Anıtkabir neyse Ak Saray da o mu?

Erdoğan siyasi hırsının son noktası olan tek adamlık sıfatına ulaştı. Türkiye’nin siyasal ortamında bir ölü, bir mozoleye sabitlenmişken, yaşayan bir kişi de daha ölmeden kendisini mozole benzeri mekana sabitledi. Konuya iktidarların mekanda yer edinmeleri üzerinden de bakılabilir. Her şey biraz da bu benzerliğin yarattığı çatışma üzerinden yaşanmıyor mu?

Hakkı Yırtıcı hyirtici@gazeteduvar.com.tr

Aşağıdaki fotoğrafı uzun zaman önce, Türkiye henüz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçmemişken görmüştüm, fotoğraf bende tuhaf duygular uyandırmıştı. Ama kendime hissettiğim şeyi açıklayamamıştım. Demek aradan zaman geçmesi, bazı şeylerin yerine tam oturması gerekiyormuş.

Gece, karanlık, en önde tüm ihtişamı ile aydınlatılmış Anıtkabir duruyor. Arkada, Anıtkabir’den daha yüksek rakımda Cumhurbaşkanlığı Külliyesi aynı şekilde aydınlatılmış ve görkemli bir şekilde görünüyor.

.

İkircikli bir fotoğraf. Yeni Türkiye’nin fotoğrafı. Bir yanda ülkeye laikliği getiren Atatürk’ün kabri, diğer tarafta İslamcı/milliyetçi bir anlayışa sahip Erdoğan’ın siyasi hırsının son noktası olan tek adamlığın ikametgâhı. Laik-dindar çatışmasının cisimleşmiş hali iki yapı.

Aslında Anıtkabir ilk yıllarda inşa edildiği anda Anıtkabir olmaktan çıkalı çok olmuştu. Atatürk Orman Çiftliği’ne kaçak olarak yapılan, muhalefetin “kaçak saray” olarak adlandırdığı, maliyeti büyük tartışma konusu olan ve şimdi külliye denilen yapı kompleksi de daha en baştan başka bir şeye dönüştü. Toplumun sembolik düzeninde her ikisinin de anlamları bambaşka.

Bir ikilikten, toplumun bilinçdışına kadar uzanan bir çatışmadan, hatta biraz daha ileri gideyim, bir ölünün eline karşılık, yaşayan bir kişinin elinin mücadelesine değineceğim. Ama gerçekten öyle mi? Bu keskin karşıtlığın buluştuğu can alıcı bir nokta var. Asıl bunun üzerine yazacağım.

ANITKABİR VE LAİKLİĞİN SONUNUN BAŞLANGICI

Atatürk 1938’de vefat ettiğinde naaşı önce Etnografya Müzesi’ne kaldırıldı. Anıtkabir’in inşasının tamamlanmasıyla ise nihai ikametgahına defnedildi. Atatürk aslında kendisi için hiç de böyle büyük bir mozole istememişti. Ölümünden sonra hep ülkesinin topraklarında, havadar, Anadolu’nun rüzgarlarının mezarının üzerinde eseceği küçük bir kabirden bahsedermiş.

Ama öyle olmadı. 1941 yılında uluslararası bir mimari proje yarışması açıldı. Yarışmayı Prof. Emin Onat ile Doç. Orhan Arda kazandı. Uzun tartışmalar sonrası o zaman adı Rasattepe olan ve sonradan adı Anıttepe olarak değiştirilen alan Anıtkabir’in yeri olarak belirlendi. İnşaata 1944’te başlandı ve ancak 1953’te yani Atatürk’ün vefatından ancak 15 yıl sonra tamamlanabildi.

.

Savaş sonrası yokluk yıllarıdır. Anıtkabir’in maliyeti tartışma konusu olur. Bugünün parası ile 50 milyon dolar diyen de olur, 200 milyon dolar da. Ama bu konumuz dışı. Asıl Anıtkabir’in tıpkı bugün olduğu gibi modern Türkiye’nin en güçlü politik mekanının siyasal alanda nasıl kullanıldığı çok daha önemli.

Aradan 15 yıl geçmiştir ve Türkiye artık Atatürk vefat ettiği zamanki Türkiye değildir. Dünya sarsıcı bir İkinci Dünya Savaşı geçirmiş, uluslararası dengeler bozulmuş ve ülkede çok partili döneme geçilmiştir.

Temizel o yılları şöyle anlatıyor: 1940’ların sonunda, henüz Anıtkabir tamamlanmamışken, özellikle Demokrat Parti tarafından Anıtkabir’in bir türbe olduğu ve bizzat Atatürk tarafından 1925 yılında konulan Türbeler Kanunu’na aykırı olduğu, Atatürk’ün kabrini ziyaret edenlerin suç işleyeceği dile getirilmeye başlanır. En güçlü dayanaklarından birisi, Atatürk'ün zamanında Kastamonu konuşmasında Türkiye Cumhuriyeti’nin şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamayacağını; en doğru, en hakiki tarikatın tarikat-ı medeniyye olduğunu ve ölülerden yardım dilenmenin medeni bir toplum için ayıp olduğunu söylemesidir.

En sonunda mesele Anıtkabir-türbeler pazarlığına dönüşür. 1950 başındaki seçimlerin yaklaşması ile Anıtkabir-türbe pazarlığı çetinleşir. Anıtkabir’in inşaatının ve Atatürk’ü mezarında anma faaliyetlerinin devamı Osmanlı türbelerinin açılması şartına bağlı hale gelir. Artık laik cumhuriyet yerine oturmuş ve türbelerin açılması ile Osmanlı dirilmeyecektir iddialarında bulunulur. Bu son basınçla birlikte, 1 Mart 1950 tarihinde CHP bu sorunu çözmek, yaklaşmakta olan seçimlere yatırım yapmak ve dindar seçmenle barışmak amacıyla türbeler kanununu değiştirir. 18 Nisan’da Barbaros Hayrettin’in türbesini, 19 Nisan’da Kanuni’nin türbesini ziyarete açar. Tabii ki bunların ardından devamı gelir ve Atatürk’ün laiklik anlayışı ironik bir şekilde daha Anıtkabir’in inşaatı bitmeden gevşemeye başlar.

Aynı şekilde Bozdoğan da (1) Anıtkabir’den Cumhuriyet dönemi mimarisinin son yapısı olarak bahseder. Ayrıca AKP döneminde Atatürk Orman Çiftliği Marmara Köşkü (1928), Sıhhiye İller Bankası (1937), Çubuk Barajı Göl Gazinosu (1938), Karaköy Yolcu Salonu’nun (1935) yıkıldığını ve Ankara Garı’nın (1937) işlevsizleştirildiğini de unutmayalım.

Yazıyı uzatmamak adına aradaki siyasi gelişmeleri, çalkantıları, darbeleri geçelim ve tarihi ileri saralım. Ama şunu belirtmek lazım: 2001 yılında kurulan ve 2002 yılındaki ilk genel seçimlerde iktidara gelen AKP birden ortaya çıkmadı. Güya Atatürk ilke ve inkılaplarını korumak adına yapılan 12 Eylül darbesi sürecin en önemli hazırlayıcısıydı.

Ülkeye özgürlük ve demokrasi getireceğini söyleyen AKP iktidarı kısa sürede rövanşist bir tavırla toplumda bir dizi kutuplaşma yarattı. Laiklik ve Atatürk karşıtlığı hatta düşmanlığı bunlardan en keskin olanlardan birisidir. (Diğerleri Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Müslüman-Gayri Müslim olarak sıralanabilir).

AKP’nin 17 yıllık iktidarında Erdoğan’ın 2018 cumhurbaşkanlığı seçimi ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçilmesi, cumhurbaşkanının partili olması, meclisin büyük oranda işlevsizleşmesi yani rejim değişimi ile Atatürk Orman Çiftliği'ne adı önce Ak Saray (2014) sonra Cumhurbaşkanlığı Külliyesi olarak değişen yapı kompleksi inşasının el ele gittiği söylenebilir.

.

Erdoğan'ın Ak Saray için yıkım kararı veren yargıya “Güçleri yetiyorsa yıksınlar” diye çıkıştığını hatırlayın. Böylelikle saray ya da külliye adı ne olursa olsun, Selçuklu ve Osmanlı mimarisine gönderme yapan kompleks, inşa sürecinde ile Erdoğan özdeşleşti. Erdoğan her fırsatta “Bu yapı benim şahsımın değil milletindir” dese de, Atatürk nasıl tek bir mekana, Anıtkabir’e sabitlenmişse, Erdoğan da külliyeye sabitlendi.

.

Bugünün Türkiye'sinde 10 Kasım, 29 Ekim, 30 Ağustos gibi tarihlerde Atatürk’ün anısına Anıtkabir’e gitmek ideolojik bir gösteri. Aynı şekilde külliyeye gidip gitmemek de siyasal bir tavır olarak görülüyor. Mesela adli yıl açılışının külliyenin konferans salonunda yapılmasının yargı bağımsızlığını zedeleyeceği gerekçesi ile Türkiye’nin birçok yerinden baroların törene katılmaması, Erdoğan’ın sabitlendiği mekana karşı siyasal bir duruştur. Meşhur muhtarlar toplantısına katılmayan muhtarlar hakkında soruşturma açıldı. İmamoğlu’nun kayyım atandıktan sonra seçilmiş Mardin ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanları Ahmet Türk ve Adnan Selçuk Mızraklı’yı ziyareti ve hemen sonrasında külliyede belediye başkanları toplantısında kayyımlar ile yan yana durması, büyük eleştirilere neden oldu. Ya da külliyeye girmeye yasaklı siyasetçiler ve gazeteciler yok mu? Örnekler çoğaltılabilir.

Son olarak şunu söyleyebilirim: Erdoğan siyasi hırsının son noktası olan tek adamlık sıfatına ulaştı. Türkiye’nin siyasal ortamında bir ölü, bir mozoleye sabitlenmişken, yaşayan bir kişi de daha ölmeden kendisini bir mozoleye sabitledi. Konuya iktidarların mekanda yer edinmeleri üzerinden de bakılabilir. Her şey biraz da bu benzerliğin yarattığı çatışma üzerinden yaşanmıyor mu?

(1) Sibel Bozdoğan (2002); “Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiye’sinde Mimari Kültür”, Metis Yayınları.

Tüm yazılarını göster