24 Nisan’ın anısına…
Kendimi bildim bileli evin baş köşesinde bir albüm durur. Tab edilmiş fotoğrafın kıymetli ve nadir erişilir bir obje olduğu dönemlerde, albümler de özenilen ve pahalı ev eşyalarıydılar. Ev eşyası diyorum çünkü genellikle dolaplarda ve çekmecelerde falan saklanmaz, görülebilecekleri ve kolayca alınıp incelenebilecekleri ayrıcalıklı bir yere yerleştirilirlerdi. Süslü püslü, deri ciltli, kabartma figürlerle bezeli olurdu kapakları. Fotoğrafın dört ayrı köşesi ona uygun yuvalara yerleştirilirdi, diğer sayfalar üzerine kapanıp tahrip etmesin diye sayfa aralarında pelür benzeri, incecik kağıtlar bulunurdu. Sırt kısmını tutmak için ucu püsküllü ipek bir sicimi olanlar da vardı. Bizim evin başköşesindeki albümün hem püsküllü ipi, hem de kapağında haremde nargile içen kadınları gösteren bakır üzerine kabartma bir tasvir vardı. Kapağının şaşaasına inat, albüm sararıp solmuş, lekeli, uçları kırık veya kopuk fotoğrafları barındırırdı.
Çerçevelediği kişileri, manzaraları zar zor seçebildiğiniz, çöpten çıkarılmış gibi duran bu fotoğraflara niye bu kadar değer verildiğini anlamam zaman aldı. Her ailenin olduğu gibi, bizimkinin de kurucu hikayeleri vardı. Bunlardan biri 1957’de Ankara’da yaşanan sel felaketiydi. Albümse o felaketten kurtarılan iki parça eşyadan biri.
Yabancılara neyse de, biz çocuklara sıralı sırasız hatırlatılan, defalarca baştan anlatılan bu olay, yaşanırken bir travma olsa da, hatırlanırken bir serüven hissi yaratıyordu anlaşılan. Ki baya bir serüvendi. 1957’nin pırıl pırıl bir sonbahar gününde, Bent Deresi kenarına kurulu tek veya iki katlı, kutu gibi evlerinde sıradan bir gün geçiren veya su kenarında piknik yapan semt sakinlerinin bir bölümü, gürleyerek üzerlerine doğru gelen taşkından kaçmaya çalışırken sele kapılmış, çoğu boğularak ölmüş, bir kısmı yaralı olarak kurtulmuştu. Sele kapılmaktan kıl payı kurtulanlar ise evlerini ve eşyalarını kaybetmişlerdi.
Annemin ve ablamın dehşet verici macerası yıpranmış albümle bu noktada ilintileniyordu. Henüz bir yaşında olan kızı ile baba evine tatil için gelmiş olan annem, sele kapılmaktan annesinin uyarısıyla son anda kurtulmuş, can havliyle bir kolunun altına kızını, diğer kolunun altına da albümü sıkıştırıp bahçedeki ihtişamlı bir at kestanesi ağacının tepesine tünemişti. Onları suların çevrelediği ağaçtan mahalleye yakın bir yurtta kalan, şans eseri profesyonel yüzücü olan erkek öğrenciler kurtarmışlardı. Dehşet verici bir panikle canını kurtaran annemin, aynı azimle kızına ve albüme sahip çıkması beni hep şaşırtmıştır. Bu albüm belki de eski hayatı yenisine bağlayacak bir pamuk ipliğiydi.
Anlatmak istediğim asıl konuya, Selim İlerivari biraz uzun bir girizgah yaptım. Ama bu yerel felaketin de unutulmaması gerek bence. Çünkü, hem kişisel dramlar, mekânsal dönüşümler hayat çizgilerinde radikal değişikliklere neden oluyor, hem de Menderes döneminin şehircilik politikasının hoyratlığını, imar faaliyetinin oldubittiye getirilen, çıkara dayalı yönünü apaçık gösteriyor sel felaketinden sonra yaşananlar.
Sel felaketinden önce Demokrat Parti Hükümeti, tıpkı şimdi olduğu gibi sadece şehir merkezlerini değil, çöküntü bölgesi olarak gördüğü, yoksulluğun hüküm sürdüğü, yasa dışı faaliyetlerin yürütüldüğü veya öyle iddia edildiği, şiddet vakalarına sık rastlanan semtleri istimlak ederek yenileme girişiminde bulunuyordu. Seçilen bölgeler tahmin edilebileceği gibi, şehrin merkezine yakın rant alanlarıydı. Ankara’da da yukarıda bahsettiğim selin vurduğu Mamak böyle bir yerdi. Hastaneler bölgesiydi, Ankara Üniversitesi’nin birçok fakültesine yakındı, Konservatuvar, öğrenci yurtları oradaydı ve tren hattı yakınından geçiyordu.
Nicedir semtin istimlak edileceği ve insanların doğup büyüdükleri, komşuluğun en yakın ilişki biçimi olduğu evlerinden üç kuruş istimlak payı verilerek çıkarılacakları söylentisi dolanıyordu. Nitekim, sel sularının mahalleye yaklaştığını ve evlerin boşaltılması gerektiğini duyuran belediye hoparlörünün telaşesini, bu bahaneyle evlerinden uzaklaştırılacaklarını ve dozerlerin, kepçelerin işi bitirivereceklerini düşünerek öfkeli bir aymazlıkla karşılamıştı bir kısım mahalle sakini. Can kaybının çok olması biraz da bu inanmazlığa bağlıydı.
Selden yaklaşık bir yıl sonra felaketzedeler için bir çeşit sosyal konut inşa edildi. Fakat korkulan olmuştu. Bu yapı Mamak’tan çok uzakta bir yerde, görece yeni bir yerleşim, bir orta sınıf banliyösü sayılabilecek Yenimahalle’deydi. Kısa süre önce mücavir alandaki şehirlerden, köylerden, kasabalardan Ankara’ya daha iyi bir hayat umuduyla göçmüş bu insanlar, henüz şehir hayatına alışmışlarken ikinci kez yer değiştirmeye zorlanıyorlardı. 4 bloktan oluşan ve geniş bir bahçenin içine yerleşen sitenin adı sel felaketi manasına gelen Seylap’tı. Hükümet, bu evleri karşılıksız dağıtacağına söz vermesine rağmen, epey bir borç çıkarmıştı felaketzedelere. Fakat nohut oda bakla sofa denilebilecek kadar küçük bu apartman daireleri dere kenarındaki, bir kısmı altyapısız, yıkık dökük müstakil evlerden gelen yoksul insanlara, başta tasavvur ettiklerinin aksine çok cazip görünmüştü. Henüz çok genç olan Cumhuriyet’in modernleşme hamlesinin arzu odaklarından biri de apartmanlardı çünkü. Sel suyu, Mamak sakinlerinin ayaklarını yerden kesmiş, eski hayatları sürse sahip olamayacakları, akar suyu, kanalizasyonu olan birer apartman dairesine ve şehrin bürokrat kesiminin yaşadığı bir mahalleye taşımıştı.
Seylap Sitesi, kapakta fotoğrafını gördüğünüz, ortak bir balkon üzerine yerleştirilmiş 6’şar daire ve 4 kattan oluşan 4 bloktu. Ortak balkon, müstakil evlerin önemli özelliklerinden olan mahremiyeti bir ölçüde ortadan kaldırıyordu. Alt ve üst katlarda yabancıların yaşaması da, ev içlerindeki seslerin, kokuların ve hareketlerin kontrol edilmesini zorunlu kılıyordu. Başlangıçta zorlanan sel felaketzedeleri, apartman hayatının cezbesine kapılarak kısa sürede buna da uyum sağladılar. Bir kısmını eski hayatlarından tanıdıkları komşularıyla dayanışmacı bir ilişki kurdular. Travmaları ve sevinçleri paylaşmak, birlikte gezmeye, hatta tatile gitmek de bu ilişkiye dahildi. Öte yandan, bu mimari düzen birbirlerini gözetlemeyi, denetlemeyi, ayıplamayı ve baskılamayı da beraberinde getiriyordu. Farklı olan hemen seçiliyor, dışlanıyordu. Farklı olan site sakinleri arasında Ermeni aileler boyalı kuş misali en fazla dikkat çekenlerdi. Müstakil evlerinde görece serbest yaşayabildikleri dini ritüelleri, sürdürebildikleri adetleri, gelenekleri, yaşam tarzları burada açığa çıkıyor, göze batıyordu. En önce isimler: Valentin, Agavni, Elizabeth, Ohannes, Takuhi, Veronik, Jirayr, Antuan… Mahallenin çocuklarının yakıştırdıkları, Avniye, Takunya, Ciray, Varnik gibi isimlerle anılıyorlardı. Sonra adetler: yemekte içilen şaraplar, karma sosyalliklerin daha yaygın olması, alafranga müziğe ve danslara merak, bezik, poker oynama alışkanlığı… Ve tabii dini ritüeller: paskalyalar, kilise düğünleri, haç çıkarmalar…
En yoksul olanları küçücük evlerini oda oda kiraya veriyor, apartmanın temizliğini yapıyor, daha iyi durumda olanlar, çoğunlukta olanlarla Müslümanlığın ve geleneğin belirlediği bir ilişki biçimini, kazasız belasız sürdürmeye çalışıyorlardı. Balkonlardaki şaraplı akşam yemeklerinde şişeler saklanıyor, Ramazan ve Kurban bayramlarında Müslüman komşulara karşılığı olmayan ziyaretler yapılıyordu. Mimari düzenin yakınlaştırdığı ilişkiler, Ermeni komşularla ortak balkonlardaki ve bahçelerdeki buluşmaları, karşı konulamaz bir merak duygusuyla onların kilise düğünlerine gitmeyi normalleştiriyordu zamanla.
Bir felaket neticesi Mamak’tan Yenimahalle’ye taşınan farklı etnik kimliklerden, kültürlerden gelen bu topluluğun şehir hayatına uyum sağlamasında Seylap Sitesi’nin önemli etkisi oldu. Sonraki kuşaklar şehirli, eğitimli ve modern hayata daha alışık olarak yetiştiler bu semtte. Peki Ermeni komşulara ne oldu? Diğerleri kadar Anadolulu olan, Niğdeli, Kayserili, Tokatlı Ermeniler, Seylap Sitesi sakinleri kadar, ulus coğrafyası için de istenmeyen komşu olduklarının farkında olarak yavaş yavaş şehri terk etmeye başladılar. Önce İstanbul’a, sonra da başka ülkelere göç ettiler. Babil Kulesi rengini, zenginliğini yitirdi. Kalabilenler ne yazık ki güvercin tedirginliği ile yaşıyorlar hâlâ.