Anayasacılık hareketleri tanımladığımız tarihsel serüveni ve bu serüven içerisinde modern anayasaları belirleyen üç kurum var: i. Kuvvetler ayrılığının tesisi ii. Hukuk devleti ilkesine bağlılık ve iii. Temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olması.
Son yirmi yılda, Türkiye de dahil olmak üzere sağ ve aşırı sağ siyasal iktidarların eylemleriyle bu üç belirleyenin tam karşısında anayasa yapım süreçlerini izliyoruz. Avrupa’da Macaristan ve Polonya bunun başını çekti. Macaristan önce 2011 Anayasası ardından da 2013 değişiklikleri ile hem yargı bağımsızlığı hem de temel hak ve özgürlükler bakımından anayasacılığı belirleyen ilkelerin karşısında yer alan bir anayasa politikası izledi. Polonya anayasayı değiştirmeden Anayasa Mahkemesi ekseninde başlayan tartışmalarla benzer bir yol izledi. Dünyanın farklı yerlerinde benzer yöntemleri izlediğimiz sürecin güncel aktörü İsrail. Sağcı hükümetin yargı üzerinde tam kontrol sağlamayı hedeflediği temel yasa niteliğindeki yasalardaki (İsrail’in bir yazılı anayasası yok) yürürlüğe giren değişiklikler, bu Eylül ayında mevcut değişikliklerle yetkileri kısıtlanan Yüksek Mahkeme’de görüşülecek. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama anayasa yoluyla karşı anayasacılık hareketlerinin dünya çapındaki yaygınlığını anlamak için bunlar yeterli sanıyorum. Bu yazıyı okuyacak olan Türkiyeli okurun yöntemlere ilişkin bilgisi, belki de adı anılan ülke yurttaşlarına göre çok daha fazladır.
Erdoğan’ın 12 Eylül tarihli açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla yeni yasama yılı, yine bir yeni anayasa tartışmasıyla başlayacak. Bu defa hazırlık süreçlerinin parti içinde tamamlandığı görüntüsü verilen bir metin üzerinde uzlaşı arama yöntemi izleneceği görüntüsü de veriliyor. Yeni anayasanın AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanan amacı, partinin sloganıyla uyumlu olarak Türkiye’nin yeni yüzyılında sivil bir anayasa yapmak. İşin süs kısmını geçip Türkiye’nin 2007 sonrası anayasal siyaset deneyimine ve dünyadaki karşı anayasacılık hareketlerine baktığımızda “yeni anayasa” söylemiyle inşa edilen anayasa siyasetinin neyi amaçladığına ilişkin kestirimlerde bulunmak zor değil.
Türkiye’de 2007’den başlayarak anayasa değişikliklerinin seyri izlendiğinde (2007 yılında cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesini düzenleyen değişiklik yoluyla yürütme gücü içinde cumhurbaşkanın etkisinin artması; 2010’da yargı erkinin bağımsızlığının ortadan kaldırılması; 2016’da yasama dokunulmazlığına ilişkin değişiklik ile yasama gücünün baskı altına alınması; 2017’de kuvvetler ayrılığını ilkesini ortadan kaldıran fiili durumun anayasallaşması) anayasacılık karşıtı bir anayasa siyasetinin temel uğraklarını zaten görüyoruz. Bu değişiklikleri yapan, bunları savunan parti ve liderinin “yeni anayasa” söylemi ile inşa edeceği anayasa siyasetinin yönü ve mahiyetinde bir değişikliğin olmayacağını söylemek gerekir. Fakat bununla sınırlı kalmamalıyız. Mevcut anayasa siyaseti, sadece anayasa değişikliklerine ilişkin değil. Aynı zamanda mevcut Anayasa’da yer alan anayasacılık ilkelerinin -kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, temel haklar ve özgürlüklerin güvence altında olması- pratikte hiçe sayıldığını da anayasa siyasetinin içinde görmek gerek. Örneğin Kavala ve Demirtaş davalarının gösterdiği gibi AİHM kararlarının uygulanmamasına yönelik oluşturulan iç içe geçmiş yargı çemberleri; Sezgin Tanrıkulu’nun ifadelerine karşı Cumhurbaşkanı tarafından verilen demecin gösterdiği gibi milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının demokratik devlet içindeki siyasi amacının ortadan kaldırılması, Cumartesi Anneleri eylemlerine yapılan müdahalelerin gösterdiği gibi temel hak ve özgürlüklere ilişkin güvencelerin hem de AYM kararına rağmen yok sayılması “yeni anayasa” siyasetinin hangi atmosfer içinde inşa edildiğini ortaya koymak için birçok örnek içinde en güncelleri. Dolayısıyla sadece değişiklik metinlerinin içeriğiyle ilgili değil; devlet örgütü içindeki hiyerarşide yer alanların eylemlerini hangi motivasyonun belirlediğiyle de ilgili olarak da anayasal siyasetten söz etmek durumdayız. Nihayetinde dünyanın en demokratik anayasasını da yapsanız; onun kim tarafından korunacağı sorunu ile karşı karşıya kalırsanız. Örneğin bir anayasa hükmü şöyle diyebilir: “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Bu anayasa ile bağlı olan bir cumhurbaşkanı da bir kişinin fiili ile ilgili yargıya şöyle seslenebilir: “Bunlara gereken dersi devlet olarak da yargı olarak da verme mükellefiyetimiz var.” Norm ve davranış arasındaki uyumsuzluk sistematik hale gelmiş ve herhangi bir yaptırımla karşılaşmıyorsa artık o normun etkili olduğundan bahsetmek mümkün değil; daha basitçe yapmaya gücü yettiği her şeyi yapabilen bir iktidarın fiili durumunu artık normun düzenlediği alan içindeki sınırlarda değerlendiremeyiz. Dolayısıyla bu fiili davranışlar da anayasa siyasetinin bir parçası haline gelir.
Bu hal içinde yeni anayasa tartışmasının mahiyetini öngörmek zor değil. Anayasacılık karşıtı fiili anayasa siyasetinin hukuki formda tartışılması, anayasal eşit yurttaşlık alanlarının (Mevcut fiili duruma bakara kadınlar ve LGBT+lar için başta olmak üzere, dinsel ve etnik azınlıklar) daraltılmasına ilişkin tartışmalar ile Türkiye’de anayasal kimliğin yeniden inşasına çalışılması.
Bu anayasa siyasetine karşı muhalefetin şimdiye kadar aldığı pozisyon anayasal siyaset geliştirememek oldu. Şimdilerde CHP’deki gelişmeler içinde tartışmaya yeniden açılan 2016 dokunulmazlık anayasa değişiklikleri, 2017 referandumundaki sayıma ilişkin sorunlar ya da en son Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’na karşı başlatılan kampanyada CHP yönetiminin tepkisi bu pozisyonun devam edeceğini gösteriyor. Eğer böyle olursa da “yeni anayasa” söylemi etrafında inşa edilecek yeni anayasa siyaseti, sonucu yeni bir anayasa olmasa da anayasacılık karşıtı “fiili anayasa”yı güçlendirecek gibi görünüyor.