Ankapark: Politik imge olarak yıkıntı

Her şeyden önce Ankapark’ın kendisi, AOÇ’nin (en azından bir bölümünün) yıkıntısıdır. Ama daha önemlisi, Ankara’da AKP dönemi belediyeciliğini yıkıntı imgeleri üzerinden okumamıza fırsat verir. Bir haftadır dolaşımda olan görseller, Ankapark’ı bir yıkıntı alanı olarak sunuyor: metal aksam ve plastik figürler bakımsızlıktan dökülmeye ve çürümeye başlamıştır. Neredeyse bir hurdalık: organik malzemenin olmadığı, insan ürünü olan fakat insan olmayan bir yığın.

Bülent Batuman bbatuman@gmail.com

Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisinin tahrip ve talanı, cumhuriyet dönemi kentleşme politikalarının çarpıcı bir özetini sunar. 1950’lerden başlayarak, kentleşme politikalarının izlediği stratejiler doğrultusunda AOÇ alanı, kuruluş prensiplerine (ve bu prensipleri kurallaştırmış olan mevzuata) aykırı tahsislerle parça parça eksiltilmiştir. Bu eksiltmelerde öne çıkarılan işlev zamanın ruhuna göre değişse de sabit olan, alanın sermaye birikimi için ilkesizce tüketilebilecek bir kaynak olarak görülmesidir. AKP döneminde bu eğilim, üç temel dinamik sayesinde eşi görülmemiş ölçülere ulaştı: kent mekânının sermaye birikim aracı olarak öne çıkması, tüketim işlevlerinin neoliberal dönemin ruhuna uygun biçimler kazanması ve cumhuriyetin biçimlendirdiği kentsel çevrenin ideolojik dönüşümü.

Atatürk Orman Çiftliği

Bugünden dönüp bakıldığında, AKP döneminde AOÇ’de yapılan en büyük tahribat Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi, ikincisi ise Ankapark’tır. Buna karşılık, bugün Ankapark olarak bilinen eski hayvanat bahçesi alanının dönüşümü daha eskiye dayanır; bu anlamda tarihsel olarak Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesinin öncülü olup onun da önünü açmıştır. Bu alanın hikayesine çeşitli kaynaklardan ulaşmak mümkün. Burada detaylandırmayacağım bu sürecin başlangıcı 2006 yılında yapılan kanun değişikliği ile hayvanat bahçesi alanının Ankara Büyükşehir Belediyesine on yıllığına devridir. Bundan sonra dönemin büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek’in ‘çılgın projelerinden’ biri, burada bir ‘Disneyland’ inşa etmek olacaktır. Projenin ismi zaman içinde dönüşüm geçirip en son ‘Ankapark’ haline geldiyse de, Gökçek’in vizyonu ve ısrarı değişmedi: yılda 10 milyon turist getirecek bir tema parkı. AOÇ’nin tarihsel anlam ve önemine de, arazinin niteliği ve morfolojisine de, çağdaş şehircilik ilkelerine de, alana dair mevcut yasal çerçeveye de aykırı bu hayal, 800 milyon dolarlık bir ısrar olarak sürdü.

Ülke tarihindeki en büyük kentsel yatırım fiyaskolarından biri olan park açıldıysa da işletilemedi; kısa sürede tekrar atıl hale geldi, ve böyle kaldıkça da kamunun uğratıldığı zarar büyüdü. Büyükşehir yönetimi değiştikten sonra da alanın belediyeye devri geciktirilerek fiyaskonun üzeri örtülmeye çalışıldı. Geçtiğimiz hafta içinde basında geniş yer bulduğu gibi, parkın büyükşehir belediyesine devri üç yıllık gecikmenin ardından gerçekleşti. Büyükşehir yönetiminin yaptığı ilk iş, alanın içler acısı halini kamuoyuyla paylaşmak oldu. Böylece, bugüne kadar Ankaralıların sadece uzaktan geçerken gözledikleri manzara, yakından/ içeriden görünür hale geldi.

Ankapark’ın, bir yeşil kamusal alan olan AOÇ’nin parçası olarak kentsel politik bir çatışmanın konusu olması, bugün öncelikle geleceğinin ne olacağı sorusunu gündeme getiriyor. Ancak hem alanın büyüklüğü, hem mali zararın ölçeği, hem de konunun politik önemi düşünüldüğünde, bu sürecin daha geniş bir perspektiften değerlendirilmesi gerekli. Bu yüzden, Ankapark’ı iki yazıda ele almayı uygun buldum. Bu yazıda bir haftadır dolaşımda olan görseller üzerinden ‘yıkıntı imgesi’ üzerine bir tartışma yapmak, bir sonraki yazıda ise alanın geleceğine karar verme sürecini kentsel demokrasi ve katılım çerçevesinde değerlendirmek istiyorum.

Bir haftadır dolaşımda olan görseller, Ankapark’ı bir yıkıntı alanı olarak sunuyor: metal aksam ve plastik figürler bakımsızlıktan dökülmeye ve çürümeye başlamıştır. Neredeyse bir hurdalık: organik malzemenin olmadığı, insan ürünü olan fakat insan olmayan bir yığın. Ama yıkıntı ile hurdalık arasında çok ciddi bir fark vardır. Yıkıntı zamana karşı koyamayışımızı görselleştirir; aşınma ve tahribat kaçınılmazdır. Bu anlamda, yıkıntı imgesinde bir tekinsizlik söz konusudur: daha önce yaşam barındıran mekân, yaşam tarafından terk edilmiştir. Mekânda yer tutanlar göçmüş (belki de ölmüş), mekânın kendisi de ağır ağır ölmektedir. Geçmişiyle tanıdık olan yıkıntı, bugünkü haliyle de bize geleceği(mizi), yani yok olup gideceğimizi hatırlatır. Çevremizde bulunan en gösterişli yapılar bile bir gün yıkıntıya dönüşecektir: yıkıntı, tarihin bir metaforudur. Öte yandan hurdalık bize böyle varoluşsal şeyler hissettirmez. O, işlevsellikle tariflenen bir geri dönüşüm mekânıdır; işe yarar atıkların yığıldığı bir mekân. Ankapark’ın yıkıntı ile hurdalık arasında salınması da, bir yandan yaşanmışlık barındırmamasının (park, topu topu birkaç ay işletilebilmiştir), bir yandan da ‘tema park’ denilen sosyal mekânın bu denli yapay ve teknik aksama bağımlı olmasının bir sonucudur.

Ankapark; yıkım ve hurdalık arasındaki salınım

Ama Ankapark’ın yıkıntı imgesini tarihselleştirmek de mümkün. Her şeyden önce Ankapark’ın kendisi, AOÇ’nin (en azından bir bölümünün) yıkıntısıdır. Ama daha önemlisi, Ankara’da AKP dönemi belediyeciliğini yıkıntı imgeleri üzerinden okumamıza fırsat verir. Böyle düşündüğümüzde, Ankapark’ın yıkıntı halini gösteren fotoğrafları iki farklı fotoğrafla birlikte düşünmemiz mümkün. Bunlardan ilki, kentsel dönüşümün Ankara’daki paradigmatik imgesi olan, Kuzey Ankara proje alanındaki gecekonduların yıkıntısını gösteren fotoğraftır. Ankara Büyükşehir Belediyesinin ve TOKİ’nin tekrar tekrar kullandığı fotoğraf yıkıntıyı kentsel dönüşümün müjdesi olarak kodlar. Gecekondu sahiplerinin kendi elleriyle yıktığı evler kısa süre sonra yeni ve modern apartman dairelerine dönüşecektir. Boş çıkan bu vaadin hikayesine de burada girmeyeceğim. Ancak yıkıntı imgesinin bundan yalnızca on beş yıl önce nasıl bir toplumsal mobilizasyonu tetikleyebildiğine işaret etmekle yetineceğim.

Kuzey Ankara Kentsel Dönüşüm Projesi için yıkım alanı: Öncesi ve sonrası 2005-2006

İkinci fotoğraf ise, Gökçek’in, İller Bankası binasının yıkıntısı önünde verdiği pozdur. 2017 tarihli bu ikonik fotoğrafta Gökçek muzaffer bir edayla molozların üzerindedir; yıkımın toz bulutu içinde bir yanında iş makinesi bir yanında da İller Bankası’nın yerini alan Melike Hatun Camii görünür. İller Bankası’nın cesedi üzerinde duran Gökçek’in sağ eliyle yaptığı başparmak hareketi hem zafer işaretidir, hem de camiye işaret eder. Bu fotoğraf (aynı döneme ait AKM yıkıntısı görselleriyle birlikte), parlamenter sistemi sonlandıran ve tek adam rejiminin önünü açan 2017 referandumunun kentsel siyasetteki görsel karşılığıdır.

Ankara İller Bankası tarihi binanın içinden ve dışından görünüm (solda)  Melih Gökçek binanın yıkıntıları arasında (2017) 

Bu iki fotoğrafın yanına iliştirildiğinde, Ankapark’ın yıkıntı imgesi AKP dönemi belediyeciliğinin görsel romanının son karesi gibidir. Kentsel dönüşümün farklı toplumsal grupları eklemleyen bir kentsel hegemonya aygıtı olarak işlediği bu süreç, baskıcı karakterinin yüzeye çıktığı ve geniş tabanlı bir toplumsal tepkiyle karşılaştığı Gezi Direnişi ile kırılmaya uğradı. Bundan sonra giderek otoriterleşen iktidar kentsel alanlarda da yıkım ve inşa tercihlerini şiddetle dayattı. Bugüne gelindiğinde ise herkesin kaygısı, AKP sonrasında tam da Ankapark fotoğraflarının gösterdiği gibi enkaz halinde bir Türkiye ile karşı karşıya kalmak.

Ancak bu fotoğrafların örneklediği görsel temsiller, kolektif kentsel tahayyülümüzün kurucu unsurları olarak düşünülmeli. Yani bu görsellerin işlevi sadece pasif biçimde kentsel mekânları yeniden sunmaktan ibaret değil. Aksine, kamusal dolaşıma girmekle, bu temsiller de politik süreçlerin parçası haline gelirler. Tıpkı yukarıda değindiğim iki fotoğrafın AKP yerel iktidarını yeniden üretmenin araçları olmaları gibi, bugün Ankapark’ın yıkıntı imgesi de bugünün kentsel siyasetinin kurucu bir bileşeni olmalı. Bir sonraki yazıda bu noktadan devam edeceğim.

Tüm yazılarını göster