Anayasal diktatörlük ve Boğaziçi kavşağı

Öğrenci eylemleri, bu fiili kayyum rejiminin, Kürt belediyelerinden ibaret olmayıp, tüm ülkeye teşmil ettiğini gösterdi, ne tür bir yol ayrımında olduğumuzu daha anlaşılır hale getirdi. Gençlerin eyleminde vücut bulan siyasal-toplumsal itirazın sokaktaki meşruluğu, Türkiye’nin önündeki bir kavşak artık. İktidarda kalmanın yolu olarak bu fiili rejime ‘anayasallık’ kazandırılacaksa, sokaktaki itirazın ezilmesi şart. Peki fiziki gücü bunu kolayca başarmasını sağlayabilir mi?

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

Türkiye’de zaten yıllardır gergin olan siyasal ortamın daha da sertleşeceğine dair değerlendirmeler pek çok kişi ve çevre tarafından yapılıyor; farklı alanlardan, farklı gerekçelerle temellendiriliyordu. Aslında toplum için de aşikârdı bu durum. Türkiye’de yaşayan ‘yandaş’ ve ‘karşıt’ herkes, sosyal sınırları gerileyen iktidarın, siyasal sınırlarını cebren genişletmeye davranmış bulunduğunu zaten uzun süredir biliyor, yaşıyordu. O sosyal sınırlar çeşitli krizlerle geriledikçe zor’un şiddetleneceği; siyasal ve kültürel örtüler giydirilmiş saldırıların genişliği ve dozunun artacağı da herkesin malumuydu. Bugün yaşanan ve Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğü sorununu çoktan aşmış bulunan gerilim, bu ‘beklenen’ saldırının zeminine de dönüşmüş durumda… Üstelik bu gerilim, uluslararası alanda yaşanan bazı gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde, iktidarı giderek daha çok zorlayabilecek bir potansiyeli de barındırıyor.

* * *

Çeşitli dalgalanmalar yaşamakla birlikte 2017’den beri süren ekonomik sorunlar, artan enflasyon ve işsizlik, TL’nin sert değer kayıpları gibi sonuçlar üretmişti. Yani Mart 2020’den itibaren Covid-19 salgını, neredeyse bir tsunami gibi Türkiye ekonomisinin kolonlarını bastığında, iktisadi yapı zaten üç yıldır sarsılmaktaydı; bir tür deprem yorgunuydu. Salgın uzadıkça, yaşanan sorunların istisnai bir döneme, bir olağanüstülüğe özgü olduğu ve kuvvetle aşılacağına dair iktidar propagandası çöktü. Sonbahara gelindiğinde, sermayenin pek çok kesimi de dâhil kimse önünü net göremiyordu. Tüm emekçiler, korunaksız bir çalışma zorlamasından ücretsiz izne, evden çalışmanın yıpratıcılığından eriyen ücretlere dek çeşitli sorunlar altındaydı. Esnaf, küçük üretici, çiftçi ve köylü, borç içinde ve iflaslar kapıda iken gelecekten umutsuzdu. Yaşanan büyük sorunlara dair tepkiler, yoğun siyasal baskının da etkisiyle, Saray yönetimi ve sisteminden daha çok ve yaygın şekilde Maliye Bakanı’na yöneldi. Ancak damat-bakanın son noktada dayanıksız bir sur olduğu, ona yönelik örtük ya da açık itirazların önemli bir kısmının nihayetinde ne demek istediği biliniyordu. Trump dönemini sona erdiren ABD seçimleri, uluslararası kapitalizme göbekten bağlı Türkiye rejimi için bir başka ve öncelikli yol işareti oldu.

Ekonomide, iktidarın pek çok zaafını da açığa vuracak şekilde gelişen U dönüşü geçen yılın sonunda bu koşullarda ortaya çıktı. Bir direksiyon kırma olduğu kadar zorunlu bir kırılma da olan bu manevra, zaten sarsıcıydı; üstüne, kimilerince “rejimin 2. adamı” olarak görülen, aileden gelen Berat Albayrak’ın tasfiyesinin –belli ki iyi hesaplanamayacak kadar hızlı gelişmişti– bir zayıflık göstergesi olarak kötü yönetilmesi geldi. Hemen ardından, bu tasfiyeyle bağıntılı şekilde, ‘reform’ söylemi çıktı ortaya. Fakat, başta uluslararası ve yerli sermaye olmak üzere çeşitli kesimlere dair bir müzakere adımından ibaret olan ‘reform’ söylemi de önemli bir katkı sağlamadan, çabuk söndü. Erdoğan zaten, 2015-16’dan bugüne gelen yolda, ‘reform manevrası’ için fazla alanı kalmadığını; gerçek anlamda demokratik reformları –Bahçeli bile istese– yapamayacağını bilerek açmış olmalı bahsi. Ama MHP de çizgiyi derhal çekti. Herhangi bir reformun vukuu bir yana şüyuuna da yer olmadığını ilan etti. Koalisyonun ortak sınırları açığa çıkmıştı: Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı’ndaki yönetici kadrolarda yapılan değişiklikler ‘reform’un başladığı ve aynı anda bittiği nokta oldu. Reform vaadi kısa sürede tükenirken, toplumdaki çok yönlü huzursuzluklar, giderek daha geniş kesimlere, AKP iktidarının sosyal tabanını oluşturan unsurlara da yayılarak basıncı artırmaya devam etti. Bu koşullarda rejim için aynı anda hem zaman kazanmak hem de acele etmek ihtiyacı hâsıl oldu. Giderek büyüyen sosyal-ekonomik sorunların kısa vadede çözülemeyecek olması zaman ihtiyacını açığa çıkarıyor; buna karşı biriken ve siyasal sonuçlar üretmesi kaçınılmaz olan tepkiler ise daha acil çözüm ihtiyacını... Bu çelişik gibi görünen durum, iktidarın ekonomik olarak zamana, siyasi olarak aceleye ihtiyacının olması, siyasal olarak daha da sertleşmeyi dayattı. Bugünkü atmosfer böylelikle oluştu. Muhalefet liderlerinin gayrimeşru aktörlerce alenen tehdidi ve bunlara, neredeyse bir tür gölge kolluk gibi sahip çıkılması; gazetecilere ve siyasetçilere organize saldırılar; Kürt siyaseti üzerindeki baskının kapatma gündemini de içerecek şekilde artırılması; son olarak Boğaziçi öğrencilerinin direnişine gösterilen şiddet bu mecburi istikametteydi.

Diğer yandan, salgın ve krizin hasarı destek çevresini seyreltirken, iktidardan pay alan kesimleri de daha radikalleştirdi. Rejim, çekirdeği giderek ısınan ama dış katmanları soğuyan bir madde gibi, hem daha kırılgan hem daha gergin hale geldi. Emeğin üzerindeki baskı, esnafın çözülüşü, işsizlik, pahalılık arttıkça, bakanların, Diyanet’in, partizan bürokrasinin ve medyadaki çantacılardan trol tümenlerine dek ‘sivil’ ağların, genişleyen devletin tüm parazitlerinin tansiyonu da yükseldi.

Erdoğan, içeriye doğru ısınan, dışarıya doğru soğuyan bu mekanizmayı dengede tutabilmek için ikili bir yol izliyor. İlkinde, çeşitli sınıf örgütlerinin temsilcileriyle özel görüşmeler yapıp müzakere etmesini dayatan iktisadi ve sosyal gerçekleri rehber alıyor. 8 Ocak’ta TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’yle, 22 Ocak’ta TESK Başkanı Bendevi Palandöken’le, 27 Ocak’ta Türk-İş Başkanı Ergun Atalay’la görüştü. Atalay’ın Saray’a çıktığı gün, Dört sermaye örgütü, TOBB, TESK, TÜSİAD ve MÜSİAD, yıllar sonra ilk kez ortak bildiri yayınladı: “Cumhurbaşkanımız Erdoğan liderliğinde başlatılan yeni ekonomik reform gündemini çok yakından takip ediyor ve enflasyonla mücadelenin öncelikli hedef olmasını destekliyoruz.” Ertesi gün, 28 Ocak’ta, Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal, Erdoğan’a atıfla MB’nin faiz politikasını eleştiren, eski bakan damat Albayrak’ın ailesine ait Sabah’ın yazarı Okan Müderrisoğlu’nu neredeyse tersledi. Sermayenin çeşitli kesimlerinden aldığı destek ve bu destek için gösterilen çaba elbette önemli. Zaten dövizin gerilemesi, kısa süreli sermaye girişlerinin artması gibi çabuk ve dayanıklılığı tartışmalı sonuçlar da üretiyor. Ama Türk-İş Başkanı üzerinden emekçilerin, çalışan tüm kesimlerin, toplumun büyük bölümünün rızasını kazanamayacağı da açık. Bu noktada da ikinci yol ‘işlemeye’ başlıyor. İşçi sınıfı başta olmak üzere, vaktiyle kendi seçmen yığınlarını oluşturmuş kalabalıkların çözülmesini dinsel-ideolojik telkinle durdurmaya çalışıyor. Geçmişten beri alt sınıfların öfke ve taleplerini çarpıtan birer put olarak kullandığı ‘kültürel çatışma’ nesnelerini daha yüksek perdeden sahaya sürüyor. Ayasofya’dan itibaren daha süratle kat edilen yol buydu. Ayasofya Müzesi’ni Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi yapan ‘yöntem’ bugün Kabe-i muazzama ile devam ediyor. Aynı zamanda dinci-milliyetçi sağın irili ufaklı fraksiyonlarını yanına çekmenin de aracısı oluyor bu çatışmalar. Kürt sorunu, Boğaziçi krizi, İstanbul Sözleşmesi, ifade özgürlüğü ve cinsel yönelim hakkı gibi başlıklarda, ırkçı-şovenizmin, patriyarkanın, dinsel ve siyasal bağnazlığın unsurları göreve çağrılıyor.

Yeni ittifak arayışı olarak tevil edilen siyasi temaslar da yeni anayasa söylemiyle dolaşıma sokulan rejim inşasını tamamlama hamlesi de, Türkiye siyasal gericiliğini en geniş şekilde kapsayacak bir çatı oluşturmaya ve bunun aracılığıyla iktidara tutunmaya dönük görünüyor. Rejim, kaybedeceği varsayılan ‘ilk seçim’ yerine, bu olası seçimin yapılışını ve sonuçlarına ilişkin tutumu da belirleyecek şekilde baskıyı sertleştiriyor, bu zor’a militanca sahip çıkacak kesimlerle ilişkilerini geliştiriyor. Boğaziçi krizi ve gençliğin direnci, bu açıdan hem kaçınamayacağı şekilde karşısına çıkmış bir engel hem de cüretkârlığını test edeceği bir sınama alanı... Bizzat rejimin yol açtığı Boğaziçi krizi ile en tepeden bindirilen ‘yeni anayasa’ gündeminin çakışması bu açıdan tesadüf değil. Mevcut anayasanın fiilen askıda ve ayaklar altında olduğu zaten biliniyordu. Ama içinde toplam sosyal huzursuzluğun da yankılandığı öğrenci gençlik eylemleri, bu de facto rejimin, Kürt belediyelerinden ibaret olmayıp, tüm ülkeye teşmil ettiğini gösterdi, ne tür bir yol ayrımında olduğumuzu daha anlaşılır hale getirdi. Gençlerin eyleminde vücut bulan siyasal-toplumsal itirazın sokaktaki meşruluğu, Türkiye’nin önünde bir kavşağa dönüşmüş durumda. İktidarda kalmanın yolu olarak bu fiili rejime ‘anayasallık’ kazandırılacaksa, sokaktaki itirazın ezilmesi şart. Peki fiziki güçlerdeki asimetri bunu kolayca başarmasını sağlayabilir mi? Mevcut uluslararası koşulları da gözeterek, Türkiye kapitalizminin kolaylıkla o yola gireceğini söyleyebilir miyiz? Bunları da bir dahaki yazıda tartışalım…

 
 
 
 
 
Tüm yazılarını göster