde, yani sesini yumuşatarak, bebeğin korkmayacağı biçime dönüştürerek, konuşma ritmini yavaşlatarak, sözcükleri tane tane söyleyerek, ses tonuna duygusallık, sıcaklık ve yumuşaklık katarak yapar.

‘Bebekçe’ her kültürde farkına varmadan öğrendiğimiz ve kullandığımız bir dildir. Bebekçeyi ana dilinizde öğrenmişseniz ve bunu yabancı bir dilde konuşmak zorunda kaldıysanız duygusal yoğunluk çoğu kez kayba uğrar. Sıcaklık ve duygusallık yapaylaşır. Çocuk bu yitiği, sahici olmayanı anlamlandıramaz ve bu arada bir karmaşa yaşayabilir. Bebekçe bir dil olmasına ve bu dil evrensel özellikler taşımasına rağmen, ana dilinin dışında konuşulduğunda bir sorun da oluşturur. Yani benim gibi Türk kültürünün hakim olduğu bir yerde büyüyen biri için, Alman bebekleri Almanca severken konuşulan dilde sorun vardır...

Psikanaliz eğitimimde “bebek gözlemleme” deneyimini yaparken, Alman bebek ve çocuklarla vakit geçirdiğim dönemde fark ettim bunu. Turistik gezilerde karşılaştığımız bebekleri sevmek ister ve bebekçe konuşurken bebek tarafından hem anlaşılır hem de anlaşılmayız. Çocuğu kendi ana dilimizde değil de yabancı bir dilde severken sanki biraz yapay bir şey oluşur. İşte işaret etmek istediğim şey de bu: Evrensel bir dil olan bebekçeyi konuşurken söz anlamında kullandığımız dil yabancı bir dilse, bebekle aramızda bir yabancılık ve yapaylık oluşuyor. Bu yabancılığın çocukta anlamlandıramadığı bir şaşkınlığa da yol açabileceğini söylemeye çalışıyorum. Kürtler, Tatarlar, Lazlar, Pomaklar bebekçeyi, ya da Diyarbakır’da Kürt çocukların gittiği kreşteki Türk eğitmen acaba bebek ve çocuk dilini nasıl konuşur?

ANADİL ANAVATAN DEĞİLSE

Göçmenlik ve göçmenliğin doğurduğu yeni durumlar bizi yer yer tahmin edemeyeceğimiz soru(n)larla karşı karşıya getirdi. Örneğin Almanya’da çocukların dil yeterliliğini sağlamak için bazı aileler çocuklarıyla, kendileri için yabancı bir dil olan Almanca konuşmaya başladı. Anne-babalar bir yandan kendilerini yurtlarında hissetmezken, diğer yandan eğitim dilini, yani ikinci dili anadilmişçesine çocuklarına aktardıklarında, çoğu kez pedagojik doğru adına ebeveyn-çocuk ilişkisinde duygusal bir yabancılık oluşabiliyor. Bebeğin yaşadıklarını bebeğe tercüme eden ve bunu adlandırarak bebeğin kendisini tanımasını sağlayan anne-baba, konuştuğu dili de tercüme etmek, tercüme edilen bir dilde çocuğuyla hakiki bir ilişki kurmayı denemek durumunda kalıyor. Duygusal sıcaklık tercüme edilmiş bir sıcaklık, hakiki gibi görünen ilişki de yapay bir pedagojik ilişki halini alıyor; mantıklı ve doğru bildiğimiz konuların duygusal alanda karşılığı ve tercümesi farklıdır çünkü.

Psikolojinin anlamı, psiko (ruh) logo (mantık). Ruhsal mantık çoğu kez başka, farklı bir mantıkla işliyor. Mantıklı olanın, pedagojik olanın psikolojide (ruhsal mantık) karşılığı farklı olabiliyor. Ana dilini terk eden ve çocuğuyla yabancı ikincil bir dilde ilişki kuran ebeveyn, dolaylı olarak kendi dilini ve kültürünü de değersiz kılıyor ve en azından ikinci dil kadar değerli bulmadığı mesajını veriyor. Aynısını bir Tatar, bir Laz ebeveynde de gözlemleyebiliriz. Hatta Kürtlerin anadil kavgaları, bu değersizleştirmeye karşı bir direnme olarak da algılanabilir. Yabancı dil konusunda sık sık dile getirilen bir şey vardır: “Bir lisan bir insan!” Bu, her dil için değil, sadece değerli sayılan diller için (Türkçe, İngilizce, Almanca) geçerlidir. İstanbul’da bir Türk’ün Zazaca kursuna gitmesinin sadece egzotik bir karşılığı var. Dominant kültürün kültürler hiyerarşisi kurma, bazı dilleri değerli, bazılarını ise değersiz ilan etme, tanımlama gücü var. İşte bu güç sorgulanmalı diye düşünüyorum.

*Psikanalist