Tahmin edildiği gibi yeni anayasa tartışmaları, “yeniden”
başladı. 2007 yılından beri karakteri belirginleşmiş AKP
anayasacılığının rejimi çeşitli yollarla dönüştürme çabasının en
önemli ayaklarından biri anayasa yapımı ya da anayasa yapımı
girişimleri oldu. Hem anayasa değişiklikleri hem de yeni anayasa
söyleminin inşası bu yönde kullanıldı. Ortaya yeniden atılan, “yeni
anayasa” girişiminin de gerçekleşse de bizzat gerçekleşmemek
üzerine kullanılsa da işlevinin bu olacağını öngörmek zor değil. Bu
nedenle gerek CHP’den gerek CHP listelerinden parlamentoya giren
AKP’den kopan partilerin “olumlu” değerlendirmelerini anlamak artık
gerçekten güç. Fakat AKP’nin “anayasa niyeti”ni gerek
karşılaştırmalı anayasacılığın son yıllarda sağladığı bilgilerle
gerekse de Türkiye’nin 2007’den bu yana aldığı mesafeyle analiz
etmek bir o kadar kolay.
Anayasa niyetini, anayasal niyetten ayırt ederek, onun
karşısında konumlanan bir ifade olarak kullanıyorum. Karşıtlığı
göstermek için şöyle basit örnekler söyleyebiliriz. Örneğin Türkiye
Devleti’nin dini İslam’dır gibi bir ifadenin anayasaya eklenmesi
niyeti, bir anayasa niyeti olarak okunabilir, ama anayasal
değildir. Ya da anayasa mahkemesini yürütme organına bağımlı
kılacak bir anayasa değişikliği niyeti, anayasal bir niyet olarak
anlaşılamaz. Benzer biçimde temel hak ve özgürlüklerin kullanımının
sınırlanmasına yönelik bir niyet de bir anayasal niyet değildir. Bu
örneklerden rahatça anlaşıldığını sanıyorum ki yeni anayasa niyeti,
anayasal olmayabilir; yani anayasacılığın olmazsa olmazları olan
kuvvetler ayrılığı ve temel hak ve özgürlüklerin korunmasına
yönelmeyebilir. İşte bu anayasal olmayan anayasa niyetleri,
2000’lerin ilk çeyreğinde ortaya çıkan post faşist rejimlerin ortak
özelliği. Anayasa değiştirme çoğunluğuna sahip rejimlerde anayasa
değişiklikleri yoluyla, henüz bu çoğunluğa sahip olmayanların
anayasa gücündeki yasama ya da yürütme eylemleriyle giriştikleri bu
anayasa niyeti ise “anayasa karşıtı” bir nitelik taşıyor. Bu
nedenle bu anayasa niyetlerini, anti anayasacılık, karşıt
anayasacılık, suistimalci anayasacılık olarak tanımlayan yazarlar
var.
AKP iktidarlarında bu niyetin uygulanmasının çeşitli araç ve
yöntemlerine tanık olduk. Örneğin 2007’de cumhurbaşkanının halk
tarafından seçilmesi için yapılan anayasa değişikliği, parlamentoda
cumhurbaşkanı seçilememesinin yarattığı krizin fırsata
çevrilmesiyle referanduma taşınarak gerçekleşti. Yürütme gücünün
tek elde toplanmasının ilk hamlesi, Türkiye sağının en az elli
yıllık hayaliydi. 2010 anayasa değişiklikleri, Andrew Arato’nun çok
güzel tanımıyla soğanın cücüğünü saklamak üzere paketlenmişti, asıl
amaç yargıyı yürütme organına bağımlı kılmaktı. 2017 anayasa
değişiklikleri OHAL koşullarında ve OHAL uygulamalarının baskısı
altında pek paketlemeye de gerek duymadan açıkça yürütme organını
tek kişide toplamak ve yasama ile yargıyı pasifize etmek üzere
kurgulanmıştı. Tabii bir de “yeni anayasa” söyleminin 2007’den beri
inşası var. Bu inşanın özünde Erdoğanizmin milleti vardı, o
milletin değerlerinin yansıdığı anayasa! Anayasal niyetin tam
aksine çoğunluğun azınlığa hükmettiği anayasa! Demokrasi kavramı,
sağdan soldan eklektik olarak beslenen bu ideolojik hatta
biçimlendirildikten sonra inşa edilen, demokratik, sivil benzeri
kavramlarla paketlenen yeni anayasa! İşte bu “yeni anayasa” söylemi
inşasının işlevi de Türkiye’de mevcut anayasal niyetlerin altını
oymada, ülkeyi anayasasızlaştırmada somut olarak ortaya çıkmıştır.
Yürütme organında görevli kişilerin, anayasadaki kurallara göre
iktidara gelmiş olmalarına rağmen bu anayasayı tanımıyorum,
uymuyorum; bu anayasa meşru ve geçerli değildir diyebilmelerinin
altında da söylemin inşasının başarısı vardır.
Anayasayı değiştirme kudretiyle donatılmış bir iktidarın – ki bu
kudret Türkiye’de parlamento, cumhurbaşkanı ve seçmenler arasında
paylaştırılmıştır- anayasa niyeti ile anayasal niyeti arasında
ayrım yapmak bu bakımdan önemli. Türkiye’de mevcut anayasal normlar
tanınmadan; örneğin anayasanın 90. maddesinin gereği yerine
getirilmeyerek AİHM’nin kararlarını uygulamayan dolayısıyla Kavala
ve Demirtaş’ta cisimleşen siyasi rehineliği sistematik hale
getiren, Anayasanın 26. Maddesindeki düşünceyi yayma hürriyetini
AİHM içtihadına rağmen TCK 299 gibi çeşitli araçlarla sistematik
olarak durduran, anayasanın 34. Maddesindeki toplantı ve gösteri
yürüyüşü hakkını fiilen durduran, örneğin Cumartesi
Annelerinin/İnsanlarının toplanmasına AYM kararına rağmen her hafta
engelleyen, temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasının anayasal
rejimini her defasında kendi çıkarına göre delip geçen, yüksek
yargıya ilişkin seçme prosedürlerini İrfan Fidan’ın AYM üyeliğine
atanmasında görüldüğü gibi kağıt üzerinde uygulayan; kısaca
kuvvetler ayrılığına ve temel haklar ve özgürlüklerin korunmasına
yönelmeyen bir anayasa niyeti anayasal olamaz.
Yeni anayasa söyleminin yürütme tarafından tekrar inşası
karşısında yapılacak olan anayasal niyetlerin sorgulanmasıdır. Yani
temel tartışma sanıldığı gibi ilk dört maddeye dokunulup
dokunulmayacağı değildir, teknik olarak ilk dört maddeye hiç
dokunmadan Türkiye’nin rejiminin değiştirileceğini 2007’den beri
deneyimliyoruz. 2. Maddede laiklik yazıyor olabilir, ama laiklik
karşıtı uygulamalar Türkiye’de neredeyse norm haline gelmiştir. 2.
Maddede demokratik devlet yazıyor olabilir ama Türkiye’de siyasal
hak ve özgürlüklerin kullanımına bakıldığında demokrasinin olmazsa
olmazlarının uygulamada askıda olduğunu tecrübe ediyoruz.
Dolayısıyla temel tartışma, yeni anayasa söylemine karşı anayasal
niyetlerin oluşturulmasıdır. Muhalefetin “olumlu” -bkz. Erdoğan Toprak’ın
açıklamaları- çıkışlarına anlam veremememin sebebi budur.
AİHM kararları uygulanmadan, toplantı ve gösteri yürüyüşleri
özgürlüğü güvenceye alınmadan, Can Atalay örneğinde olduğu gibi
seçme ve seçilme hakkının gerekleri yerine getirilmeden, TCK 299
gibi anayasaya aykırı kanunlar değiştirilmeden, ayrımcılık
yasağının gerektirdiği düzenlemeler yapılmadan, mevzuattaki
anayasaya aykırı olağanüstü araçlar temizlenmeden yeni anayasa
yapılamaz; “yeni anayasa ancak anayasal niyetler üzerine inşa
edilebilir” diyebilmek bu kadar zor mudur?