Görüşülen bir Suriyeli: “Türklerin bundan rahatsız olacağını düşündüğümüz için sokakta vs. bir iki kişi bile olsa bir araya toplanmıyoruz” demiş. Eski gecekondu mahallerinde yaşayan bu insanlar bir de yerinden edilme endişesi yaşıyorlar. Kentsel dönüşüm, yabancı düşmanlığı ve hükümet politikalarının etkisiyle oradan oraya bitimsiz bir hareketlilik söz konusu. “Her an yerinden edilebilir olma kaygısı ile yaşamak, yerinden edilmenin kendisinden bile daha yorucu belki.”
Geçtiğimiz Nisan ayında, Ankara Önder Mahallesi’ndeki mülteci yerleşimine kısa bir ziyaret yapmış ve izlenimlerimi anlatmıştım. O yazının sonunda, Sezen Savran Penbecioğlu'nun mahalle sakinleriyle yaptığı mülakatlardan yola çıkarak hazırladığı ve yakında yayımlanacak olan ‘Küçük Halep’ Büyük Umutlar, Ankara Altındağ’da Suriyelilerin Gündelik Yaşamı ve Mekânı (İdealkent Yayınları) adlı kitabından söz etmiştim. Kitap nihayet raflarda. Meseleye içerden bir bakışın rehberliğinde yaklaşmak isteyenlere tavsiye ederim.
Kitabı okuduktan sonra zihnimde beliren soruları, kendi kısa tecrübemle bir araya getirerek Sezen’le kısa bir söyleşi yaptım. Önce sık sık ve hala birbirine karıştırılan mülteci, sığınmacı, göçmen kavramları arasındaki farktan yola çıkarak Türkiye’deki Suriyeli nüfusun hangi kategoriye girdiğini konuştuk. Biliyorsunuz Türkiye Cumhuriyeti sadece Avrupa ülkelerinden gelenleri mülteci statüsünde kabul ediyor. Tahmin edeceğiniz üzere, Avrupa’dan buraya değil, buradan Avrupa’ya giderek artan bir nüfus hareketliliği olduğu için, Türkiye’de kayda değer bir “resmi mülteci” topluluğu bulunmamakta. Ülke değiştiren ve henüz mülteci statüsü alamamış olanlara sığınmacı deniyor. Fakat yaşamını tehdit eden koşullar nedeniyle göçe zorlanan herkes mülteci olarak tanımlandığına göre, “geçici koruma” altında oldukları ilan edilen Suriyeli nüfusa mülteci demek yanlış değil Sezen’e göre.
SİZ HANGİ ŞEHİRDE YAŞIYORSUNUZ?
Ankara’daki Suriyeli mültecilerden bahsediyoruz. Peki ama bu insanlar sahiden de Ankara’da mı yaşıyorlar? Evet, kentin merkezî denebilecek bir lokasyonunda yerleşikler. Fakat Sezen’in izlenimleri ve görüşmelerde kendisine anlatılanlardan yola çıkacak olursak, zamanları çok dar bir çevrede geçiyor. Sosyal ilişkiler, alışveriş ve benzeri her türlü gündelik faaliyet bu dar alanda cereyan ediyor. Evleri ve iş yerleri de aynı semtte. Ki iş yeri dediğimiz mekân çoğunlukla kayıt dışı olarak ve yerlilere göre daha düşük ücretlerle çalıştırıldıkları, kimisi kayıt dışı ve bir kısmı merdiven altı tabir edilen kaçak, konforsuz, tekinsiz ve güvencesiz işletmeler. Buralara ne kadar iş yeri denebilirse, oralarda çalışıyor erkekler. Kadınların neredeyse tamamı ev eksenli yaşıyorlar. Kadın, erkek veya çocuk, mahalleden hiç çıkmadığını, Kızılay, Ulus gibi merkezlere hiç gitmemiş olduğunu söyleyen çok sayıda mülteci var. Sezen, mekânsal hareketsizliğin gerisinde, yerli halk ile mülteci grupların karşılıklı geliştirdikleri içe kapanma ve dışlama davranışlarının yattığını söylüyor. Etkiye tepki şeklinde ortaya çıkan sosyal ve mekânsal ayrışmanın bir kısır döngü halinde yeniden üretildiğini ekliyor.
Sezen’e göre, “gettovari” bu kapalı yerleşimde yaşamanın olumlu ve olumsuz yönleri var mülteciler için. Olumlu yönleri, yerleşim sınırları içinde kendi dillerini konuşabilmeleri, gündelik alışkanlıklarını ülkelerindeki şekliyle sürdürebilmeleri, görece güvende hissetmeleri. Olumsuz yönleri ise izole bir yaşam ve bazı haklardan, fırsatlardan mahrum yaşamak. Buna yerli halk ile yakın ilişki kurup kaynaşmanın, kültürel değiş tokuşun, bu anlamda zenginleşmenin imkânsızlaşmasını da ekleyebiliriz. Dil engeli, ekonomik yetersizlikler de mekânsal hareketliliği kısıtlayan diğer unsurlar. Spora, kültür-sanat etkinliklerine, hobilere ayıracak vakit, zaman yok ve buna “cüret edebilecek” bir ortam da yaratılmıyor onlar için.
'BUNLAR BİZDEN İYİ YAŞIYOR!'
Kiminizin “onlar geldikleri ülkede bu imkânlara sahipler miydi?” diye aklınızdan geçirdiğinizi tahmin ediyorum. Nitekim Sezen’in yerli halkla yaptığı görüşmelerde sık sık “Halep’in Çinçin’inden gelenin Ankara’nın Çinçin’ine, Halep’in Çankayası’ndan gelenin de yine Ankara’nın Çankayası’na yerleştiğini” söylemişler ona. Sezen, göç tecrübesinde ait olunan sınıfın, kişilerin bireysel nitelikleri ve önceki yaşamlarındaki ekonomik kapasitelerinin yeni yaşamlarını kurma süreçlerinde belirleyici olduğunu anlatıyor. Kalifiye sayılan bir mesleğe, belli bir ekonomik birikime sahip olmamak, sahip olunsa bile bu birikimi Türkiye’ye getirip getirememek gibi unsurlar burada sürülecek yaşamın niteliğini belirliyor. Ankara’nın tüm semtlerindeki Suriyeli nüfusunu çalışmasına dahil edemediği için, Halep’in Çankayası’na dair bir yorum yapamıyor Sezen. Önder Mahallesi’ndeki mülteci ailelerin çoğununsa Halep’ten gelen, ortalama 4 çocuk sahibi, ilkokul mezunu, görece yoksul kişilerden oluştuğunu tespit etmiş. Ama geçmiş hayatlarındaki sınıfsal konumlarına rağmen, Türkiye’ye geldikten sonra daha da yoksullaşıp yoksunlaşıyor ve daha güç koşullarda yaşıyorlar. Gördükleri ayrımcı muamele de cabası.
Suriyeli erkeklerin bu semtte gelir sağladıkları temel iki iş kolu var. İlki, mobilya imalatının yapıldığı ve semte sınırdaş olan Siteler’deki imalathanelerde nadiren kayıtlı ve çoğunlukla kaçak işçi olarak çalışmak, ikincisi ise Suriye’den gelen malların ağırlıkta olduğu dükkanları işletmek. Bunların müşteri kitlesi yine Suriyeliler oluyor. Bir de saç ve sakallarına özen gösteren, bu konudaki trendleri takip eden Suriyeli erkeklerin müdavimi oldukları berber dükkanları ve cep telefonu ve aksesuarlarını satanlar var. Göç sürecinin ilk yıllarında erkeklerin işportacılık, amelelik gibi işler de yaptıklarını hatırlatıyor Sezen. Ve Ankara genelinde resmi olarak kayıtlı Suriyeli işçi sayısının yüzde 1 bile olmadığını o da vurguluyor. Dikkat ederseniz, meslek, gelir vb. dediğimizde kadınlardan hiç söz etmiyoruz. Onlar hep evde veya zorunlu ihtiyaçlar için mahalle çeperindeler.
AĞ’A TAKILARAK HAYATI KOLAYLAŞTIRMAK
Yerinden edilmiş topluluklar, hele de ayrımcılığa uğruyor, dışlanıyor, nefret söylemine, şiddete ve hak ihlallerine maruz kalıyorlarsa dayanışma ağları kurmak zorundalar. Sezen, mülteciler tarafından kurulan çeşitli sosyal medya ve mesajlaşma grubu olduğunu da fark etmiş. Bilgi alışverişi, yardım çağrısı, çeşitli şehirlere dağılmış yakınlarla iletişim kurmak için kullanılabiliyor bu ağlar. Hayatı kolaylaştırmayı, hatta hayatta kalmayı mümkün kılıyorlar. Örneğin kayıt süreçleri, yardımlardan yararlanma, kentsel hizmetlere erişim gibi konularda daha deneyimli olanlardan destek alıyorlar bu ağlar sayesinde. WhatsApp ve Facebook grupları veya YouTube kanalları aracılığıyla mahallede yaşanan bir olaydan, kiralık ev ilanlarından veya işçi ilanlarından haberdar olmak hayatın zorluğunu biraz hafifletiyor. Fakat bu ağların çıkar amaçlı kurulanları veya zamanla buna dönüşenleri de olduğunu söylüyor Sezen.
Eski gecekondu mahallerinde yaşayan bu insanlar bir de sürekli yerinden edilme endişesi yaşıyorlar. Kentsel dönüşüm, yabancı düşmanlığı ve hükümetin politikalarının etkisiyle bir şehirden veya evden diğerine, bir semtten bir başkasına bitimsiz bir hareketlilik söz konusu. Sezen’in görüştüğü 130 ailenin yüzde 70’i en az bir kere taşınmış göç süreci boyunca. Sezen, sık taşınmanın mekânsal açıdan kentsel hizmetlere erişim, ulaşım ve işyeri-konut bağlantılarının her seferinde yeniden kurulmasını gerektirdiğini hatırlatıyor. Sosyal etkileşim ve ilişkiler de etkileniyor bu deneyimden. Sezen, “zaten önemli ölçüde önyargılı tutum ile karşılaşan mülteciler için bu tutumları yeni yaşam alanlarında yeniden kırmaya çalışmak epey yıpratıcı oluyor” diyor. Ve ekliyor: “Her an yerinden edilebilir olma kaygısı ile yaşamak, yerinden edilmenin kendisinden bile daha yorucu belki.”
SOKAKTA SÜRDÜRÜLEN BİR YAŞAM
Sezen, Suriye’de savaşın ve zorunlu göçün başladığı ilk yıllarda Türkiye’ye sığınan mülteciler hakkındaki temel söylemin “benzer dinsel ve kültürel aidiyetler” etrafında şekillendiğini hatırlatıyor. Misafir/ensar rolleri de bu söylem üzerine temellendirilmişti. Sezen, yerlilerle yaptığı görüşmelerde, Suriyelilerin kendilerinden ne kadar farklı olduklarına dair pek çok yorum duyduğunu söylüyor. Kamusal mekân kullanımı bu farklılıkların başında geliyormuş. “Parklarda nargile içen, sahilde şamata yapan Suriyeli” imgesinin basında sıklıkla karşımıza çıktığını hatırlayın. Suriyelilerin yaşadıkları semtlerde kamusal alanları daha aktif kullanmaları, ticari faaliyetlerin dahi kaldırım ve yollara taşması onlara yönelik “sokağa dönük” yaşama eleştirisinin temel çıkış noktası. Kültürel olarak yüksek sesle konuşmaya teşne olmaları ve beden dillerinin daha dikkat çekici olması gibi unsurları da ben ekleyeyim. Belirli kamusal alanları Suriyelilerin daha yoğun kullandıkları hallerde, yerliler o mekânlardan çekiliyorlar ve bu durum iki taraflı bir içe kapanmaya da yol açabiliyor zamanla. Sezen’in görüştüğü bir Suriyeli: “Türklerin bundan rahatsız olacağını düşündüğümüz için sokakta vs. bir iki kişi bile olsa bir araya toplanmıyoruz” demiş.
Bütün bunların yarattığı etki, mültecilerin sosyalleşmek için aile ve yakın akrabalarını tercih etmeleri oluyormuş. Sezen, bunun Suriyelilerin sahip oldukları muhafazakâr kültürel kodların yanı sıra giderek artan ayrıştırma ve ötekileştirmeyle de ilgili olduğunu belirtiyor. Zaman içinde yerli nüfusla karşılaşma ihtimali artış gösterse de uyum ve uzlaşma bağlamında bir gelişme tespit edilemiyor diyor.