Anadolu: Maktul diller mezarlığı-2

Bizim coğrafyamızda da Türkçenin lehçeleriyle birlikte Türkçe dışındaki diller de yok edildi. Bu açıdan bu coğrafya, aynı zamanda bir katledilmiş diller mezarlığıdır!

Abone ol

Şahap Eraslan*

Babil sendromu ya da duygusuz sözler

Psikanalizde ana dilinin öğrenilmemesi/öğretilmemesi konusunda çok çarpıcı sembolik bir söylem var: Bulgar kökenli edebiyat bilimci ve psikanalist Julia Kristeva, öğrenilen yabancı dilde bir “anne katli” olduğunu söyler. Berlin’de yaşayan yazar Emine Sevgi Özdamar’ın dil öğrenmeyle ilgili önemli bir tespiti vardır: Öğrenilen ikinci dilde (baba dili) “çocukluğun olmadığını” söyler. Eğitim için öğrendiğimiz, okulda öğretilen dilin çocukluğu ve buna bağlı duygulanımları yoktur. ‘Anne’ demeyi bir Türk çocuğu küçük yaşta, duygusal bir boyutla, çok çeşitli yaşanmışlıklar ve deneyimlerle öğrenir. Daha sonra Almanca öğrendiği ‘Mutter’ kelimesi de anne anlamına gelir ama başka bir açıdan bakılınca bu kelime, çocukluk deneyimlerinin eksikliğinden ötürü duygusal bir fakirliği de içerir. Sözcükleri teknik olarak öğrenirsiniz ve sözcüklerde derin duygular sınırlıdır...

Bir insan ana dilini öğrenirken aynı zamanda dil üzerinden bir kültürü ve o kültürün dilde depolanmış, bilinç ötesinde saklanan tarihini de öğrenir. Bir başka örnek vereyim: ‘Baba’ Almanca ‘vater’, İngilizce ‘dad’ anlamına gelir. Aynı anlamdadır bir yanıyla, ama diğer yanıyla “baba” bunlardan daha da fazla anlamlıdır. Birine kızdığımızda söylediğimiz Türkçe deyimler var: “Baba değsin!” Buradaki baba hastalık ve kötülük anlamına gelir. Ya da yemek yiyen birine “Baba, zıkkım ye” denir. Her baba lafını kullandığımızda dolaylı olarak babanın ‘kötü’ anlamını da söyleriz. Bu bağlamda dilin konserve gibi içinde sakladığı görünmez anlamları ve kolektif bilinç ötesindeki derinlik ikinci dilde çoğu kez yoktur. Yani ikinci dilin hibrit bir boyutu vardır; ikinci dilde bazen ilişkide olduğunuz grubun içinde, bazen dışında kalırsınız. (Bazı bilim insanları ikinci dil/baba dili derken okur-yazarlık dilini kast ediyorlar. Ben bu yazıda yazılı dilini baba dili olarak değil, ikincil konuşulan dil anlamında kullanıyorum.)

DİL KATLİAMININ BENDEKİ KARŞILIĞI

Biraz kendimden söz edeyim. Bu, benim kendimi önemsediğim, narsisist biri olduğum anlamına gelebilir. Bir yanıyla doğrudur bu. Ama bir psikanalist, çalışmalarına ve yaşamının başka alanlarına kendini de katar. Bizim “karşı aktarım” olarak kuramsallaştırdığımız ve terapilerimizde önemli bir yeri olan bir tekniktir bu. Bu anlamda dilden söz ederken kendi dil öğrenimimden ve dilsel gelişimimden söz etmek istiyorum. Ben en iyi kendimi tanıyorum; ‘öteki’ üzerine konuşmaktansa bu konuyla ilişkili olarak kendimden söz edeceğim...

Dokuz-on yaşlarındaydım. Okul tatiliydi. Tatil kasabadaki çocuklar için ana-babalarına yardım etmek, üretimin herhangi bir aşamasında görev almak demekti. Kasaba çocuklarının, üzerinde fazla durulmayan bir dramları vardır: Arada kalmışlıkları. Kentli değillerdir ve kentliliğe, kentli gibi olmaya özenmektedirler. Ancak artık köylü de değillerdir; tarlaya gitmek, çobanlık etmek yoktur hayatlarında. Kentliliğe özendiklerinden köylülükle ilişkilendirilmeye kızarlar. Ama kasabalı olmanın can sıkıcılığında bazen köy kültürüne, köylü olmaya da özenti vardır: Çobanlık etmek gibi, ehliyet alıp araba sürmek mümkün olmayınca ata binerek kendini eğlendirmek gibi. Köy çocuklarının yaşantıları, zorunlu olarak bir işe yarıyor olmaları ve bu yolla oluşturdukları artık çocuk olmama halleri nedeniyle biraz da romantize edilir. Çocukken yetişkinliğe savrulmuş olmalarına yüklediğimiz romantizm, şehirliliğe özenirken aynı zamanda kentlilikten uzaklaşarak köylülüğe duyulan bir özlemdir…

O tatilde ailemin beni teyzemlere göndermeye karar vermesi üzerine bizim kasabanın uzağındaki bir köye gittim. Orada ata binmeyi öğrenecek, gece çobanlık yapan kuzenimle dışarıda korkusuz uyuyacaktım. Daha da önemlisi, okul dışında bir işe yaramayan biriyken işe yarayan biri olacak, çocukluğunu atlamış biri gibi ergen olacaktım...

Köye vardığımda şok oldum. Köyde Türkçeyi en iyi konuşan, söylediklerimin tamamını anlayan tek kişi, kasabadan köye gelin gitmiş teyzemdi. Adeta köyün Yaşar Kemal’i… Köydeki yaşlı kadınların hiçbiri tek kelime Türkçe bilmiyordu. Ömürlerini bu köyde geçirmiş, Türklerle hiç ilişkileri olmamış, belki kasabaya bile gitmemiş, Çetin Altan’ın söylediği gibi, “köyünün üç yüz metre ötesindeki mezarlığa gömülecek”, dünyaları sırf bu köyden oluşan, hiçbiri Türkçe bilmeyen yaşlı kadınlardı bunlar. Yalnız okula gitmiş olanlar ve bir de devletle, Türklerle ilişkisi olanlar Türkçe biliyor, o da sınırlı denebilecek seviyede. Yaşlı erkekler de “askerde” öğrendikleri Türkçeyle idare ediyorlar... Yani Türkiye’de Türkiye dışındaki bir köye gelmiştim sanki.

Teyzem köyün kadınlarına beni Kürtçe tanıtıyor, onlar bana bir şeyler söylüyor, beni okşayıp öpüp gidiyorlar. Sulu, şapur şupur öpüyorlar, tiksinip yanağımı siliyorum. Buna bile kızmayıp, mahcup olmayıp gülerek karşılık veriyorlar; kızmak, utanmak bana miras kalıyor. Türkçe bilenlerle tanıştırırken teyzem ben de anlayayım diye Türkçe konuşuyor: “Besse’nin oğlu.” Ben de itiraz ediyor, “Yeter’in oğluyum!” diyorum. Teyzem ve tanıştırıldığım insanlar gülüyorlar. Altüst oluyorum. Kıllı, kaba, pis, yabani, barbar Kürtler bunlar. Annem de onlardan biri. Dolayısıyla ben de onlardan biriyim! O zamanlar benim için mesele Besse ya da Yeter meselesi değil; Türk kalma, kesinlikle Kürt olmama meselesi. Geceleri uyuyamıyorum. Teyzemin ve bu insanların sevecenliği, yıllardır öğrendiklerim ve içselleştirdiklerimle örtüşmüyor. Bu yamyamlardan, vahşilerden korkuyorum... Diyeceğim, kısa pantolonlu bir kasaba çocuğu olarak gittiğim bu yerde köy romantizmi radikal ve olumsuz bir biçimde son buldu. O günlerden kalan ise, annemin asıl ismini on yaşında öğrenmiş olmanın hüznü...

Çocuk yaşta başka köye gelin giden kadınlar yıllarca o köyde yaşasalar ve geldikleri ailede anne olsalar bile “el kızı” olarak kalıyorlar. Annem de bizim sülalede uzun yıllar el kızı olarak yaşadı. “Bizden biri” olmak, Türk evin Türkleşmiş gelini olmak için çok uğraştı, ama “el kızı” ve “Kürt gelin” olmaktan kurtulamadı... Bizim köyün annemle ikircikli (Ambivalenz) bir ilişkisi vardı: Onu gelin almış ama onu dışlayan, onu tam olarak kabul etmeyen, entegre etmek istemeyen bir yanı vardı. Annemle bizim sülalenin ilişkisi düşmanca bir ilişki değildi, aksine çok olumluydu; ama anneme onun asla kendilerinden biri olamayacağı duygusunu veriyorlardı. Sülalenin kolektif narsisizmi buna izin vermiyordu; ‘el’ olanı entegre etmekte zorlanan bir kültürümüz var galiba. Doğrudan ya da dolaylı şekilde zorlayarak Müslüman yaptığımız Ermeni kökenliler de hâlâ “Gavur Ali” ya da “Gavur Osman” değiller mi? Onların binlerce yıldır bu topraklarda yaşamaları, Türkçe konuşmaları, oruç tutmaları, namaz kılmaları bile bizden biri olmalarına yetmiyor; bir yanları “el” ya da “gavur” kalıyor...

Yaşadığımız coğrafyada kendi kimliğinin ve dilinin radikal reddi ve kendisine yabancılaşmasıyla insan, hem kendiyle hem de çocuklarıyla arasına duygusal bir mesafe koymuş oluyor. Julia Kristeva’ya dönecek olursak: Ben tek kelime Kürtçe bilmiyorum. Benim hayatımda bir ‘ana’dil katli var... İşte bu durum bilinç ötemde de bir duygusal uzaklaşma anlamına geliyor. Emine Sevgi Özdamar’a dönecek olursak: Annem bana hiçbir zaman Kürtçe ninniler söylemedi. Benim annemden dinlediğim Türkçe ninnilerin annemde duygusal bir karşılığı yoktu, çünkü o annesinden o ninnileri dinlerken annesinin yaşadığı duygulanmaları içselleştirmişti. İşte bu içselleştirme bana aktarılamadı ve orada duygusal bir kırılma oldu. Annem bana bu bağlamda teknik ninniler söyledi. Psikanalizde sıkça yaşadığım bir şey var: İnsanlar çok öfkeli veya çok duygusal olduklarında bir yerden sonra bazı şeyleri kendi ana dillerinde söylemeye ihtiyaç duyuyorlar. Küfürler, aşka dair sözler, fıkralar galiba ana dilde başka renklere, tatlara bürünüyor... Örneğin “canım”ın benim bildiğim dillerde karşılığı yok. Buna benzer sözcükler başka dillerde de var. Annem bana “canım” dediğinde ben gerçekten onun “can”ıydım; ama “canım”ın duygusallık unsuru eksikti sanıyorum. Annem bana Türkçe “canım” derken “canım”ın Kürtçe karşılığını düşünüyordu; bu bağlamda, o kelimede ‘canım’ hem vardı, hem de biraz yoktu... Belki bu nedenden annemin en derin duygularla bana söyleyeceği Kürtçe “canım” yok hayatımda. Yurt dışında yaşayanlara, iki dilli büyüyenlere neden hangi dilde düş gördüğünü sorarız?

Bu anlattıklarımın benim bireysel travmam olduğunu, tek bir örnekten yola çıkarak bunları yazdığımı düşünebilirsiniz, ancak ben yıllardır Almanya’da göçmenlerle çalışıyorum. Göçmenlik ve anadil hep gündemde olan bir mesele. Bana yardım için gelenler de Türkiye kökenli. Bugüne kadar henüz bir Türk’le çalışamadım; Türk olarak psikanaliz veya psikoterapiye başlayanlar birkaç hafta sonra Çerkez, Laz, Kürt ya da Tatar oluyorlar! Türklüğü ortak kültürel kontekst olarak seçip bana gelenlerle bir süre sonra Türkiyeli konseptinde buluşuyoruz. Onların da hayatlarında bir Tatarca, bir Lazca, bir Zazaca, bir Kürtçe mezarları var. İçimiz diller üzerinden duygular mezarlığı...

Bazı Kürtlerin kendi dillerini konuşabilme ısrarı, kendini Türk olarak tanımlayan ve Türk hisseden ama iki kuşak öncesinde Tatar, Laz ya da Gürcü kökenli olan insanlarda bir travmatik anımsamaya yol açıyor: Kürtler, uygulanmak istenen asimilasyonun gereksizliğini, yapılan dolaylı ve dolaysız baskılara direnilebileceğini gösteriyorlar onlara. Bu durumda onların kendi asimilasyonları anlamsızlaşıyor. Türk kültürel kimliği, tıpkı diğer ulusal kimlikler gibi sorunlar ve çelişkiler içeriyor. Yani “hayalî bir cemaatin” (Benedict Anderson) hayalî bir kimliği... Kısacası ulus ve ulus grup kimliği, hayali kurgular. İşte bu nedenle Türk kimliği pek de güven duyamayacağınız bir kimlik. Bu güvensizlik biraz da bu asimilasyonla ilişkili belki de. Bu süreci yaşamış insanlar kendi yeni kimlikleriyle fazla özdeşleşip (Überidentifizierung) kendi geçmişlerinden hızlıca uzaklaşmak eğilimindeler. Irkçılık asimile olanlarda daha radikal bir biçimde ortaya çıkıyor. “Hakiki” ve “tarih boyunca” Türk/Alman/Leh olma telaşı ırkçılıkla sonuçlanabiliyor. Belki de bu nedenle bazı insanlar dış dünyayı dış belleğe dönüştürerek kendilerine Türk olduklarını sürekli ispat etme gereği duyuyorlar...

Anavatanlarının Orta Asya olduğunu söyleyen bir topluluk bin yıldır yaşadığı coğrafyayı henüz vatan yapamamış demektir. Belki bu nedenle evlerini, arabalarını, anahtarlıklarını, ofislerini ve yaşam alanlarını Türk bayraklarıyla donatıp, hatta yer yer derilerine dövme yaptırarak kendilerine Türk olduklarını ‘ispat’ ediyorlar. Belki de yine aynı nedenle sürekli marşlar söyleyerek Türklüklerinden emin olmak istiyor ve aidiyetlerini bu yollarla güçlendirmeyi deniyorlar. Bu türden vurgularla asimilasyonun derinlerdeki acısını örtmeyi seçiyorlar. Hz. Musa’nın öğüdünü, “geldiği yeri unutmuş” olmanın mahcubiyetini gizliyorlar belki de. Sizler de tanık olmuşsunuzdur, bir Laz’ın, bir Tatar’ın “aslında ben de Laz’ım, ben de Tatar’ım” dediği andaki o sevecen haline; kimliğinde kaybolduğunu sandığı, ama bir yerlerde gizli tuttuğu yanını itiraf etmenin verdiği o gururun yüzlerine yansıyışına; Laz, Tatar ya da Kürt olmanın bir tehdit değil de bir zenginlik olarak yaşandığı o ana... Psikanalizden şunu biliyoruz: Kendinden emin olan insanlar günlük yaşamlarını birtakım sembollerle donatmaya gerek duymazlar. Aslında Kürtlerle yaşanan bu savaşta Türkler kendi kimliklerinden kendileri de emin olma çabasındalar. Kendilerine tarih arayışı içinde olmaları ve temiz ve uzun tarih kurgularıyla kendi asıl geçmişlerini temize çekmeyi deniyorlar. İki kuşak öncenin Lazları ve Gürcüleri, “binlerce yıllık bir geçmiş” senaryosunun oyuncuları haline geliyor ve kendilerine bir Türk tarihi uyduruyorlar.

Yeni Zelanda yerlilerinin yaşadığı bir köyde, yani bir Kürt’le karşılaşacağımızı hayal bile edemeyeceğimiz bir ortamda, iki insanın kendi aralarındaki konuşmaya düşmanca değil de ilgi göstererek yaklaşabiliriz. Bizim bu iki kişiye düşmanca tutumumuz, bu iki kişinin Kürt olduğunu öğrendiğimizde başlıyor. Kürtçeyi kursta öğrenmiş bir Alman Türklere ilginç bile gelebilir. Almanca konuşan bir İngiliz Kürtçe konuşan bir Kürt kadar itici olmayabilir. Türkler bir dil olarak Kürtçeye karşı ya da düşman değiller; sorun, bu dili konuşanların Kürt olmasıyla başlıyor. Kürtleri ve Türkleri tanımayan, onlarla hiç ilişkisi olmamış bir Vietnamlı için Kürtçe ve Türkçe benzer diller. Bu anlamda bu dillere karşı tavrı tarafsızdır ve diller hiyerarşisinde iki dili de aynı düzeyde görebilir. Dile karşı tutumumuzu, o dili konuşanlarla olan ilişkimizin duygusal boyutu belirler.

Yolda bulduğunuz, Kürtçe olduğunu bilmediğiniz bir kitabı sevmek ya da düşman olmak gibi bir tutumunuz olamaz, çünkü bu kitap sizin için anlamadığınız sembollerle (yazılı Kürtçe sözler) doludur ve Kürtçe bilmediğinizden sizin için hiçbir anlamı yoktur... İletişim kuramcısı Paul Watzlawick iletişimi bir daire biçiminde kurgular. Yani bir iletişimin nerede başladığı ya da bittiği belirsizdir. Türklerin Kürtlerle ilişkileri ve iletişimleri de öyle. Hikaye televizyonda Kürtçe söylenen bir sözle ya da metroda söylenen Kürtçe bir türküyle başlamıyor. Bu ilişki bin yıllık; devam eden ve edecek bir ilişki. “Kürt kardeşlerimiz” söylemi üzerinden de sürdüremeyeceğimiz bir ilişki... Bazı Türkler Kürtleri Kürt oldukları için sevemiyor, çünkü kardeşler arasında sadece sevmek üzerinden değil düşmanlık üzerinden yürüyen negatif bir ilişki de var. Kabil’in de Habil’i öldürdüğünü unutmayalım.

Bir ülkede yaşayanların milli ve dini aidiyetlerinden dolayı birbirlerini sevmek zorunda tutulmalarını öngören ulus devletin tutumu bu düşmanlığı körüklüyor: “Ya sev ya terk et!” Sevilmeyi zorlayanların, aynı zamanda sevimli olmak ve sevilmeyi hak edebilmek için de çabası çok az. Sevmenin öngörüldüğü kontekstte oluşuyor düşmanlık. Sevmek ulus devletin yasalarıyla oluşturulabilen, düzenlenebilen bir şey değil. Birbirimizi sevmek yerine eşit bir biçimde birlikte yaşamanın çerçevesinin yeniden çizilmesi gerekiyor belki de. Paul Watzlawick, iletişimde önemli olanın içerikten çok duygusal ilişki boyutunun olduğunu söyler; kardeşlik söyleminin, belirgin bir negatif ilişkinin ve hatta düşmanlığın olduğu bir ilişkide pek anlamı olmuyor.

Kürtçe konusu, teknik olarak bir eğitim dili edinme tartışması değil sadece; insan öyküleri ve travmaları, insanın kimliğine, kültürüne, geçmişine kendi hikayesine sahip çıkma tartışması aynı zamanda... Daniel Defoe romanında vardır: Robinson Crusoe gemisi battığı için bir adaya düşer; sonra karşılaştığı ilk insana, Cuma’ya, kendi dilini ve kurallarını dayatır. Kolonyal düşüncede olan bir durum, son yüzyıllarda ulus devletlerin oluşmasıyla çok doğal olarak algılanmaya başladı: Herkes dominant kültüre uyacak! Ulus devletler oluşturulurken dominant bir grup kendi dilini ve kültürünü de dominant kılıyor. Bu, dominant olan grubun diğer grupları asimile ederken o insanların dillerini de yok etmesi anlamına geliyor. Bizim coğrafyamızda da Türkçenin lehçeleriyle birlikte Türkçe dışındaki diller de yok edildi. Bu açıdan bu coğrafya, aynı zamanda bir katledilmiş diller mezarlığıdır!

Ulus devletin dilini öğrenmek, sorgulanamaz ve kutsal bir şeye dönüştü. Günümüzde başka bir roman yazma hayali olanlar var; batan gemiden kurtulan insanlar bir adaya düştüklerinde ilk olarak hangi dilde iletişim kuracaklarının uzlaşmasının derdinde olmalılar! Bir kültür diğerine kendi dilini ve kurallarını dayatmamalı, diller ve kültürler hiyerarşisi olmamalı... Çünkü günümüzde modernleştirilen faşizm ve ırkçılık kan, gen ve soy üzerinden değil, kültürel üstünlükle gerekçelendiriliyor; dil ve kültür üzerinden üstünlük vurgulanıyor. Dil ve kültür tartışmalarında bu ırkçı ve faşizan boyutu görmek gerek…

Dış göçle birlikte yurt dışında yaşayanlar için bir başka sorun daha vardır: Çocuklarımıza ana dillerini öğretebilir miyiz? Bir yandan ana dillerini, aynı zamanda da eğitim dilini öğretmeyi nasıl başarırız? Hz. Musa’nın kendi halkına öğütlediği ve ondan bu yana tekrarlanan bir öğreti var: Geldiğin yeri sakın unutma! Bu söylemde kültürel köklerin unutulmasının kültürel kimliklerin de unutulması anlamına geleceği, söz konusu grupların böylece yok olacağı endişesi saklı... Mısır’ı terk eden Yahudiler kendilerine yaşayabilecekleri güzel bir ülke ararken aralarındaki grup bağını bu ilke üzerinden sağladılar. Gittikleri yerde asimile olmaya direnmeleri, ortak kültür ve tarih anlatılarıyla mümkün oldu... “Geldiğin yeri unutma” sözü, ‘Değişimden kork!’ ve ‘Asimile olma!’ uyarısıdır biraz da. Türkler de yurtdışında dilleri üzerinden kültürlerini ve aidiyetlerini korumayı denediler, deniyorlar. Örneğin Almanya’da, anadilin önemine vurgu yapılarak Alman yetkili mercilerinin de teşvikiyle okullara Türkçe dersleri konuldu... Gelgelelim, anadilin ana sütü kadar helal ve hak olduğunu savunan bu Türkler, Kürtlerin Türkiye’de anadillerine genelde karşı çıktılar; Kürtlerin ana sütü haram olduğundan dilleri de haramdı adeta!

Berlin’in sokaklarını gezerken kamusal alanlardaki Türk yoğunluğunu görünce duygulananlar, Viyana’yı başka bir biçimde geçmenin gururunu yaşayanlar, arabalarını, anahtarlıklarını ve dükkanlarının duvarlarını Türk bayraklarıyla donatanlar ve birçok yer ve kurumda Türkçe açıklamaları okuyunca sevinenler ile, aynı zamanda, Kürtçe türkü söyleyenlere saldıranların, Suriyelilerin kendi Arap alfabelerini kamusal alanlarda kullanmalarından rahatsız olanların aynı insanlar olmasını anlamakta zorlanıyorum... Kendi dilini ve sembollerini kullanmak kötü bir şeyse, Almanya’da dokunaklı bir an yaşamanın manası ne? Berlin’de her yerde, ama her yerde Türkçeyi gururla konuşurken, İstanbul metrosunda Kürtçe şarkı mırıldanmaya tepki neden?

Birilerinin kendi aralarında anlamadığımız bir dili konuşmaları, bizim dışlanmamız anlamına geliyor ve biz bu dışlanma duygusuna tahammül edemediğimiz için paranoyak bir korkuya kapılarak, Kürtçe konuşan herkesin terör planlaması yaptığı sonucunu çıkarıyoruz. En son ne zamandı bilemiyorum, toplu halde şarkılar söylerdik. Bazen grup halinde oynaşan, kendi aralarında agresif şakalar yapan Arap gençleri gördüğümde biraz nostalji, biraz da kıskançlık hissediyorum. Ben kendi kalabalığımı, ağız dolusu gülmelerimi, toplu gülüşmeleri çoktan yitirdim. Belki de çoğumuz, bu yitirdiklerimizi metroda şarkı söyleyen Kürtler bize anımsattıkları için onlardan nefret ediyoruz; bir şeyi yitirdiğimiz, onu çok arayıp da bulamadığımızda bize bunları anımsatanlardan nefret ederiz çünkü. Kürt ve Arap nefretimiz belki de kendimizden nefrettir?

Eğitimimizi engelleyeceği gerekçesiyle bize anadilini öğretmeyen, bizi Türk gibi büyüten, Kürtlüğünü içinde katleden annem kısa bir süre önce öldü... Yaşadığı realite şöyleydi: Ortada bir kültür ve dil hiyerarşisi var ve bu hiyerarşide Kürt dili ve kültürü aşağılarda ve değersiz. Buna karşın Türkçe ya da İngilizce kıymetli diller. Bu düşünce insanın kendisini aşağılamasının ve değersizleştirmesinin önünü açarken, zaten bu realite Kürtleri ya asimilasyona ya da direnmeye itiyor. Annem asimilasyonunu bir gurur ve başarı unsuru olarak gördü. Türklük ona göre üstünlük demek olduğundan, bu üstün duruma ulaşması bir başarıydı. Türkler de anneme Türk olma lütfunda bulundukları için annemden minnet beklediler.

Gelişmek, psikanalitik anlamda özdeşleşerek, anne ve babaya ait duyguları, davranışları, bilinci ve bilinç ötesini içselleştirmemiz, kendimize eklemlememiz demektir aynı zamanda. Çocuk açısından bakarsak, çocuk da kendisini, kendi dilini ve kültürünü aşağılayan anneyle özdeşleşerek kendi içine alıyor. Kültürel kimliğimizdeki güvensizlik biraz da bu konuyla ilişkili. Asimile olurken anne-babalarımızın negatif, kendilerinde aşağıladıkları yanlarını da içselleştirdik, kendi bilinç ötemizin bir parçasına dönüştürdük. Bu anlattıklarım bilinç düzeyinde olmadığından, kendi kültürel ve ulusal kimliğimizdeki gölgenin farkına da varamıyoruz. Dillerin yok edilmesi, gelecek kuşaklarda kimlik güvensizliğine dönüşebiliyor. Tatar, Laz ve Gürcü kökenlilerin kendilerine her gün yeniden Türklük kanıtlama gerekliliği belki de bu yüzden…

Daha sonraları Kürtlerin kendilerini ifade etmeye başlamaları, bu nedenle şiddete maruz kalmaları, buna rağmen anadillerinde diretmeleri annemde de bir değişim yarattı. Annem çocukluğunun türkülerini ve ağıtlarını yeniden sahiplendi. Bana gelince... Annemin cenazesinde teyzem Kürtçe ağıtlar söyledi; ben hâlâ annesinin cenazesinde anadilinde söylenen ağıtı anlayamamış birisi olmanın mahcubiyetiyle yaşıyorum. Umarım yeryüzünde hiçbir insan bu acıyla yaşamak zorunda bırakılmaz.

Annemin mezarını yaptırırken kardeşim telefonda mezar taşına yazılacak metni okuyup fikrimi sordu. Epey zaman geçti ve hâlâ benim bir yanıtım yok. Bir insanın ismini annesiyle babası koyar ve öldüğünde bu isim yazılır mezar taşına... Besse ya da Yeter... Artık yeter! Yeryüzünde artık hiç kimse ismini ve kimliğini gizlemek ve baskılardan ötürü bunları değiştirmek zorunda kalmasın! Her evlat annesinin mezar taşına kendi anne ve babasının ona koyduğu adı yazabilsin ve benim gibi yıllarca yanıt bulma zorluğu çekmesin!

Son söz: Annem hem Besse hem Yeter galiba. İkisi de... Birçok insana Tatarca, Lazca, Çerkezce, Kürtçe borcumuz var. Bunu ödeyemeyiz biliyorum; ama borcumuzun olduğunu bilmemiz bile yeterli olur bazen...

*Psikanalist