Türkiye tarihindeki mahalli seçimlerin, belki de en gergin, en siyasi olanına yaklaşık iki hafta kaldı. Gerilim, beklendiği üzere, seçim günü yaklaştıkça bizzat iktidar tarafından artırılıyor. Bir önceki haftaya iliştirilen “Gezi iddianamesi”, siyasal iktidarın, kendi güdümündeki yargı unsurlarıyla birlikte; daha geniş ölçekli, çok boyutlu ve uzun vadeli bir zorla dizayn niyetinin işaretlerini taşıyordu. Bu hafta üst üste yaşanan gelişmeler ise aynı ‘zor’ faaliyetinin kapsamında olmakla birlikte, daha yakın bir hedefe, rejimin bekası olarak görülen 31 Mart mahalli seçimlerine yönelik işaretler verdi.
AKP-MHP ittifakı olarak anılan siyasi blokun, kendisini en güçlü hissettiği mecrada, yargı, medya ve siyasal şiddet/manipülasyon olanaklarının bir arada kullanıldığı bir düzenekte vuku bulan bu gelişmelerin bazıları şöyle:
- Erdoğan’ın İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i, Denizli mitingindeki sözleri nedeniyle “Cumhurbaşkanına hakaretten hapse attırmak” ile tehdit etmesi. Buna iktidar iltisaklı medya ve sosyal medya mecralarından verilen destek…
- CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na 10 ay önceki bir televizyon konuşmasında, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya hakaret ettiği gerekçesiyle ve ‘dokunulmazlığının kaldırılması’ talebiyle fezleke düzenlenip TBMM’ye gönderilmesi…
- 1994’te Meclis’ten yaka paça götürüldükleri hapishanelerde 10 yıl tutulan DEP’li milletvekillerinden, eski Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak’ın, HDP’nin Urfa mitingindeki konuşmasında ‘terör örgütü propagandası’ yaptığı gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine konulması…
- CHP Bartın Milletvekili Aysu Bankoğlu hakkında, katıldığı bir TV programındaki sözleri nedeniyle ‘terör örgütü propagandası yapma’ suçlamasıyla soruşturma başlatılması…
- Ve elbette, hemen tüm anketlerde önde görünen Mansur Yavaş hakkında bir ‘sahte senet davası’ açılması ve bu davanın bizzat AKP sözcüsü Ömer Çelik tarafından, tüm kanalların hazrolda canlı yayına geçtiği açıklamalarla ve iştahla gündeme getirilmesi...
İçinde bulunduğumuz haftanın ilk dört gününe sığan bu ‘yargı’ hamleleri, başta Erdoğan olmak üzere, iktidar blokunun tüm figürleri tarafından tepe tepe siyasi malzemeye dönüştürülerek ‘sahaya’ aktarılıyor. Mali olanaklar, medyaya erişim gibi konulardaki anormal güç dengesizliklerinin yanına, ‘hakem’in de bir ‘takım’ lehine bizzat ‘oyuncu’ olarak sahaya sürüldüğü yeni bir boyutu ekliyor bu durum.
Ancak bu teyakkuz hali, “tüm güçlerin pervasızca sahaya sürülerek sonucun garantiye alınması” gibi bir saikten mi kaynaklanıyor; yoksa ‘seçmen davranışı’ denen şeyi de aşacak şekilde giderek çetinleşen koşullar karşısında, hayatta kalma refleksinin, biriktirilen güce mukabil şiddetteki sıçramalarına mı tanık oluyoruz?
Bu sorulara kayda değer yanıt(lar) üretmek için, ‘teyakkuz hali’ dediğimiz ve yargı marifetlerinden siyasal manipülasyona, medya köpürtmeleri ve ambargolarından sokağa inmeye tevessül eden fiziki şiddet tehditlerine dek bir dizi yolla gerçekleşen bu sıra dışı ‘kampanya’nın bazı detaylarına odaklanmalıyız belki.
İlk dikkat çeken şey Ankara olgusu… İktidar tüm olanaklarıyla Ankara seçimine yükleniyor. Erdoğan, 1 Ocak 2019’da Ankara Spor Salonu’nda “Ankara Adaylarını Tanıtım Programı” düzenlediğinden beri her fırsatta bu kentte ve ilçelerinde mitingler, açılış törenleri, salon toplantıları ve spontane halka hitaplar gerçekleştiriyor. Ankara’daki spor salonlarında, parti genel merkezinde, Saray’da; partisinin her kademeden yöneticileri ve üyeleriyle, muhtarlarla buluşuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülleri, TOBB Ekonomi Şurası, Türkiye Esnaf Buluşması, Yaşlılık Şurası, “Türkiye’nin En Büyük Çiftçi Ailesi Milletin Evinde”, “Uluslararası İyilik Ödülleri” gibi vesilelerle toplumun çeşitli kesimleriyle bir araya geliyor.
Yetmiyor… 11 Şubat’tan itibaren Keçiören, Sincan, Mamak, Altındağ, Etimesgut, Pursaklar, Gölbaşı, Bilkent ve Yenimahalle’de açık hava mitingleri düzenliyor. Bunlardan bazılarına iki kez gidiyor. Kurdurduğu dev görüntü sistemlerinden terör-muhalefet ilişkisini kanıtladığını öne sürdüğü görüntüler izletiyor. ‘Beka’ umacısını her geçen gün dozu artacak şekilde kalabalıklara doğru tutuyor. Tüm bu konuşmaları onlarca kanaldan canlı yayınlanıyor. Aynı kanallarda gün aşırı “özel yayın” programlarına çıkıyor ve miting meydanlarında söylediklerini aşağı yukarı aynen tekrar ediyor. Dün gece örneğin, Habertürk ile bilmem ne ekonomi kanalının ortak yayınında, karşısında (program sunucusu adı altında) sadece iki destekçisi bulunduğu halde, “İri olacağız, diri olacağız…” terennümünü tekrar etmeden duramıyor; “Rabiamız”ın dört şartını sayıyor… ‘Basit tekrarın gücü’ diye formüle edilen propaganda tekniğinin ötesinde, söylemindeki kaçınılmaz daralmanın sonuçlarını yaşıyor. Muhalefeti “her yerde farklı konuşan bukalemunlar” diye tarif ederken, bir adayı “Bize verilen oy cennet beratıdır” diyor, diğer adayı Atatürk kolyesiyle biten ‘ultra-laik’ reklam filmi yapıyor. Anlamlı bir bütünlüğe sahip olmayan, esasen kendi kişi kültünden başka merkezi bir imgesi ve söylemi de olmayan bir “iktidarda kalma” hırçınlığına dönüşüyor seçim kampanyası. 65 yıllık Esenboğa havalimanı için “Biz yaptık” demeye varıyor.
Tüm ülkeyi istiyor ama Ankara’da çok ısrar ediyor. Elbette bunda Ankara seçiminin kaybedilmesi endişesi birincil etken. Ama bir tek Ankara’nın kaybedilmesi, kalan bütün yerleri kazanmaktan daha önemli bir gösterge haline nasıl gelebiliyor?
Bugüne kadar hiçbir yerel seçim hükümeti değiştirmedi. 1987 seçiminden tek başına iktidarla çıkan ANAP, 1989’da yaşadığı hezimete rağmen 2 buçuk yıl daha iktidarda kaldı. Refah Partisi 1994 mahalli seçimlerinde kazandığı zaferlerden ancak iki yıl sonra ‘koalisyon ortağı’ olabildi. Ama bu seçimler hep ufuktaki değişimlerin işaretini verdiler. Sermaye sınıfının, devlet bürokrasisinin, egemenlik araçlarına nüfuz etmiş toplumsal kesimlerin bir ‘yeni uzlaşması’ ya da uzlaşma arayışı anlamındaki aktör değişiminin işaretini...
Ankara neredeyse tam 100 yıldır sistemin idari merkezi. Devlet bürokrasisinin ana gövdesi, yargı ve güvenlik unsurlarının elitleri, onları belirleyen ve güdüleyen siyasal-sosyal iklim orada. Rejim kendisini en güçlü hissettiği ve mümkün olan tüm unsurlarını seferber ettiği bu kesimlerin odaklandığı bir yerde kaybederek ‘güçten düşmüş’, dolayısıyla ‘bir değişimin adayı’ haline gelmiş görünmek istemiyor. Geçen yılın ikinci yarısı itibariyle teknik olarak resesyona girmiş, küçülen ekonomisi ve büyüyen enflasyonuna karşı ancak geçici tedbirlerin pansumanıyla çekirdek kitlesini tatmine yönelmek durumunda kalmış; dış politikada çelişkiler ve açmazlarla dolu sahneye çözüm üretme kabiliyetini büyük oranda kaybetmişken ve giderek kendi içinden kurtçuklanmaya başlamış ‘alternatif akım’ arayışlarını tehdit gibi hissetmekteyken, sistemin ‘kalbinde’ yenilgi almak istemiyor. Terör, ezan, hal komisyoncuları, çek-senet, kenevir torba, patates, bayrak, tanzim, keyif çayı vs. böylelikle aynı kampanyanın fetişleri haline geliyor. Bu haliyle, 1994’ten itibaren kendi tırmanışı karşısında ‘eski elitler’in refleks olarak ürettiği, fazla özgüvenli görünen kof kampanyalara benziyor belki de… “Anıtkabire, Atatürk’ün hatırasına saldıran meczuplar” yerine “Ezanı düdükle susturan hainler” söylemi oturuyor merkeze; ya da hala merkez olduğunu sandıkları bir yere…