Anayasa tartışmaları ve dedikodularına Magna Carta’dan bakmak: 'Kralını tanımam!'
Anayasası olmayan ama demokratik güçler ayrılığının olduğu yerde sıradan vatandaş “kralını tanımaz” ancak Anayasanın olduğu fakat güçler ayrılığının ortadan kalktığı yerde “Kral kimseyi tanımaz!”
İngiltere bir ‘anayasa’ devletidir, fakat yazılı anayasası yoktur. Yani bir ülkede anayasanın var olması o ülkeyi demokratik yapmaz. Hukukun Üstünlüğü Endeksinde ilk iki sırada Norveç ve Danimarka var. Bu ülkelerin ikisi de monarşi!
Bu tip ülkelerde kraliyet sistemi temsili ve dengeleyici bir unsur olarak durmaktadır. Yetki seçilmiş hükumetlerdedir. Bir rejimin adında Cumhuriyet olması onda halk iktidarı olduğu anlamına gelmez. Eğer denetleyici ve dengeleyici bir mekanizma yoksa, tüm güç tek elde toplanmışsa orada anayasa vardır ama demokrasi yoktur. Ama denge ve denetleyici bir sistem varsa anayasa olmasa bile demokrasi işleyebilir. Hukukun Üstünlüğü ve İnsan Hakları Sıralamalarında en alt sıralarında yer alan Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin adında ise hem ‘demokrasi’ hem de ‘Cumhuriyet’ var! Bir not olarak düşelim; bizde kaldırılan saltanat çok farklıydı çünkü o sistemde halk, ümmet ve padişahın “malıydı”, yani bize en uygun olan, Meclisin seçtiği bir cumhurbaşkanı ve halkın seçtiği TBMM üyelerinin seçimiydi. İngiltere, Norveç, Danimarka gibi ülkelerde bu yapılar ‘birleştirici’ rolüyle sınırlandırılmışken bizde tam tersi ikilik yaratacaktı.
Mesela AK Parti’nin “altın yılları” olarak nitelenen 2002-2007 arası süreçte Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’di ve yetkileri sınırlıydı. Devlette tüm aksaklıklarına rağmen dengeleyici bir mekanizmanın olması işleyişi mümkün kılıyordu. Ama demokrasi amaç değil, araçtı…
ANAYASA TALEBİ KİMDEN GELİYOR?
Kapitalist parlamenter sistemde Anayasa ile sınıflar arasında ilişki bulunur. Teoride burjuva, bürokrasi, parlamento ve işçi sınıfı arasında ‘uzlaşılması gereken’ ortak bir metin olması nedeniyle içeriği kadar nasıl yapıldığı da önemlidir. Örneğin genel olarak ülkenin en iyi Anayasası olarak nitelenen 1961 Anayasa’sı tüm kesimlerin onayı olmadığı için hep tartışma konusu oldu. 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte de sermaye ve askeri bürokrasi, sendikaları ve örgütlü solu dağıtmak için 1982 Anayasası'nı yaptı.
Seçmenin büyük çoğunluğunda yeni bir anayasa talebi yok. Anayasa ilk defa mı delindi? AYM kararları ilk kez mi tanınmadı? Danıştay kararları ilk kez mi uygulanmadı? Bunlara yönelik bir tepki veya toplumsal talep mi var?
Bundan tam 10 yıl önce Recep Tayyip Erdoğan, Atatürk Orman Çiftliği arazisine yapılan ve Danıştay’ın yapılamaz kararına rağmen “Güçleri yetiyorsa gelip yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım” demişti. Yine benzer bir şekilde Anayasa Mahkemesi'nin tutuklu gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül için verdiği tahliye kararı için "Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum" açıklamasında bulunmuştu.
Erdoğan herkesin gözü önünde devlet gücünü de kullanarak bugüne kadarki tüm genel seçimleri kazandı. Seçmen anayasa ya da hukukun üstünlüğü yok diye oy tercihini değiştirmedi. Çünkü oluşturulmuş büyük kolektif ranttan pay alan bir kesim yaratmışlardı. İktidar, sonrasında en büyük kaybı 31 Mart’ta aldı. Çünkü hem Erdoğan’ın halkla bağlantısı kopmuş, hem mutfakta yangın başlamış hem de Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi yeni aktörler devreye girmişti.
AK Parti döneminde “darbe anayasası” denilen 1982 Anayasasının büyük çoğunluğu, 177 maddenin 134 maddesi bu dönemde değişti. Yani üçte ikisi. Çoğunluğunu kendilerinin değiştirdiği Anayasa’ya uymayanlar; tüm kesimlerin katılacağı bir Anayasa’ya nasıl uyacak?
Peki bunun ardındaki asıl konu ne?
Birincisi; iktidar kolektif hale gelmiş ve bir öfkeye dönüşmüş yoksulluğun kendisini nasıl zora soktuğunu ve yapılacak ilk genel seçimlerde bu şartlarda gidilirse kaybedileceğini görmeleri. Bu nedenle ana gündeme Anayasa tartışmaları getirilmek isteniyor.
İkincisi; Anayasa konusu üzerinden yeni ittifak görüşmeleri yapılması -ki bu kısım ilkinden bile daha önemli. İktidar sıkıştığı bu alandan MHP olmadan çıkmak istiyor. Anayasa tartışmalarının asıl masa altı kavgası da, bazı DEM Milletvekillerinin Anayasa için iktidara bir şans verilmeli açıklamaları da bu yüzden.
KRALINI BİLE TANIMAYANLAR, KİMSEYİ TANIMAYAN KRALLAR!
“Vergi hukukunda bir kural vardır, herhangi bir vergiyi hangi amaçla alıyorsanız, o amaçla kullanırsınız. Herhangi bir fonu ne amaçla topluyorsanız o amaçla kullanırsınız. Aksi amaç dışı kullanımdır, suçtur. Siz deprem yaralarını sarmak, deprem felaketine karşı tedbir oluşturmak için vergi koyacaksınız ve bunu yol yapımında, park yapımında kullanacaksınız. Bu arkadaşlar bu açıklamaları nasıl yapıyorlar, ona da şaşıyorum. Bir bakanın böyle bir açıklama yapması da ayrı bir vahamettir. Yani bu milletten deprem için vergi alıyorsun, yol yapıyorsun. Peki, yol için topladığın paralar nerede? Niçin bunun için yeterli kaynağın yok? Bu sorunun cevabını da millete ver."
Bu sözler muhalefet liderlerinden ya da CHP’li milletvekillerinden birisinin sözleri değil; bugün TBMM Başkanı olan Numan Kurtulmuş’a ait. Kurtulmuş, 2011 yılında HAS Parti Genel Başkanıyken vergi konusunda ‘çok haklı’ bu tespiti yapıyor: “Herhangi bir fonu ne amaçla topluyorsanız o amaçla kullanırsınız. Aksi amaç dışı kullanımdır suçtur.”
2000-2022 yılları arasında 432 milyar lira deprem vergisi toplandı. Muhalefet ısrarla bunu sorunca Erdoğan “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok” dedi. Mehmet Şimşek ise “yol yaptık” dedi.
Bütçe yapma hakkı; 800 yıl önce Papa III. Innocentius, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri konusunu -teoride de olsa- karara bağlamak amacıyla imzalanan Magna Carta’dan bu yana gelen bir hak. Ancak bu hak sadece vergi toplamayı değil; kralın, uyruğunun onayını almadan yeni vergi almayacağının, vergi oranlarını artırmayacağının, özgür kişileri haksız yere tutuklatmayacağının ve hapis ve sürgün edemeyeceğinin de garantisiydi. Tanıdık mı geldi? 800 yıl geriye gitsek 2024 Türkiye’sinden ileri mi gitmiş olacağız?
Bugün ‘halktan toplanan verginin nerelere harcandığına dair hesap sorma’ anlamına gelen bütçe hakkı; atanmış bakanlar ve güçler ayrılığının ortadan kalkmasıyla anlamını yitirdi. Bütçe hakkı ve vergilerin hesabının sorulması ve denetlenmesi parlamento ve ister yazılı ister yazılı olmasın tüm Anayasaların temelidir. Oysa 2010 yılında Sayıştay Kanunu’nda yapılan değişikle birlikte başlayan süreçle vergi kullanımı denetimi ortadan kaldırılmıştır. Varlık Fonu kapsamına alınan başta; Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, TÜRKSAT, Türkiye Petrolleri, ETİ Maden, Türk Telekom, Halk Bankası, THY ve Çaykur gibi dev kamu şirketleri denetlenemiyor. Verginin denetiminin olmadığı yerde Anayasa olmaz.
Mesela Osmanlı, Selçuklu’dan kalan Divan-ı İşraf makamını, Başbaki Kulluğu kurarak devam ettirmiştir. Bununla ilgili enteresan bir olay Midilli Nazırı Osman Ağanın zimmetinde 2000 kuruş kalması hadisesidir ki Başbaki Kulu (vergi memuru) tarafından “koca nazır” ev hapsine alınmış ve devletin parası kendisinden tahsil edilene kadar da bu hapis devam ettirilmiştir. Osmanlı kadar olsanız bile Anayasa konuşulacak ama o kadar da yok!
Bundan 800 yıl önce İngiltere’de krala karşı haksız vergi toplamaya, sürgüne, hapislere “kralını tanımam” denilmişti; 800 yıl sonra ise tüm yasa ve mahkemelere karşı “kralını tanımam” sistemi inşa edildi. Yani rejimin bu halinde dünyanın en iyi anayasasını (ki öyle bir şey yok) da getirseniz hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü Sayıştay’ın denetim yapamadığı, AYM ve AİHM kararlarına uyulmadığı, yerel mahkemelerin üst mahkemeleri tanımadığı, bakanların Meclise karşı hiçbir sorumluluğunun bulunmadığı, gensorunun kaldırıldığı, atamalarda liyakat yerine biat denildiği bir yerde Anayasa tartışmaları dedikodudan öteye gitmez.
Anayasası olmayan ama demokratik güçler ayrılığının olduğu yerde sıradan vatandaş “kralını tanımaz” ancak Anayasanın olduğu fakat güçler ayrılığının ortadan kalktığı yerde “Kral kimseyi tanımaz!”
Türkiye’nin Anayasa değişikliğine mi yoksa rejimi değiştirecek, güçler ayrılığını geri getirecek, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarına saygılı kurumları inşa edecek, sosyal adaleti sağlayacak, medya özgürlüğünü tesis edecek bir yapısal dönüşüme mi ihtiyacı var?